İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

YENİÇERİ Ocağı devşirmelerden oluşturulmuştu.

Sıtkı Şükürer

Genellikle gayrimüslim erkekler, çocuk yaşlarında ailelerinden kopartılır ve Enderun eğitiminden geçirilirdi. Devşirme eğitimi milliyetlerin değişimini esas alan bir kültürleştirme ve belirli prensiplere göre devlet adamı yetiştirme programıydı. Hristiyan çocuklar daha ziyade Balkan coğrafyasından temin edilirdi. İlginçtir, Rus, Acem, Çingene, Türk, Harputlu, Diyarbakırlı, Malatyalı ve Karaman’dan Erzurum’a kadar olan bölgeden oğlanların devşirilmesi yasaklanmıştı.
“Devşirme” yöntemi üzerine ciltlerle incelemeler yapılmıştır. Hiç şüphe yoktur ki, pek çok fazileti söz konusudur.
Ancak, açık olan husus, bu usul pek “insani” değildir.
Hristiyan çocuklar tam anlamıyla kültürel asimilasyona uğratılmaktaydı.
İstediğiniz kadar çabalayın, bu insanlara yüklenen kimlik onları köksüzleştirilmiş oldukları gerçeğini değiştiremiyordu.
Esasına bakarsanız, bu coğrafyanın kaderinde hep bir kendine uygun biçimlendirme çabası, hatta “zulmü” söz konusudur.
Bugün Balkanlar’dan, Kafkasya’dan ya da Adalar’dan gelenlerin ikinci – üçüncü kuşaklarında Boşnakça, Çerkezce, Rumca bilene rastlamanız güçtür.
Bu topraklar 36 ayrı etnisite ile harmanlanmış olmasına rağmen, muktedir olan diğer kültürlerin izlerini silmeye çalışır, çalışmaktadır.
Oysa “insan” denen varlık, geçmişi ve geleneksel değerleri ile bir bütündür.
Zaten yerinden yurdundan edilerek Anadolu’ya getirilen kitleler, göçebeliğin zorluklarını göğüslemeye çabalarken kültürel kimliklerine dair yasaklarla karşılaşmaları bugünlere yansıyan huzurlu, dengeli bir toplum profili oluşturamamızda ciddi bir etken olmuştur.
Maalesef bu konuların daima üstü örtülmüştür, fazla kurcalanmazlar, elden gelen ardına konmaz.
Başa dönersek, manevi dengesi tahrip edilmiş Yeniçeri’nin bir gaddar savaş terminatörü olması sürpriz midir?
Maddi beklentilerle fütuhat talep eden, yağmayı geçim vesilesi yapan ve adeta köksüzlüğünün intikamını alan bir insan modeli aynı hastalıklı özü koruyarak bugünlere de damgasını vuruyor.
Türkiye, hani biraz mesafe almış olsa da örneğin Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi politikalarıyla evrensel kriterlere sahip bir ülke izlenimi vermiyor.
Doğayı talan eden, tarihsel dokuları önemsemeyen, dinamitle balık avlayan, madenlerde tedbirsiz işçi çalıştıran, demokratik değerleri, insan haklarını bıyık altından mizah konusu yaparak aşağılayan, dedesi veya dede babasından ötesini bilmeyen, merak etmeyen insanlarız biz…
O sebeple, “bu da olur mu” lafını bu kadar sık kullanmamıza lütfen şaşırmayın.
Diyeceğimiz, kişilikler kendi doğal hallerinde demlenmeye bırakılmadıkça manevi değerler olgunlaşamıyor. O zaman hayata dair anlam sorgusu çarpılmaya başlıyor, materyal refah mutlulukla karıştırılıyor, derinlerdeki özgüvensizlik hoyrat tutumlarla gizlenmeye çalışılıyor. Neticede “kötü insan” ortaya çıkıyor. Yerleşikliğini kavrayan, kadim kültürünün bir parçası olduğunu hisseden, onları doyasıya yaşayan ve sağlıklı ruh yapısı üzerinden “bireyselliğini” inşa eden toplumlarda da hayat barışçı bir iklimde bambaşka yaşanıyor. Ne derler “kader utansın”.

Mukadder senaryo

SİZ birisinden borç alıp bunun önemli bir kısmını kendi adınıza bankaya yatırır ve borcu ödemez iseniz, ne olur?
Ülke olarak 450 milyar dolar dış dünyaya borcumuz var.
Türkiye yerleşiklerinin bankalardaki döviz cinsinden mevduatı 200 milyar dolar.
Hani “yastık altı” ya da yurtdışına gönderilenleri saymıyoruz.
Galiba ekonomi yönetimimiz bahse konu “borç-mevduat” ilişkisini kefalet anlayışı ile irtibatlandırarak ülkenin rezerv hesabında sıkıntılı bir durum görmüyor.
Merkez Bankası’nın emanet rezervlerine sarkan bir tutum kaçınılmaz olarak bu noktaya gelir.
Bu anlayış, hiç şüphesiz Türkiye’den alacaklı olan dış dünyanın da pek bir hoşuna gider hatta gidiyordur.
Mevduat, dış borç sayesinde “kazanılmış para” değil, borcun bizatihi kendisidir, yaklaşımı günün sonunda sadece mevduat sahiplerini mutsuz edecek bir politikadır.
Mevduat sahibi denilen kitleyi öyle milyonlarca kişi zannetmeyin.
Belirli büyüklüğün üstündeki hesaplar en fazla %2-3’lük zümrenin elindedir.
Açıkça, onların canının yanmasından necip Türk halkının fazla bir üzüntü duyacağını düşünmeyin.
Yeter ki, mesela 5 bin dolara kadar kişi başı mevduatta problem yaratmayın, söz konusu mevduatların “deve” yapılması halkımızı üzmez.
Ha bu arada, cari açık sürekli azalıyor.
Hani arpa parasından tasarruf edecek diye eşeğin aç bırakılması hesabı, “eşek” nerede ise ölüyor.
Doğal olarak iç talep kuruluğu ve bir müddet sonra ihracat da azalacağından “döviz” ehemmiyetini kaybediyor.
Zaten ekonomi yönetiminin yetkinliği bir yana, hukuk standartlarından şeffaflığa, mali konularda güvensiz fotoğraf verilmesi, süreç içerisinde kişi başı geliri tekrar 5 – 6 bin dolarlar seviyesine geriletirse sürpriz olmayacaktır.
Buraya kadar ifade edilen “senaryo” gerçekleşirse Türkiye zaten çok yakında kambiyo kısıtlamasına geçecek demektir.
Döviz tahsislerinin olduğu, düşük bir tüketim kalıbına geri dönüşün yaşandığı, tabii ki, otokratik bir devlet yapısı içinde 1980’lerin öncesine doğru yola çıkılacak demektir.
Dikkatinizi çekerim, bu olumsuz fotoğraf borcunu ödemeye çalışan ve halkına bu bedeli yansıtan bir iyi niyetli seçenektir.
Aksi durum, mesela moratoryum halinde, hele siyasi tutumumuz da radikalleşirse ekonomik ambargolarla meselenin boyutları bambaşka noktalara gider.
Ancak, galip ihtimal döviz varlıklarımızın (mevduat dahil) dış borç tahsisinde kullanılması ve borca sadık “fair” tutumun tercih edilmesi halinde IMF seçeneği devreye girebilir.
Bu durumda taze 100 milyar dolarla A’dan Z’ye kontrol altında ve siyaseten uyumla bir Türkiye pratiği yaşanır.
Pek tabii bu seçenekte; ne S-400, ne Nükleer Santral, ne Kıbrıs – doğalgaz atarlanması, Rusya, Çin, İran yoktur.
Bağlı olarak Avrasyacıların olmadığı, Cumhur İttifakı’nın şekil değiştirdiği bir Milli Koalisyon gündeme gelecektir.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sitki-sukurer/bu-da-olur-mu-41218459

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın