İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hayganuş nine…

Yaşlı kadın torununu kucağına oturtmuş, eski zamanlardan bahsediyordu. Karşı tepeleri seyre dalmışlardı. Tepede yıllara meydan okuyan asma çubukları yeni filiz vermeye başlamıştı. Küçük kız sadece ninesiyle konuştuğu dilde sorular soruyor, nine de sabırla cevaplar veriyordu.

Küçüğün ‘tatil dili’ydi Kürtçe, nineyle anlaşma dili. Gerçi kadının zaman zaman başka bir dilde mırıldandığını da duyuyordu ama bunu oyun sanıyordu. ‘Mayrik’ diyordu, ‘Hayrig’ diyordu, ‘Yntanig’ diyordu. Ancak büyüdüğünde öğrenecekti “anne, baba, aile” anlamına gelen bu sözcüklerin ninesi için anlamını.

Saçlarını okşadığı torununa “Bak,” dedi:

“Şu gördüğün bağlar hep bizimdi. Babam bu fideleri elleriyle dikmişti. Bağbozumu vakti düğün gibi yaşanırdı. Annem ile babam şaraplık, pestillik, şıralık üzümleri dönemine göre toplardı. Mahzenlerimiz dolup taşardı…”

Küçük kız bir yandan daha önce adını hiç duymadığı ‘mahzen’ sözcüğünün anlamını, bir yandan da büyük ninesinin anne ve babasının nerede olduğunu düşünürdü.

Acaba nereye gitmişlerdi? İçindeki bir ses bu soruyu sormaması gerektiğini söylerdi. Elazığ’ın ücra kasabasının kuş uçmaz kervan geçmez köyünde yaz tatillerini dört gözle bekleyen nine ile torunun, tarih ve doğa arasında yaptığı seyahatlerden biriydi o gün yapılan.

1915 ile 1955 arasında kaç yıl, kaç ay, kaç gün, kaç saat geçmişti? 70 yaşındaki bir kadın ile 5 yaşındaki bir çocuğu buluşturan, sadece kan bağı mıydı? Küçük kız yıllar sonra, ninesi bu dünyadan Mayriği ile Hayriğinin yanında göçtüğünde bunları düşündü. Sorularının cevabını yıllar sonra çıkagelen yaşlı bir akrabadan öğrendi küçük kız.

Yaz tatillerinin geçirildiği köyün adı Kümbet’ti. Elazığ’ın yani Xarpert’in eski adıyla Dep yeni adıyla Karakoçan’ın uzak bir köyüydü. 1915’teki ‘büyük felaket’ten önce Ermeniler ile Kızılbaş Kürtlerin birlikte yaşadığı köylerdendi.

Yörenin en büyük Ermeni köyü olarak bilinen Kümbet, iki farklı kültürün kardeşçe bir arada yaşadığı pek çok yerleşim yerinden biriydi. Şimdilerde okuma yazma oranının küçük yüzdelerle ifade edildiği köyde bundan tam 100 yıl önce Fransızca eğitim yapan bir kolejin olduğunu yılların içinden çıkagelen bir yaşlı akrabadan öğrendi.

Köyün tam ortasındaki diğer yapılardan düzgün kesilmiş taşlarıyla ayrılan yapının, o kolejin yıkıntılarının üzerine yükseldiğini de. Cumhuriyet’in ilk mühendislerinden olan yaşlı akraba; köyün tam ortasında, çeşmenin yanı başında kurulu kolejde Ermeni gençlerinin kızlı-erkekli eğitim gördüğünü mahcup bir gururla anlatmıştı.

Derken İttihat ve Terakki’nin, Devlet-i Al-i Osmaniye’nin yeni stratejisi gereği aldığı ‘tehcir’ kararı Kümbet’e de ulaştı.

Ekinler yeni biçilmiş, bağlardan üzümler toplanmış, ambarlar doldurulmuş, mahzenlere şarap fıçıları itinayla hava almayacak şekilde dizilmiş, kış eğlenceleri için kuruyemişler bez torbalara doldurulup asılmış, hayvanlar için kışlık yemler samanlıklara taşınmış, köylüler yazın yorgunluğunu uzun kış aylarının beyazlığına yatırmanın telaşına girmişlerdi ki, ferman önce fısıltıyla ulaştı Kümbet’in dar küçelerine.

Yıllar sonra çıkagelen yaşlı akrabanın o zaman çocuk yaştaki babasının kaderini değiştiren bir fısıltıydı, İstanbul’dan Karakoçan’a uzanan. Şöyle anlatmıştı küçük kıza, bakımlı biryantinli saçları alnına dökülen yaşlı akraba:

“Tehcir emri çıktığında babam 10 yaşında bir çocukmuş. Anne ve babasının, beş çocuğundan en küçüğüymüş. Annesi senin ninenin de halasıydı. Canlarını korumak için Dersim üzerinden, o zamanki Rusya topraklarına geçmeye karar vermişler. Ama çocuk babam o günlerde zatürreye yakalanmış. Bakmışlar ki, uzun yola dayanamayacak, köyün Alevi ağasına bırakmışlar. Yaşarsa senin oğlun olsun, ölürse de bir mezarı olsun diye. Babam yaşamış, ama ailesinin tamamı Erzurum’da çeteler tarafından katledilmiş. Biraz büyüyünce de kendisini İstanbul’a atmış. Bize hep halasını anlatırdı. Yıllarca onu aradı, o halasını bulamadı ama ben sizi buldum.”

Bunları söyledikten sonra yaşlı gözlerle şunları eklemişti:

“Ya işte böyle yeğenim, ben senin mühtedi dayınım.”

Yıllar önce ninesinden duyduğu ‘mahzen’ sözcüğü gibi, ‘mühtedi’nin de anlamını öğrenmişti: “Kendi dinini bırakarak başka bir dine geçen kişi.” Adının neden Mehmet olduğunu da o zaman anlamıştı büyük dayının. Hayganuş doğan, Hatun yaşayan büyük ninenin yeğeni Mehmet’in aracılığıyla kocaman bir ailenin ferdi olduğunu öğrendi, asma fidelerini ninesiyle seyre dalan küçük kız.

O günden sonra Marsilya’dan, Kanada’dan, Amerika’dan telefon tellerini yol yapan sohbetler başladı. Arasına Türkçe sözcüklerin sıkıştırıldığı İngilizce-Fransızca kesik sohbetlerin başlangıç sözcüğü ‘Hayganuş Nine’ydi.

Hani devletin açtığı soy kütüklerinde de Hokar Dede’nin karısı olduğu tescilli olarak, dosta düşmana görünen Hayganuş.

Saçlarına ak düşmüşken bile annesini-babasını özleyen ve bunu sadece torununa anlatabilen Hayganuş’un şimdi birer İngiliz, Fransız, Amerikalı olan bilmem kaçıncı dereceden yeğenlerinin evlerinde küçük kızın onlara gönderdiği alnı dövmeli fotoğrafı baş köşede duruyor.

Hayganuş’un ruhu ise; Kümbet’in define avcıları tarafından onlarca kez yağmalanan mezarlığının en ucunda karşıdaki bağları seyrediyor.


Ahval News

Yorumlar kapatıldı.