İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hangisi daha güzel? (2)

***HyeTert, bu kaynağın ve/veya içeriğin yanlış ve/veya yanıltıcı bilgiler ve/veya soykırım inkarcılığı, ırkçılık, ayrımcılık ya da nefret suçu içerdiği/yaydığı kanısındadır. Metni paylaşmadan önce bu uyarıları göz önüne alarak, içeriği ve/veya kaynağı güvenilir kaynaklardan kontrol ediniz.***

Oğuz Çelikkol

Dışişleri Bakanlığında 37 yıl çalıştım. Şimdi ülkemizin genç diplomatlarının ve dış politika uzmanlarının yetişmesine katkıda bulunmaya gayret gösteriyorum. Öğrencilerimin bana yönelttikleri soruların başında, diplomat olarak görevli olduğum dönemde bulunduğum ülkelerden, yaşadığım ve ziyaret ettiğim şehirlerden en fazla hangisini beğendiğim, hangi ülke ve şehrin bende daha fazla etki bıraktığı oluyor. 

Bu konudaki düşüncelerimi geçen yazımda paylaşmaya başlamış, New York (Birleşmiş Milletler) Daimi Temsilciliğimiz ve Beyrut Büyükelçiliğimizdeki görevlerimle ilgili bazı anılarımı, BM ve Lübnan’la ilgili bazı görüşlerimi aktarmıştım. Geçen yazımda Vaşington Büyükelçiliğimizdeki görevimle ilgili kimi anı ve düşüncelerimi de aktarmaya başlamıştım.

Vaşington’da 5 sene görev gördüm. Büyükelçilikte takip ettiğim, dosyası bende bulunan konular arasında Kongre’deki Türkiye ile ilgili sorunlar, Vaşington’da dış politikayı ilgilendiren lobi gruplarının faaliyetleri ve ABD’nin Orta Doğu politikası da bulunuyordu. Bu nedenle ABD Kongresi’nde çok vakit geçirdim, Kongre üyelerinin dış politika konusundaki yardımcılarına Türkiye ve Türkiye-ABD ilişkileri konusunda bilgi aktarma görevini yürüttüm, Kongre üyelerine yapılan ziyaretlere katıldım.

ABD’de yürütme görevini üstlenen Başkan ile yasama görevini üstlenen Kongre arasında tam bir denge bulunmakta, ABD Anayasasının kurduğu, Türkçeye                “kontrol ve dengeler” sistemi olarak çevrilebilecek bu durum, özellikle Kongrenin ve Başkanlık makamının farklı bir parti tarafından kontrol edilmesi halinde devlet sisteminin işleyişinde tıkanmalara neden olabilmektedir. Bu durum iç politikada daha sık görülmekle beraber dış politika için de geçerlidir.

ABD siyaseti, ülke bağımsızlığını kazandığından bu yana iki partili bir sisteme dayanmaktadır. Bu iki siyasi kuruluş Cumhuriyetçi ve Demokrat Partilerdir. Bu iki parti arasında ideolojik çok büyük bir fark olmaması, iki partinin de sorunlara bakışının önemli farklılıklar göstermemesi ABD’nin yönetimini kolaylaştırmakta, Başkan ile Kongre arasındaki işbirliğini (Başkanlık makamı ile Kongre farklı parti tarafından kontrol edildiği zamanlarda da) mümkün kılmaktadır.

Buna rağmen çok genel hatlarıyla Cumhuriyetçi Partinin daha fazla beyaz seçmen tabanına ve muhafazakar kesimlere dayandığını, Demokrat Partinin daha fazla siyah ve latin kökenli seçmen tarafından desteklendiğini, Demokrat Partinin kadın hakları, kürtaj ve LBGT hakları gibi ABD’yi bölen konularda daha liberal tutumlar izlediğini söylemek mümkündür. Öte yandan ABD’nin (nüfus ve toprak genişliği bakımından) büyük bir ülke olması ve federal yapısı da ABD’deki mevcut iki partili “kontrol ve dengeler”  sisteminin işleyişine katkı yapmaktadır.

Vaşington Büyükelçiliğimizde müsteşar olarak görevli olduğum 5 yıllık (1985-1990) dönemde ABD Başkanlık makamında ilk önce Ronald Reagan, daha sonra da George Bush bulunuyordu. 1981 ve 1985 yıllarında iki kez Başkan seçilen, Başkan Reagan’ın görev süresi 1989 yılında tamamlandı ve yerine (yine Cumhuriyetçi Partiden olan) George Bush seçildi. Esasen George Bush, Başkan Reagan’ın Başkan Yardımcısıydı ve seçilmesinde Reagan’ın popülaritesi önemli bir rol oynamıştı. 1986 yılında patlak veren İran-Kontra skandalı nedeniyle Başkan Ronald Reagan zor günler yaşasa da, Reagan’ın popülaritesi düşmedi ve Başkan Yardımcısı Bush’un Başkanlık seçimini kazanmasında da etkili bir rol oynadı.

Vaşington Büyükelçiliğimizdeki görevime başladığımdan kısa bir süre sonra patlak veren İran-Kontra skandalı Beyaz Saray koridorlarında işlerin nasıl döndüğünü, Başkanın karar almasının Beyaz Saray’daki görevliler tarafından nasıl etkilenebileceğini, Amerikan kanunlarının bile nasıl çiğnenebileceğini göstermesi bakımından çok ilginçti. İran-Kontra skandalının yıldızı (ABD Başkanına dış politika ve güvenlik konularında yardımcı olan) Beyaz Saray Milli Güvenlik Konseyinde görevli olan yarbay Oliver North’du.

Oliver North, Lübnan’da o dönemde tutulan (çoğu Amerikalı) Batılı rehinelerin serbest bırakılması için İran’la gizli müzakereleri yürüten kişiydi. Bu dönemde İran komşusu (Saddam Hüseyin yönetimindeki) Irak’la savaşmaktaydı. Oliver North’un İran’la Beyrut’ta yürüttüğü gizli müzakereler kısa zamanda ABD’nin gizli bir şekilde İran’a silah satışına dönüştü. Bu dönemde (görünüşte) ABD’nin İran’la bütün ilişkileri kesikti ve İran’a (silah satışı başta olmak üzere her türlü) mal ihracatını yasaklayan Kongre kararları bulunmaktaydı.

İran’la Beyaz Saray’ın yürüttüğü gizli silah satışından elde edilen gelirlerin bir Güney Amerika ülkesi olan Nikaragua’da dönemin solcu yönetimini devirmeye çalışan anti-komünist Kontra gerillalarını desteklemek için kullanılması da skandalın ikinci ayağıydı. Hem İran’a silah satışı hem de kazanılan bu paranın Nikaragua’da iç savaşta Kongre onayı olmadan kullanılması Amerikan kanunlarına aykırıydı ve bütün bu gizli operasyon, Lübnan’da yayın yapan bir gazetenin haberi üzerine, 1986 yılında Vaşington’da büyük bir skandal olarak patlak verdi.

Vaşington’da bulunduğum sırada ilgi ile izlediğim İran-Kontra skandalının bugün de ABD’nin Güney Amerika ve Orta Doğu’daki bazı politikalarına ışık tutabileceğine inanıyorum. İran-Kontra skandalı genç bir diplomat olarak bende ABD’nin bazı politikalarının arkasında görünürdekinin dışında bazı sebepler, çıkarlar aranması gerektiği algısını bırakmıştır. 

Vaşington’da görev gördüğüm dönemde Türkiye-ABD ilişkileri iyi bir düzeydeydi. Sovyetler Birliği’nin yıkılma aşamasına geldiği ve Soğuk Savaşın sonuna yaklaşılmakta olduğu bu dönemlerde, Batı-Doğu ilişkileri bağlamında Türkiye önemliydi ve Türkiye’nin önemi bölgesinde (Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar’daki) gelişmelerle artmaktaydı. Türkiye-ABD ilişkileri için ciddi bir tehdit ise Vaşington’un içinden ABD Kongresi’nden geliyordu. ABD’deki Ermeni lobisi 1985 yılından itibaren ABD’ye 1915 olaylarıyla ilgili kendi yorumunu kabul ettirmek ve 1915 olaylarını 20. yüzyılın ilk  “soykırım” olarak tanıtmak için yoğun bir gayret içine girdi.

Ermeni lobisi ilk önce 1915 olaylarını “soykırım” olarak tanıyan bu karar tasarılarını Kongre’nin Temsilciler Meclisi kanadına getirmeye başladı. Ermeni lobisinin seçmen baskısına daha açık olan Temsilciler Meclisi’nden bir karar çıkartılmasının daha kolay olacağını düşündüğü anlaşılıyordu. 1985 yılında Ermeni lobisinin baskısı altındaki milletvekilleri tarafından getirilen “Ermeni Soykırım” karar tasarısı ilgili Komitelerden geçti, ama Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’ndan geçmesi önlendi. Ermeni lobisi bundan sonra her yıl bu karar tasarılarını Temsilciler Meclisi’ne getirmeye başladı.

Bu dönemde ABD’de yaşayan Ermeni asıllı Amerikan vatandaşlarının sayısının 1 milyona yaklaştığı ifade ediliyordu. Bu rakam 350 milyonluk ABD nüfusu içinde önemli olarak görülmese de, Ermeni nüfusunun Kaliforniya, New York gibi eyaletlerde yoğunlaşması, Ermeni lobisinin bu eyaletlerden gelen Kongre üyeleri üzerindeki baskısını arttırıcı bir unsurdu. Görüştüğümüz Kongre üyeleri 100 yıl kadar önce meydana gelen olaylarla ilgili gerçeklerin kendilerini (pek de) ilgilendirmediğini, Türkiye’nin bugünkü uluslararası sistem içindeki önemini de bildiklerini, ama kendileri üzerinde ağır bir lobi baskısı olduğunu açıkça söylemekten çekinmiyorlardı.

ABD Kongresi iki kanattan oluşmaktadır. Temsilciler Meclisi 435 sandalyeden oluşmakta, Amerikan halkı Kongre’nin bu kanadında seçim bölgelerindeki nüfus oranına göre temsil edilmektedir. ABD’ni oluşturan 50 federe devletin (eyaletlerin) Temsilciler Meclisi’ne gönderdikleri milletvekili sayısı da böylece nüfus oranlarına göre tesbit edilmektedir. Temsilciler Meclisinin her iki senede bir yapılan seçimlerle tümünün seçilmesi milletvekillerini sürekli bir şekilde seçim havası içinde tutmakta, parti disiplininin çok gevşek olduğu ABD siyasi sistemi içinde milletvekillerinin seçmene olan doğrudan bağımlılığı daha da artmaktadır.

Kongre’nin Senato kanadında olan durum ise çok daha farklıdır. 100 üyeden oluşan Senato’da, nüfusları ne olursa olsun, her federe devlet (eyalet) 2 üyeyle temsil edilmekte, Senatörler de 6 yıllık bir süre için seçilmektedir. Görevleri bakımından da Senato ile Temsilciler Meclisi arasında bazı farklılıklar bulunmaktadır. Senato’nun dış politikanın oluşması, yürütülmesi ve denetlenmesindeki ağırlığı daha fazladır.

Ermeni lobisi 1985’ten itibaren 4 yıl Ermeni soykırım iddialarını başarısız bir şekilde Temsilciler Meclisi’ne kabul ettirmek için gayret gösterdikten sonra, 1989 yılında benzer bir karar tasarısını ilk kez Senato kanadına getirdi. Ermeni iddialarını “soykırım” olarak kabul eden bu karar tasarısını Cumhuriyetçi Parti içinde en önde gelen Senatörlerden biri olan Dole’un Senato’ya sunması Türkiye-ABD ilişkileri için çok ciddi bir durumu ortaya çıkartıyordu. Robert Dole’un Cumhuriyetçi Parti içinde Başkan George Bush’un rakibi olarak görülmesi, diğer yandan Partinin Senato liderlik kadrosu içinde olması karar tasarısıyla mücadeleyi zora sokmuştu.

Başkan Bush’un, Senato’daki Parti desteğini kaybetmemek için, Senatör Dole’a karşı çıkamayacağının anlaşılması üzerine Ermeni karar tasarısının Senato’dan geçme şansı büyük ölçüde artmıştı. Başkan Bush, karar tasarısının geçmesinin Türkiye-ABD ilişkilerine yapacağı olumsuz etkiyi bilmesine rağmen, Senatör Dole’u kızdırmamak için karar tasarısına karşı bir tutum alamadı ve tasarıyı engellemek için aktif bir tutum içine giremedi.

Senatör Dole’un Ermeni karar tasarısını bu ölçüde desteklemesinin sebebi ise çok ilginçti. Dole’un 2. Dünya Savaşı sırasında ağır yaralanan kolunu bir Ermeni doktor iyileştirmiş ve kesilmekten kurtarmış, Dole ile Ermeni doktoru arasındaki bağ daha sonra güçlenerek devam etmiş, Dole’un ABD Ermeni lobisiyle ilişkileri de bu şekilde başlamış ve gelişmişti. Ermeni lobisi Robert Dole’a destek sağlamakta, Dole da Ermeni lobisini memnun etmek için “Ermeni Soykırım” tasarısını Senato’dan geçirtmeye çalışmaktaydı.

Başkan Bush, Senatör Dole’un tepkisinden çekindiği için ABD yönetimi karar tasarısının engellenmesi için Türkiye’nin yaptığı çalışmalara destek sağlamıyor, sağlayamıyordu. Ancak başka önde gelen bir Senatörün karar tasarısının engellenmesi çalışmalarının liderliğini üstlenmesi ve Türkiye’nin yanında yer alması bu giderek ciddiyet kazanan durumu tersine çevirdi.

Bu dönemde Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal durumun ciddiyetini görerek Vaşington’a geldi ve Senatör Dole’la uzun bir görüşme gerçekleştirdi. Cumhurbaşkanı Özal’ın amacı Senatör Dole’u karar tasarısından vazgeçirmekti, ama bunda başarılı olamadı. Senatör Dole karar tasarısını, sonuçları ne olursa olsun, Senato’da itmekte kararlıydı. Senatör Dole’un karar tasarısını kabul ettirmedeki ısrarı iki önde gelen Senatör arasında, Kongre tarihine de geçen, karar tasarısı üzerinden yürütülen, büyük bir mücadeleyi ve rekabeti ortaya çıkarttı.

Demokrat Parti’den Batı Virginia Senatörü olan Robert Byrd, daha önce birkaç kez Türkiye’yi ziyaret etmiş, Türkiye’nin Soğuk Savaş yıllarında oynadığı başat rol Senatör Byrd’u etkilemişti. ABD iç siyasetinde kendisini büyük ölçüde destekleyecek bir Amerikan Türk lobisi olmamasına rağmen, Senatör Robert Byrd Türkiye’ye hayranlık duymakta ve Ermeni karar tasarısının kabul edilmesinin Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuz bir şekilde etkilemesinden endişe etmekteydi. Kısa sürede “Ermeni Soykırım”  karar tasarısının geçip geçmemesi iki güçlü Senatör arasında bir rekabet ve üstünlük mücadelesi haline dönüştü. (Bu yazımın devamı daha sonraki haftalarda çıkacaktır).       

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın