İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hey gidi Baba İshak, hey gidi Kahta

Ragıp ZARAKOLU

Sırrı Özbek, gelecek yıl 70 yaşını doldurup, bizim 70’ler grubuna duhul olacak. Kendisi Adıyaman Kahtalı. Gizemli hikayelerle dolu bir coğrafya, ta Komagenelerden, Nemrut Dağındaki devasa heykellerden. Özbek, bir anlamda coğrafyasının yaşanmış öykülerini kitaplaştıran bir dengbej, bir anlatıcı.

Bir öğretmen (fizik/kimya) olarak başlattığı meslek yaşamına, bir de avukatlık ekledi, oradan siyasetçi ama düzeyli bir siyasetçi olarak devam etti. Halkçı Partinin, 1980 sonrası 17. dönem en genç milletvekillerinden biriydi Adıyaman’dan. CHP’den 22. dönem milletvekili oldu İstanbul’dan. Siyasetçiliğinde, Diyarbakır Cezaevi vahşetini Meclis gündemine taşıyışı ile hatırlıyorum onu. Son dönemde de iğrenç suikasttan sonra Hrant Dink için yaptığı konuşma ile.

Deniz Baykal için çok fazla gelen “nitelikli” bir kimliği olduğu için bir daha seçilmedi. Kılıçdaroğlu ise, neredeyse Deniz Baykal’ı aratır hale soktu sözde siyaseti. Ama iyi oldu Baykal’ın Özbek’e çizik atması, başarılı dürüst siyasetçi kimliğini, iyi bir yazar olarak sürdürüyor.

Doğan Kitap’tan çıkan “Hasut” adlı kitabı dışında bütün kitapları Belge Yayınları’ndan çıktı: Kökünü Arayan Çınar, Tosbağa Avcısı, Faili Meçhul Bebek adlı öykü kitapları, Taammüden adlı romanı ve Yele Yazılan Yazılar adlı denemeler kitabı.

Kökünü Arayan Çınar adlı bu kitaptaki öyküler, 50 yıllık bir zaman dilimi içinde (1937-1987) acının coğrafyasından sürgüne gönderilerek yok edilmeye çalışılan, hep var oldukları halde, hiç yokmuş gibi gösterilen, onca zulme, haksızlığa ve adaletsizliğe muhatap olan, onca acılar yaşayan, yok sayılan mazlumların yitik hayatlarından birer kesit sunmaktaydı. Bunlar arasında favorim, 1915’den sağ kalan Ferman’ın öyküsü ile kendini 12 Eylül zindanlarında bulan Türkücü Kahtalı Mıçe’nın öyküsü idi.

Tosbağa Avcısı her nedense bana Osman Hamdi Bey’in tablosunu hatırlatmıştı. Orada da eşkıyalığın anlatıları vardı. Kendisi gibi Adıyamanlı olan ve halen zindanda ikamet eden Barış Süreci Pazarlıkçısı Sırrı Süreyya Önder, Tosbağa Avcısı’nı şöyle nitelemişti: “Sırrı Özbek, yarım asra sığan tanıklıklarını, bir hakikatli komisyona anlatır gibi öyküleştirmiş. Nicedir böyle gerçek bir şey okumamıştım.”

Faili Meçhul Bebek, biraz da gerçeküstücü izlenim bırakan ama tam da yaşamın gerçekliklerini, yaşanmış anlarda yansıtan öyküleri topluyordu. Özbek’in kendi deyişi ile “Hayat hatırlanabilen anların çokluğuyla güzel ve anlamlıdır. Bu kadar çok ve anlamlı şey hatırladığım için ben de Violeta Parra gibi hayata teşekkür ediyorum, yaşadığım her an için.”

Özel bir coğrafyadan çıkıp, öğretmen, avukat ve siyasetçi olarak yaşadıklarını belleğinde taşıyan Sırrı Özbek, bunları öyküleştirmeyi de başarıyla yerine getirdi. Anlatmak için aynı zamanda dinlemeyi, görmeyi bilmek gerekiyor. “Taammüden” adlı kitabında ise Kürtlüğün anlatılarına dalıyordu. Fatê Hatun’dan bütün bilinmeyenleriyle Şeyh Said kalkışmasını, Yusuf Duzcu’dan töre cinayetini ve Zühre’nin hazin sonu, baba katili Derya’dan acı hayatı, Cudi’li Cemal’den, Cemali Hessi Hesen’den Cudi köylülerinin ve Zeynê’nin dramatik öyküsünü aktarıyordu bize.

Hasut ise Ferhat’ın son sabahını anlatan bir roman. Ferhat’ın, henüz küçük bir çocukken, Anadolu’nun ücra bir ilinde, babasının vilayet konağı önündeki katafalka konmuş tabutunun önünde başlayan ve İstanbul’da bir sokakta biten macerasıydı anlatılan. İki Herifli Yıldız’ın, Dört Avratlı Sülo’nun, Anadolu’nun kadim bir kasabasında dede ve babası tarafından diri diri gömülerek katledilen ceylan karası gözlü kızın hikayesi, bir doğu masalının büyülü havası içinde işleniyordu.

Adaşı Sırrı Süreyya gibi Özbek’i değerli kılan bir Türk olarak “ötekileştirilenlerin” öykülerine yabancı kalmayışları. Sırrı Önder’in filmi, “Beynelmilel” herhalde 12 Eylül rejiminin ruhunu yansıtan en başarılı film olarak anılacak ilerde, Mussoli’nin İtalyası’nın ruhunu anlatan “Sinema Paradiso” ya da “Amarcord” gibi.

Ve Sırrı Özbek’in Namekan & Baba İshak’ın Uzun Yürüyüşü adlı son romanı ise bu kez bölgenin bir başka zenginliği olan Aleviliğin çarpıcı bir başkaldırısını konu alıyor, Selçuk “Sultan”ı na karşı. Destansı bir anlatı. Hey gidi Babai isyanı! Hey gidi yeni Sultan mukallitleri!

Zulüm bu coğrafyanın at oynattığı alan ise aynı zamanda isyanın, başkaldırının, yani umudun da yöresidir.

Bu coğrafyadan bir de Samsatlı Lukianos çıkmış, Sarkastik dili ile. Malatya ile Adıyaman Nemrut’u paylaşamaz. Ne gerek kavgaya, Samsat’tı bütün o yörenin ortak adı. Bir zenginlik değil mi, bizim Samsatlı’nın yazılarını Nurullah Ataç, ta 1940’larda çevirmiş, dünya klasikleri dizisinde Maarif Bakanlığının.

Hrant Dink de sahi, Samsatlı idi, değil mi? Misyonerler cinayeti de orada işlendi değil mi? Yörenin anlatıları asla son bulmayacak.

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın