İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kıyımda halaya durmak

Ragıp ZARAKOLU

Kıyıma uğramak Osmanlı döneminde, Müslüman olmayanlar tarafından bir çeşit kader olarak algılanırdı. Bir çeşit fırtına, bir çeşit deprem gibi… Tıpkı Yahudilerin pogromu bir çeşit kader olarak kabul etmeleri gibi… Giden gider, arkasından sağ kalanlar yaralarını sarar, yaşam şu ya da bu şekilde görece normalleşirdi.

Direnmek, daha fazla kıyıma uğramaya neden olur diye düşünülürdü. Her şeye karşın biat, onursuzca da olsa hayatta kalmanın tek yolu olarak düşünülürdü.

Yahudi halkı bu nedenle sessizce boyun eğerek toplama kamplarına yürüdü.

Tehcire çıkarılan Ermeniler de…

Hatta, birçok Ermeni devrimci köylere gelip yaklaşan felaketten ve direnişten söz ettiklerinde, “Siz bizi kestireceksiniz” denilip tepki görmüşlerdi.

Dar ül İslam barış içinde yaşamayı simgelerdi, her ne kadar ikici sınıf statüyü kabul etmek, yüksek vergiyi ödemek anlamına gelse de. Dar-ül İslam’ın koşulu, koşulsuz biatti.

Biatin bittiği noktada, artık Dar ül Harb dönemi başlardı.

Cihat yani Kutsal Savaş.

Bütün güvencelerin, hoşgörü ve hakkın ortadan kalktığı durum.

Arkasından yeniden biat edildiğinde, yeniden Dar ül İslam’a, yani barış evine geçilirdi.

1839 yılında tanzimat ilan edilip, tellallar “Artık gavura gavur denmeyecek” diye bağırarak dolanmaya başladıklarında, bunu ciddiye alan gayrimüslimler, fiili olarak yürürlükte olan şeriatın acımasız kıyımları ile yüz yüze kalacaklardı.

1914 kasımında, 1. Dünya Savaşı’nın bir parçası olarak Cihat ilan edildiğinde, kıyımın jenoside, tam temizliğe” dönüştüğü moment yaşanıyordu. Cihatın her şeye karşın bittiği bir nokta vardı. Jenosidin ise yok.

Peder Abraham Garis’in “BOTE 13 Günlük Cehennem/Süryani Köyünde 1915 Mezalimi”  (Belge Yayınları 2017) adlı kitabında bir husus dikkatimi çekmişti:  Kıyım sırasında, kıyımı yapanların halaya durması. Kiliseye sığınan komşularına saldırırken halaya durabilmek! Dansın bir ajitasyon aracına dönüşmesi…

Zülküf Kışanak’ın “Yitik Köyler/Bin Yılların Kültür Mirası Nasıl Yakıldı” adlı kitabı (Belge Yayınları 2004), 1915 yılında yakılıp yıkılan ve nüfusu tehcir edilip kıyıma uğrayan köylerin, daha sonraki on yıllarda patlak veren Kürt başkaldırıları sırasında ve 1993-95 kirli savaşında nasıl yıkıma uğradığına tanıklık eder. Ve bu kitabın çıkışından 11-12 yıl sonra kim bilebilirdi, Sur’un, Cizre’nin, Nusaybin’in kadim mekanlarının acımasız bir yıkıma uğrayacağını?

Kıyıma ortak olanın, hatta bundan nemalananın daha sonra kıyıma uğraması.

Zilan Ermeni kıyımının en sert geçtiği yörelerden biriydi. Ve daha sonra Zilan Kürtleri kendilerinin kıyımını yaşayacaklardı.

Muş yöresinde Gülizar’ı kaçıran Musa Bey, daha sonra başkaldırdığında Ankara tarafından infaz edilecekti.

Hakkari’deki kıyımdan kurtulup Urmiye’ye gelen Nasturi Patriği Mar Şamun Benyamin Simko tarafından tuzağa düşürülüp katledilirken, Simko’nun kendisi de 15 yıl sonra İran devleti tarafından katledilecekti.

Bote kitabının girişinde, olayı anlaşılır kılan iyi bir sunum yapılıyor:

“1915, dönemin Osmanlı Yöneticileri Enver, Talat ve Cemal paşaların başını çektiği İttihat ve Terakki iktidarının başta Ermeniler olmak üzere Anadolu’nun en eski yerleşik halkları olan Hristiyanları yok etme fermanını çıkardığı ve tüm ülkeyi bir cehenneme, bir mezbahaya ve mezarlığa çevirdiği yıldır.”

1915, Ermeniler için “Medz Yeğern” (Büyük Felaket), Süryaniler için “Seyfo” (Kılıç), Rumlar için ise “Sfagi” ya da “Xerisomos” (katliam) demektir; yani soykırım.

O yıllarda Almanya’da, aradaki iş birliğinin yakınlığına binaen Osmanlı İmparatorluğu’na artık “Enverland” deniyordu. İttihat Terakki yönetimi kaderini Alman İmparatorluğu’nunkiyle birleştirmiş, sıkı bir müttefik olarak savaşa da birlikte girmişti. İstanbul’daki Almanya büyükelçiliği Osmanlı toprakları genelinde neler yaşandığını gayet iyi biliyordu; konsolosluklardan gelen raporlar Hristiyan halklara yönelik toplu katliamları tüm detaylarıyla gözler önüne seriyordu.

İstanbul’daki Alman Elçisi Hohenlohe-Langenburg, 31 Temmuz 1915’te, Diyarbakır bölgesindeki gelişmeleri şöyle aktarıyordu:

“Diyarbakır Valisi Reşid Bey bu ayın başından beri kendi bölgesindeki Hristiyan nüfusa karşı ırk ve din ayrımı gözetmeksizin sistemli bir imha başlattı. Bu durumdan en çok etkilenenler özellikle Mardin ve Tell Ermen (Kızıltepe) Ermenileri ile Djeziret ibn Omar (Cizre) ve Nisibin (Nusaybin) bölgelerindeki Keldani Hristiyanları ile dağınık halde yaşayan Süryaniler oldu.”1

1 bk: Tessa Hofmann, “Takibat, Tehcir ve İmha / Osmanlı İmparatorluğu’nda 1912-1922 yılları arasında Hıristiyanlara yönelik yaptırımlar”, Türkçesi: Suzan Zengin, Belge Yayınları, İstanbul, Ocak 2013. 2 yıl gerekçesiz zindanda tutulan insan hakları Aktivisti ve Gazeteci Suzan Zengin ne yazık ki bu kitabın çıkışını göremedi. Serbest bırakıldıktan sonra, cezaevinde çökertilen kalbi ameliyat sırasında pes etti.

https://www.evrensel.net/yazi/83577/kiyimda-halaya-durmak

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın