Hanriet Topuzyan Başoğlu Yukarı Fırat havzasındaki kadim Ermeni yerleşim birimlerine gerçekleştirdiği gezinin kendisinde bıraktığı izlenimleri ve bölgenin tarihine dair notları geniş bir makale haline getirdi. Bu makalenin ilk bölümünü geçtiğimiz hafta yayınlamıştık. Bu hafta geziye ve notlara kaldığımız yerden devam ediyoruz.
HANRİET TOPUZYAN BAŞOĞLU
Eğin’den Arapgir’e doğru yola çıkıyoruz. Fırat’ın kıyısından giderken zorlu yolları ve mağaraları seyrederken dedem aklıma geliyor. Daha çocuk denecek yaşta bu yolların neresinden geçmişti? Acaba benim gözüme takılan o küçük mağaralarda mı saklanmıştı, nehir kıyısında mı uyumuştu, ne kadar çok korkmuştu, ne kadar aç kalmıştı, ne kadar üşümüşü? Cevabı bilinmez sorularla Arapgir’e varmıştık.
Arapgir’e geldiğimizde Millet Han’ın içinde Belediye Başkanı Haluk Cömertoğlu ile karşılaşıyoruz. Arapgir’in tarihi ve kültürel zenginliklerini anlatırken geçmişte burada yaşayan Ermeni milletinin bölgeye katkılarını anlatmadan geçmiyor. 2014 yılında 30’a yakın Arapgirli Ermeni ailesini ağırladıklarını, mezarlığın korunduğunu, Surp Yerrortutyun kilisesi ile 4. yüzyıldan kalma Surp Lusavoriç manastırının yenilenmeye başladığını anlatıyor. Bu sözlerle içimde güzel bir sevinç ve memnuniyet belirmişti ki; ilk ziyaret yerimiz Arapgir’de 13. yüzyılda inşasına başlanan, bölgenin başpiskoposluk merkezi ve aynı zamanda en büyük kilisesi olan Surp Astvatzatzin kilisesinin boş arsası oldu. Kaynaklarda 3000 kişilik kapasitesi olduğu, 1915’te ciddi zarar gördüğü, daha sonra el konularak okula dönüştürüldüğü, 1950 yılında yıkılmasına karar verildiği,18 Eylül 1957 yılında dinamitle patlatıldığı belirtilir. Yerel bir gazetede de Arapgirli Hüseyin adında bir köylüye 28.005 lira karşılığı yıkıp kullanması için satıldığı haberi yer alır. İşte burada da mesaj, Anadolu şehirlerinde olduğu gibi “size burada yer yok” şeklindedir.
Viran olan Ermeni hamamı
Arsanın arkasında bulunan şekilsiz depoyu incelediğimizde, kiliseden kalan birçok taşın bu deponun yapımında kullanıldığını görüyoruz. Üzerinde kabartma veya yazı bulunan taşlar tamamen kazınmış. Ancak kapının girişinde sağda yere yakın bir haç kabartması gözümüzden kaçmıyor. Onu neden kazımamışlar anlayamadık. Arsadan ayrılmadan önce kilisenin toprağından bir avuç da Kevork dayıma alıyorum. Biraz ilerleyince türkü anamız Zehra Bilir’in yani gerçek adıyla Eliza Ölçüyan’ın evinin olduğu caddeye geliyoruz. Caddeye sanatçının ismi verilmiş. Eski Ermeni evlerinden bir tanesini görüyoruz ve içimiz parçalanıyor. Güzelim evin hali virane. Biraz ilerleyince halkın “Ermeni Hamamı” dediği Almasegan veya Almasik hamamı var. Hamam gürül gürül akan derenin yanına yapılmış, şu an dış kısmının yarısından fazlası yıkık vaziyette. Orijinal halini hayal etmeye çalıştığımda güzelliğinin yazı ile anlatılamayacağına inanıyorum. Bu kadar güzel bir eseri insanoğlu nasıl kırıp dökmeye kıyar, anlamanın imkanı yok.
Tarihi kaynaklarda 1915 öncesinde Arapgir merkezde 9500 Ermeni’nin yaşadığı, 1 katedral, 3 kilise, 7 okul olduğu belirtilir. Çevre köylerde ise 1400 civarında Ermeni, 3 kilise ve 4 okulun varlığı bilinmekte. Arapgir dönemin en zengin bölgelerinden biri. Özellikle ipek üretimi bölgede büyük bir ticaret ağı yaratmış. Arapgir’de Ermenilerin ayakkabıcılık, dokuma, marangozluk, demircilik, terzilik gibi meslekler yaptığını kaynaklardan öğrenmekteyiz. Zamanında Arapgir’i kalkındıran Ermenilerden maalesef bugün virane halindeki ev ve kiliseler dışında kalan başka bir şey yok, yok, yok…
Harput
Arapgir’den Harput’a vardığımızda, bizi geçmişi Urartulara dayanan muhteşem kale karşılıyor. Ermeni ve Süryani milletlerinin yüzyıllarca yaşadığı kadim bir bölge Harput. İsmi Ermenice’de Ğarpert olarak geçer. Ğar kelimesi Ermeniceye Hurri dilinden geçmiş ve yol anlamına gelmekte. Pert ise kale demek. Yani yoldaki kale anlamına geliyor. Harput merkezde 1915 öncesinde 4250 Ermeni (720 hane), 750 Süryani nüfus, 7 Ermeni kilisesi, 1 Süryani manastırı, hastaneler, pek çok okul ve misyoner koleji bulunmataymış. Bu bölgede, misyoner okulları sayesinde, Katolik, Protestan ve Latin Ermeni ve Süryani nüfus da bulunmaktaydı. Harput’un civar Ermeni köylerinde yaşayan Ermeni nüfusu ise Husyenig bölgesi hariç 24,000 civarındaydı ve o dönem kullanılan irili ufaklı kilise sayısı 100’ü geçmekteydi. İlk gözümüze çarpan bölgenin en eski mağara kilisesi. Süryani Aziz Meryem Ana kilisesi M.S. 179 tarihine eski bir pagan ibadet yerinin üstüne kurulmuş. Aslında manastır olarak inşa edilmiş ancak günümüze sadece kilise kısmı kalmış. Bitişiğinde bulunan okul, misafirhane ve metropolitlik binası gibi yerler 1936 yılında yıktırılmış. Kilise binası uzun süre kapalı kalmış. 2000 yılında restore edildikten sonra sadece bayram günlerinde ibadete açılıyor. Böylesine önemli bir kültür mirasının bu durumda olması gerçekten içler acısı…
Fabrikatoryan Kardeşler
Bugün Harput’ta Ermenilerden kalan, şehrin girişinde sadece iki yıkık duvarla Surp Hagop kilisesinin hayaleti. Halbuki bir dönem, zanaatkarları, aydınları, tüccarları ile Harput bambaşka bir yerdi. Bu bölgeden çok kıymetli, iş adamları, yazarlar, öğretmenler, gazeteciler, doktorlar, mühendisler gelip geçmişti. Bu kişileri, aileleri ve yaptıklarını yazmaya kalksam ancak bir kitaba sığdırabilirim. Sadece bir örnek olarak Fabrikatoryan kardeşlerden kısaca bahsetmek isterim. Bu bölgenin önemli bir geliri dut ve ipekçilikti. Krikor İpekçiyan, Arapgir’de doğmuş ve ipek üretimi ile ilgili eğitimini Beyrut’ta almıştı. Mezre bölgesinde ipek üretmeye başlayan Krikor Efendi, ürünleriyle Fransa Lyon’da düzenlenen uluslararası yarışmada kalite ödülü kazanmıştı. Ürettiği ipeğin mükemmeliyet kalitesi dolayısı ile İstanbul’da vergi muafiyetini kazanmıştı. Ürünlerinin üzerinde “fabrikatör” etiketi bulunmaktaydı. 1889 yılında üretimi arttırmak için Avrupa ve Amerika’dan makineler getirdi. 1902’de ölümü üzerine beş oğlu üretime devam almakla kalmayıp pamuk üretimini de devreye soktu. Hatta üç kardeş Amerika’da pamuk üretimi hakkında eğitim aldı. Dönüşte Samsun limanı yoluyla Amerika’dan buharla çalışan makineler getirmiş, büyük bir havlu fabrikası kurmuşlardı. Bu dönemde soyadları “Fabrikatoryan” olarak anılır. Ne yazık ki bu üretken ve donanımlı kardeşler 1915’te öldürülmüş, Harput’taki fabrikanın üretimi son bulmuştur. Bu kardeşlerin evleri bugün Gazi Caddesi ile bilinen yolun üzerinde büyük ihtişamıyla yan yana yapılmış beş binadan oluşan “Beşkardeş evleri” olarak biliniyordu. Ancak 1980 yılında bu muhteşem 5 konak yıkıldı ve ortadan kaldırıldı. İşte bu sanayici, tüccar aileden arta kalanlar yine yok, yok, yok….
Dersim- Munzur- Anahit
Harput’tan sonra Ermeni bereket Tanrıçası Anahit’in, Der Simon’un şehri Dersim’e geliyoruz. Yeni adı ile Tunceli. 1914 kayıtlarına göre Dersim’de 8.000 Ermeni nüfusu 80’den fazla kilise, 10 kadar manastır var. 1895 Hamidiye alaylarının zulmü neticesinde 10 kadar Ermeni köyü haritadan silinmiş. Bir kısım Ermeni Alevi inancına geçmiş veya Müslümanlaşmış. 1915’in ardından Ermeni halkının bakiyesi de 1934-38 arası tamamen yok edilmiştir. Tabii ki bu olayları böylesine iki satırda anlatmak yetersiz. Sonuç olarak 1915’te Fırat’ı geçebilen ve Dersim’e ulaşabilenlerin büyük bir çoğunluğu kurtulsa da dinini değiştirmek zorunda kalmış. Dinini değiştirmeleri de yeterli olmayınca Cumhuriyet dönemindeki Dersim katliamlarından paylarına düşeni almışlar. Dersim bölgesi hem Ermeniler, hem de Kürt Aleviler için acıların yaşandığı bir bölge olmuş. Harekatın başındaki Sakallı Nurettin Paşa’nın “ Zo diyenleri temizledik, şimdi sıra Lo diyenlerde” sözü yaşanan acıları özetliyor.
Maçoğlu karşılıyor
Dersim’de bizi TKP’li efsane Komünist Belediye başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu karşılıyor. Bize üretim, kalkınma ve eğitim hakkındaki projelerini anlatıyor. Gerçekten örnek alınması gereken projeler. Umarım her şey yolunda gider ve Dersim hak ettiği yere gelir. Karlarla kaplı yollarda Ovacık’a doğru ilerliyoruz. Manzara inanılmaz güzel, bölgenin Alpler’den hiç farkı yok. Küba kafede mola verdikten sonra Munzur gözelerine geliyoruz. Sağlı sollu yol üstünde Anahita isimli pansiyon, kafe adlarına rastlıyoruz. Anahit kültü halen ayakta. Bir dönemin Pagan bayramlarının yapıldığı yer Munzur. İnsanlar havanın güneşli olmasından faydalanarak Munzur kenarına pikniğe gelmişler. Nüfusun büyük çoğunluğu Alevi olan Dersim’de Anahit kültü halen ayakta demiştik. Zaten Nuri Dersimi’nin “Anahit anamızın bereketi” sözü de bunu doğruluyor. Suyun kenarına gelenler burada “Munzur Baba” kabul ettikleri kişi adına bir duvarın üstünde mumlar yakıyor. Mumların yakılması ilginç gelmişti. Çünkü eski kaynaklara göre burada Surp Sarkis’e atfedilmiş bir kilise varmış. Pikniğe gelen bir aile ile sohbet ederken, dedemin köyüne gittiğimi, Ermeni kaynaklarında 1915’te Fırat’ı geçip Dersim’e girenlerin büyük bir bölümünün kurtulduğunu söyleyince, ailenin yüzünde sıcak bir tebessüm oluşuverdi.
Aile Zaza olduklarını söyleyip, dillerindeki Ermenice kelimelerden bahsederken, zaman içinde yanlarında bulunan yaşlı teyze konuşmaya başladı. Ailelerinde yaşlı ninelerden birinin Fatma nine olduğunu, aslında onun Ermeni olduğunun söylendiğini, hatta yan köydeki Ayşe nine ile beraber buraya gelip mum yaktıklarını anlatmaya başladı.
Dersim bölgesine gelen yetim Ermeni kız çocuklarına Ayşe veya Fatma, erkek çocuklarına da Amanet yeni emanet veya Abdullah adlarının konduğu biliniyor. Ayrılma zamanımızın geldiğini söyleyince ailenin büyük oğlu, artık kan mı çekti bilmem, birden “Ermeni kızı çayımızı içirmeden seni bırakmam” dedi. Anahit’in memelerinden akan bereketli buz gibi suyla demlenen mis gibi çayımı içerken yaşlı teyzenin söyledikleri boğazımı düğümledi. “Kızım, dedenin köyünde gördün işte, yuva yıkıp içine girenlere o yuvadan hayır ve helal gelmiyor”. Belli ki Fatma ve Ayşe ninelerden çok şey dinlemişti. Ve benim hikayem ona hiç de yabancı değildi.
Mirakyanlar’ın mirası
1888 tarihinde Dersim bölgesini gezen tarihçi, seyyah Antranik’in kitabında yer alan Mirakyanlar’ın hikayesi ilgimi çekmişti. Burada Der Hovannes yani bölge şivesi ile Der Ohan adlı bir keşişin ve 7 kardeşinin bugün Nazımiye ilçesine bağlı Derova köyünde yaşadığını, asıl adlarının Bıciler olduğu ama Kürt halkının kendilerine cesur ve yiğit anlamında “Miro” dediklerini, zaman içinde Miro’nun, Marak olarak değişip Marakyan olarak bilindiğini, baskılar yüzünden Sünni Müslüman olmaktansa Aleviliği zeçtiğini anlatır Antranik. Der Ohan’ın hayatı ile ilgili Ağucanlar ocağının piri derviş Gulabi’nin torunu Seyit Ali ile görüşür, Seyit Ali kendi pirlerinin Der Ohan’dan övgüyle bahsettiğini hatta atalarından kalan Vank manastırındaki yıkıntılardan çıkan eski el yazmalarının bir mağara içinde saklandığını söyler. Yazmaları görmek isteyen Antranik’e de kesinlikle göremeyeceğini, çünkü bu emanetlerin kutsal olduğu nesilden nesle devredilerek, seçilmiş büyük evlat dışında kimseye gösterilmediğini, her kitabın özel derilere sarılıp sandıklar içinde saklandığını anlatır.. Bölgede dolaştığımız birkaç Alevi Dergahından birinde, bu soruyu sorabileceğime inandığım bir dede ile karşılaştım. Kendisine söz verdiğim için ismini belirtmeyeceğim. Bu kişi özel olarak sorduğum bu soru karşısında önce şaşırdı, sonra tedirgin oldu. Ancak Der Ohan’ın bağlı olduğu Ağucanlar ocağını iyi bildiğini ve bu emanetler gibi benzer emanetlerin büyük bir titizlikle saklandığını ifade etti. Daha önceleri tanıştığım bir dede ise asla geçmişlerinde Ermeni bir papazın olamayacağını kesin bir dille ifade etmiş ve neredeyse bu yazılanların yalan olduğunu söylemeye çalışmıştı.
Mirakyan aşiretinden, dinlerini koruyabilen aileler bugün, Fransa, Lübnan, Mısır, Ermenistan ve Amerika’da.. Zamanında bu aşirettekiler yaşamları hakkında maalesef yazılı bir belge bırakmamışlar. Bu yüzden de bu aileler geçmişleri hakkında pek fazla bilgiye sahip değiller.
Tercan- Haçkarlar
Dersim ve Tercan bölgesi güvenlik nedeni ile sürekli kontrol altında. Haçkarların olduğu bölge uzun süre güvenlik nedeni ile kapalıymış. En son geçen Haziran ayında çatışmalar yaşanmış. Ancak şansımıza güvenlik koridorunu geçtikten sonra Tercan yolunda Üçpınar (Abrank) köyünde bulunan Vank dağının üstünde, 12. yüzyıldan kalma Surp Hovannes ve Surp Tavit kiliseleri ile ayakta kalmayı başarmış Haçkarları görmek için köy yoluna girdik. Ancak aracımız belli bir yerden sonra gidemeyince yaklaşık 2.5 km’lik tırmanışa geçtik. Zorlu yol bittiğinde görülen manzara tüm yorgunluğa değmişti.
Neydi peki bu Haçkarlar? Haçkarlar uzun abide şeklinde, üzerinde kayıtlar ve Haç sembolü bulunan, genelde ölülerin başlarına dikilen anıtsal taşlar. Pagan Ermeni inancında taş veya kaya mistik bir gücü temsil etmekteydi. Tarih boyunca saraylar, tapınaklar, kaleler, kiliseler inşa eden Ermenilerin en önemli malzemesi taştı. Taşı kullanmayı ve işlemeyi çok iyi biliyorlardı. Ermeni coğrafyası sürekli istilalara maruz kaldığı için, sanat eserlerini taşlara işleyip meydanlara, topluma açık yerlere koymaya başlamışlar. Böylelikle talanlardan daha az zarar görmeye başlayan bu taşlar nesilden nesle aktarılma fırsatı bulmuş. En çok Ortaçağ’da üretilen ve parlak dönemini yaşayan Haçkarlar’ın sayısı, dönemin kayıtlarına göre 50.000‘i bulmuştu. Süslemelerinde bulunan güneş sonsuzluğu, Haç, İsa’nın çarmıha gerilişini, kuş, üzüm, nar, başak gibi süsler İsa’nın Dirilişini, etrafı süsleyen işlemeler ise sonsuz hayat ağacını simgeler. Arka yüzlerindeki kitabelerde Ermeni halkının geçmişi, tarihi olaylar, öğütler, kutsal kitaptan metinler yer alır. Askeri zaferleri, ulusal bir kahramanı, şehitleri, hatta aşkları simgeleyen Haçkarlar da bulunur.
Vank dağının tepesine ulaştığımızda bizi muhteşem görkemli ama içler acısı durumu ile Surp Hovannes manastırı ya da Abrank Vank karşılıyor. Tepeden bakılınca oldukça büyük bir kompleks olduğu belli oluyor. İçeri girdiğimizde tüm duvarların ve yerlerin defineciler tarafından talan edildiğini görüyorsunuz. Kırılmamış, kazılmamış bir santim yer bırakmamışlar. Elimdeki 2009 kayıtlarına göre kiliseye girince sağda bir kartal rölyefi olmalı. Ancak gün itibarı ile kartaldan da eser kalmamıştı. Kilisenin dışında Ermenice yazılar ile 1854 yılında yenilendiği hakkında bilgiler var. Biraz daha tırmandıktan sonra üzerlerinde 1191 ve 1194 tarihlerinin yazılı olduğu dev boyuttaki Haçkarlar’a ulaşıyoruz. Bunların Anadolu’daki en büyük Haçkarlar’ı olduğu söylenmekte. Boyutları 4 metre civarında. Yan yana duran Haçkarlar’ın yanında bir üçüncü taş ise yerde durmakta. 1970 yılında bu taşın ayakta olduğu kaydedilmiş, daha sonra, bir deprem nedeniyle veya farklı bir nedenle düştüğü tahmin ediyor. Ayrıca dördüncü bir Haçkar’ın temel boşluğu bulunuyor ancak Haçkar etrafta yok. Ermeni taş sanatının en üstün örneklerinden birine rastlıyoruz. Haçkarlar’ın birinin yan duvarına ise Arapça bir yazı kazınmış durumda. 100 metre ileride bulunan Surp Tavit kilisesinin de durumu Surp Hovannesten farklı değil. Kilisenin üzerindeki Surp Tavit yazısı silinmeden kalmış. Kilisenin önünde kuş motifli yan yatmış bir Haçkar daha mevcut. Yıkılmamak için zamana direniyor. 1915 kayıtlarına göre bu köyde yani Abrank köyünde 362 Ermeni varmış. Köy boşaltıldıktan sonra ise bölgeye Dersim’den Alevi aileler yerleştirilmiş. Şuan ise köyde manastırın önünden akan suyun sesinden başka hiçbir şey yok, yok, yok…
Erzurum Kongresi binası
Dönüş yolunda Aşkale üzerinden geçerken, 1942 Varlık Vergisi günlerini hatırlamamak imkansız. Ticaretin el değiştirmesi uğruna, o kadar eğitimli ve donanımlı yaşlı başlı insanlara taş kırdırmak, yol yaptırmak, soğukta aşağılam kabul edilir gibi değil. Erzurum merkeze gelip havaalanına gitmeden çok kısa bir süre şehir içinde dolaşırken karşımıza Erzurum Kongresi’nin yapıldığı bina çıkıyor. İşte geçmişin ünlü Sanasaryan Koleji, 1881 yılında açılan ve en iyi eğitimi veren bu okulda 3134 karma öğrenci, 85 kadın ve erkek öğretmen hizmet vermekteydi. 1890 olaylarından nasibini alan okul, içeride silah üretildiğine dair asılsız bir ihbar yüzünden talan edilir. 1915’te ise hem okula, hem de okula gelir getiren tüm akarlarına da el konulur.
Beş günlük Yukarı Fırat gezimde Sivas’tan başlayıp Erzurum’da bitirdim. Yol boyunca Ermeni milletinin değmediği bir yere şahit olmadım. Köy halkı rahatlıkla ‘Buralar eskiden Ermenilerindi’ dese de, eskiden kalan doğru dürüst hiç bir şey ama hiçbir şey kalmamış bırakılmamıştı. Yukarı Fırat’ın kadim milleti, cennetlerinden topraklarına bakarlarken göz yaşlarını Fırat’a akıtmaya devam ediyorlardı….
(1001 İstanbul ve Şefket Gültekin’e teşekkürlerimle)
İlk yorum yapan siz olun