İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Batı’nın küçük adamları

***HyeTert, bu kaynağın ve/veya içeriğin yanlış ve/veya yanıltıcı bilgiler ve/veya soykırım inkarcılığı, ırkçılık, ayrımcılık ya da nefret suçu içerdiği/yaydığı kanısındadır. Metni paylaşmadan önce bu uyarıları göz önüne alarak, içeriği ve/veya kaynağı güvenilir kaynaklardan kontrol ediniz.***

Dr. Arda Süar

Geçtiğimiz hafta ülkemize gelen Yunanistan’ın sol popülist başbakanı Çipras, resmi ziyaretleri kapsamında Anıtkabir’e gitmedi. Ve ne yazık ki bu konu ülkemizde ciddi bir gündem olmadı. Bir önceki Suudi Arabistan Kralı da aynı densizliği yapmıştı. O zaman büyük tepkiler gösteren, konuyu hemen şeriatçılık – laiklik tartışmasına getirenlerde ne yazık ki “Çiprasgül”ün tavrına yönelik benzer bir tepkiyi göremedik. Bu ayıbı ömürleri boyunca yakalarında taşısınlar, bir daha da utanmadan kalkıp Anıtkabir’e gitmesinler.

Kendi kurduğu sosyalist cephenin önemli tüm bileşenlerini iktidar olduktan kısa süre sonra kaybeden, dişli denebilecek diğer siyasi figürlerin ağır sözlerle yerin dibine sokarak yanında ayrıldığı Çiprasgül, Yunanistan toplumunun içinde bulunduğu derin çaresizliğe derman olamadı. Seçimlerde ne söylediyse birer birer yaladı ve ülkesini IMF programlarına, kemer sıkma politikalarına mahkum etti.

Tabi Yunanistan’ın içine düştüğü ekonomik çöküntü benzer duruma düşmüş diğer ülkelere göre daha farklı bir çerçevede geliştiği için; krizin faturasının bir kısmının çalışan kesimlere yüklenmesi olması gerekendi. Yunanistan dev şirketler, uluslararası sermaye, global karteller ve ekonomik yolsuzluk çeteleri eliyle batan bir ekonomi değildi. Yunan Bürokrasisinin AB’yi ekonomik raporlar ve bütçe detaylarında sistematik bir şekilde “dolandırdığı” ve bahçesi olmayan hastanede işe gitmeden maaş alan yedi bahçıvanın olduğu örnekler yaşanmış bir ülke olarak; ortaya çıkan faturanın bir kısmının da bu kolaycılığa tamah etmiş halk tarafından karşılanması gerekiyordu.

Ancak Çiprasgül seçim meydanlarında bağırırken bu konularda alabildiğine sosyalist, alabildiğine halkçı, alabildiğine emekten yana takılıyordu. Gel zaman git zaman tipik bir oportüniste dönüştü. Esasen en başta da böyleymiş ama makyajı akana kadar ne Yunan halkı ne de dünya kamuoyu bu aldatmacayı fark edememişti.

Heybeliada Ruhban Okulu ziyaret edip dini ayine katılan Çiprasgül, ülkesinde binlerce papazı devlet memurluğundan çıkartan, laiklik anlayışı oldukça radikal çerçevede işleyen bir ateist. Ruhban Okulundan önceki ziyareti de Ayasofya.

Şimdi; dini kimliklerin siyasette ve toplumdaki ağırlığına savaş açan bu adam; ülkemize bir dış ziyarete gelince ırkçı ve dinci Yunan faşistlerinin hezeyanlarının temel argümanı yerlere gidiyor. Bunu ülke dış politikasına bağlı bir devlet adamlığı olarak yorumlamak isteyenler varsa kendilerini saflıklarıyla baş başa bırakıyorum. Çiprasgül su katılmamış bir popülist olarak; damarlarında gezen ırkçı ve dinci faşist genlerine uygun davranmıştır. Anıtkabir’e gitmeye tenezzül etmeyecek kadar büyük bir densizlik yapması da bunun net bir kanıtıdır zaten. Geçmişte ülkemize gelen tüm Yunan siyasetçiler Anıtkabir’e gittiler, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin protokol kurallarına birer devlet adamı olarak içlerinden gelse de gelmese de uydular. Üstelik çoğu da Atatürk’e içten övgülerini dile getirdiler.

Peki bu bebek yüzlü üçkağıtçının tutumunu terazinin diğer kefesine koyduğumuz zaman karşımıza çıkan tablo nedir? Tek kelimeyle “düşmanlıktır”. Heybeliada Ruhban Okulu’nu ziyaret eden ilk Yunan başbakanı olduğu günlerde ayrıca (bildiğim kadarıyla) Anıtkabir’e gitmeyen ilk Yunan başbakanı unvanını da aldı. Alsın bu iki beratı, münasip gördüğü yerine iliştirsin. Geçtiğimiz haftalarda kendisinin başında olduğu koalisyonun ortaklığından ayrılan faşist partinin yetkililerine bir zeytin dalı olarak da uzatabilir.

ÖTEKİ BEBEK YÜZLÜ

Fransa Cumhurbaşkanı Macron da Çiprasgül’ün bu kepazelikleri sergilediği hafta kendi ülkesinde benzer çapta bir cehalet ikrarını ülkesinin politikası olarak ortaya koydu. 24 Nisan tarihini Ermeni Soykırımı günü olarak ilan etti. Ermeni diasporasının yüz senedir en büyük hamilerinden olan Fransa’nın bu kararı alması zaten uzun yıllardır beklenen bir şeydi. Zira biz Mustafa Kemal devrimleriyle “ilim ve irfan Avrupa’sının” peşine düştüğümüz günden beri, bu ülkelerin siyasetçileri ve onları tasmalarından tutarak besleyip semirten sonra da hoşlarına gitmeyenlerin üzerine salan para babaları hala 1910’ların savaşçı, gaddar ve acımasız Avrupası’nda otlamaya devam ediyorlar.

İktidara partisiz olarak gelen ve küresel ölçekte büyük bir medya kampanyasıyla balon olarak şişirilen Macron’un demokratlığının ve vatanseverliğinin “sarı yelekliler” eylemlerinde dökülen bir makyajdan ibaret olduğu ortaya çıktı. Ülkesinin çalışan kesimlerine yönelik sert ekonomik politikalar yürüten ve çiftçileri neredeyse kendisine düşman görecek kadar gözü dönmüş bir vahşi kapitalist olan Macron; sanki çok anlarmış gibi çıktı ve Ermeni meselesiyle ilgili hüküm verdi. Laf… Dünyayı sömüren en büyük ekonomik kartellerinin bankalarında yetişmiş bir adamdan zaten insanlık namına bir şey beklemiş olmak bile hepimizin öngörüsüzlüğü ve ayıbıdır.

1914 yılında yaşananların bir soykırım olmadığı, karşılıklı büyük çatışmalar sonucunda “mukatele” denen kavram içerisinde yer aldığını başta Ermeniler ve onların hamiliğini yapanlar bizden de iyi biliyorlar. Ama ne de olsa siyaset; özü itibariyle şeytanlık etmekten çok da farklı bir şey olmadığı için tarihi eğip bükmekten ve bir milleti zan altında bırakmaktan hiç çekinmiyorlar.

Modern anlamda soykırımın mucidi ve uygulayıcısı olan Almanlar da el altından bu politikalara sürekli destek verip; ne kadar Türkiye düşmanı yapı varsa pışpışlıyorlar ki; kendi rezaletlerine bir ortak bulabilsinler. Aslında aradıkları ortaklar kendi civarlarında epeyce mevcut. Kuzey Amerika’da, Çin’de ve Hindistan’da İngilizlerin, Güney Amerika’da İspanyollar ve Portekizlilerin, Afrika’da bu üçüyle beraber Hollandalı, Belçikalı, İtalyan, Fransız otuz iki kısım tekmili birden alayının asırlarca yaptıklarına biraz baksalar kendilerini çok güzel bir şekilde aklayabilecekler. Ama aynı mahallenin çocukları oldukları için bunların yaptıklarını gündeme getirmek Almanların pek işine gelmiyor. Onların derdi “karşı medeniyetten” bu suça bir ortak bulmak.

PARA ALAN EMİR ALIR

Yetmiş sene önce başlayan ve son kırk senedir şirazesinden çıkmış olan yanlış ekonomik yönetimlerin faturasını Türkiye artık ödeme noktasına geldi. Bu faturayı ödetmek isteyenler açısından Türkiye köşeye sıkışmış durumda.

Devasa bir cari açık, ödemeler dengesi problemi, her geçen gün eriyen üretim kapasitesi ve manyakça bir tüketim hastalığına yakalanmış toplumumuz; tarihinin en büyük tehlikelerinden biriyle karşı karşıya.

Suriye’deki durumun artık kilitlenmiş olması, Akdeniz doğalgazının piyasaya sürülme kararının enerji kartelleri tarafından gündeme alınması, dünyada popülist liderlerin iyiden iyiye güçlenmesi sebebiyle devletleri kolayca manipüle edebilme… Bütün bu faktörler, ekonomik olarak içine düştüğümüz açmazla birleşince; yüz sene önce rafa kaldırılan dosyalar birer birer açılıyor.

Ruhban Okulu vesilesiyle bir ekümenik devlet endişesi daha önceleri Ortodoks mezhebinin Katolikliğe göre siyasal olarak yorumlanmasındaki fark nedeniyle mümkün görülmezken; bugün Ortodoks kilisesi Doğu Avrupa jeopolitiğinde hiç olmadığı kadar önemli bir politik argüman haline geldi. Rusya – Ukrayna krizi son dönemde tamamen İstanbul Patrikhanesi üzerinden yürüyor. Ermeni yalanları zaten bir asırdır sürüp gidiyor. Güneydoğu meselesini yeniden alevlendirmek için Türkiye sınırları içerisindeki faaliyetlerinden sonuç alamayanlar, sınırın öte yanında oyun kuruyorlar. İşin kötüsü dünyanın birbiriyle en gırtlak gırtlağa giren devletleri; konu bunlar olunca bir anda kol kola giriyorlar ve türlü tuzaklara Türkiye’yi itiyorlar.

Ekonomik olarak ülkemizin acilen tarım ve turizm merkezli, kısa vadede ülkemize nefes aldıracak planlara yönelmesi; eğitim sistemimizin içine düştüğü cenderen kurtarılması ve bir seferberlik anlayışıyla akıldan ve mantıktan ibaret politikalarla rayına sokulması gerekiyor. Yoksa Lozan’da dirayetiyle Batı’nın ahlaksız ve ucuz adamlarını dize getiren İsmet Paşa’ya o günlerde söylenen “reddettiğiniz tüm tekliflerimizi, bizden para istediğiniz zaman bir bir önünüze getireceğiz” sözü tedavüle girmek üzere. Çünkü ne yazık ki dünyadan yaptığımız en büyük ithalat “para”.

https://www.kocaeligazetesi.com.tr/makale/1869617/arda-suar/batinin-kucuk-adamlari

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın