Ercan Yıldırım/ Yazar
Medeniyet arayışı ve gaza kültürü asıl yurdu cenneti isteyenle yeryüzü cenneti kurma peşindekini tefrik eder. Medeniyet teorisyenleri maddi zenginliği hikmet, irfan gibi kavramlarla renklendirmek isterken esasında medeniyetler çatışması tezine karşı medeniyet diyalogu etrafında Müslümanların Batı medeniyetine entegrasyonunu öne çeker.
Soğuk Savaş’ın ertesinde dünya sisteminin yeni bir doktrine geçiş aşamasını haber veren Medeniyetler Çatışması teziyle üç farklı eğilim ortaya çıktı.
Öncelikle medeniyetlerin çatışamayacağı tam tersine birbiriyle bağlantılı olduğu, medeniyet havuzu içinde milletlerin yer değiştirdiği, genel manada medeniyetlerin benzer kavramlar etrafında inşa edildiği, bunun da “doğudan batıya akan nehir” eğretilemesiyle ifade edilebileceğini izah eden indirgemeci, neoliberal siyasete denk düşen sentezci yaklaşım.
Bir diğeri Batı medeniyeti karşısında yenilen, gerileyen İslam aleminin yeniden ayağa kalkmasını “medeniyet” kavramının öncülüğüne bağlayan tez. Bu yaklaşımı geliştirenler için İslam medeniyeti ölmemiş, dipdiri, canlıdır, sadece gerilemiş, susmuş, dahası çökmüştür, bir anlamda gömülmüştür; dirilmesi gerekir.
Tarihin Sonu ile liberal demokrasiyi, kapitalizmi mutlak galip görmenin tesiriyle olacak dinamik düşünceyi öne çekenler İslam medeniyetinin öldüğünü, Müslüman’ın Batı ve küfür düzeni karşısında var olduğunu bunun için yeni bir atılıma ihtiyaç bulunduğunu belirtir.
1980’li yılların sonuna kadar İslami Hareket’in bu misyonu yerine getireceği savunulurken 90’ların neoliberal siyasal kültürü “öteki ile varolma”yı öne çektiği, İslami hareket ile “biricik” vasfını “herkesleşme”ye bıraktığı, ümmetçilikten kafir ile bir arada yaşamaya terfi ettiği için zaten Batı karşısına çıkmayı reddetmişti.
Bu süreçte İslam medeniyetinin öldüğünü, Türk kimliğinin öncülüğünde Batı küfür düzenine karşı yeni bir hareketin başlayabileceği fikri hassaten İsmet Özel vasıtasıyla geliştirildi.
Tabii 90’lı yılların atmosferinde postmodern, neoliberal siyasal tez çok kuvvetliydi; başat kavramların arasında “siyasal katılım” vardı. Bu katılım aynı zamanda ümmete de dalalet edebiliyordu, İslam medeniyetinin birikimi ile İslam aleminin bunalımının atlatılabileceğine ilişkin yargılar çoklu okumalarla yerini yepyeni siyasi projelere bıraktı.
Elde kalan retorik
2000’lerdeki Osmanlı’yı öne çeken düşünce biçimi bir anlamda İslam medeniyetinin yeniden dirilebileceği argümanından hareket ediyordu. Tabii bırakın bunalımı “aşma”yı, meseleyi tanımlamada çok ciddi sorunlar bulunduğu sonradan anlaşıldı.
Mesele İslam medeniyetinin bunalıma girmesi mi yoksa ortadan kalkması mı? Belki de Said Halim Paşa’nın vurgusu daha önemliydi, medeniyet değil İslam düşüncesi, Müslümanlar buhrandaydı.
Sorunu sadece medeniyet zaviyesine oturtunca Batı medeniyetinin güçlü bilim-teknoloji hegemonyası altında “aşma”yı bırak “uyum”a evrilebiliyorsunuz; neoliberal İslamcılığın, neoliberal solun hatta milli-yerli süreçlerin tıkandığı yer medeniyette oyalanmaya bağlı! İşin aslı 90’lardaki bu canlı düşünce hayatı siyasi meselelerin kesafetine bağlı olarak daha stabilize hale geldi. Batı medeniyeti karşısındaki arayışlarda kullanılan materyaller, tezler milli ve yerli dönemde yeni bir senteze yöneldi. Neoliberal siyasetin çokkültürlülüğü, etkileşime açık karakteri, hakikatin çokluğu meselesi yerini tekdüze varolma iştiyakına bıraktı.
Elde kala kala sadece İslam medeniyetinin ölmediği, dirileceği retoriği… Batı küfür düzenine karşı bir Türk kimliği ve millet vasfıyla karşı konulmasını içeren görüş yerine İslam öncesi mitolojik kahramanlar kaldı; Türk’ün İslami vasfı gittikçe ayrıştırılıyor. İslam medeniyeti retoriğinde eksik olan, medeniyet teorisinin bir biçimde biz Türklerin gözünün önünden kaçırılmasıdır.
Barbar, vahşi, lümpen
Hz. Ömer’den siyasetnamelerde çok fazla bahsedilmez, siyasal alana dair İslam düşüncesinin metinlerinde de… Hz. Ömer’in vasıflarının başında gaza ile medeniyeti ayırabilme yetisi gelir. Bir yanıyla ila’yıkelimetullah’ı yaymak için çarpışırken öte yanıyla devlet idaresinde emsal teşkil eden sade idareye dayalı uygulamalar sergileyip yepyeni şehirler kurmuştur.
Medeniyet kavramını kurucu kimliğinden konformist çıkarımlara endeksleyen düşünce sahası, siyasal alanın tesiriyle de ikame edildi. Medeniyetin kurucu güç, irade, ruh, bilinç değil sonuç olduğunu idraklerden kaçıran atmosfer hükmünü yürütüyor.
Esasında bakılırsa medeniyet kavramı belki uygarlık kelimesiyle birlikte ele alındığında çok farklı anlamları içeriyor. Medeniyet olumsuz manasıyla medeniyetsizliği bir açıdan cari kültür kodlarına uymamayı getirir. Bu açıdan mesela barbar, vahşive lümpen-görgüsüz-terbiyesiz birbirinden oldukça farklıdır.
Medeniyet kelimesi ilk elde ilkellikle birlikte anılır, hala alet kullanamayan ilkel kabileler uygarlıktan yoksun diye anlatılır. Zaman zaman Afrika’da “uygarlık” ile buluşmamış topluluklardan bahsedilir, nükleer silahların devrinde ok ile savunma yapan fotoğrafları anlatılarak.
Medeniyetin ikinci anlamı İbn Haldun’un hadari-bedevi kavramlarıyla izah edilebilecek boyuttadır; şehir kültürünü öğrenen, asgari “görgü kuralları”na vakıf, toplumsal ilişkilerde kolektivizmi öne çıkaranlar için medeni denir, bedevi ise yemesini-içmesini hatta öldürmesini şehirli gibi yapmayandır!
Ahmet Mithat Efendi”nin Adab-ı Muaşeret ya da Alafranga kitabı, Avrupa’ya yani medeniyete giden bir İmparatorluk üyesinin nasıl davranması gerektiğini anlatır. Burada ikili bir tutum var aslında, yürürlükteki görgü kuralları yani kültürü öğretme hem üstün Batı medeniyetinin kaidelerini belletme hem hadari manada yeni eğilimleri gösterme kaygısı taşır.
Elbette medeniyet kelimesinin asıl vurgulamamız gereken kastı Batı medeniyetidir; aktüel ve aktif medeniyet Batı olduğuna göre öteki toplumlar kendilerini ona uydurmak mecburiyetindedir. Kızılderililerin de, Afrika’daki vahşilerin de, Müslümanların da “medenileşmesi”, aktif medeniyetin kültürüne tabiiyeti manasına gelir.
Medeniyet Batı’dır…
Vahşi hala çağının geçerli teknik ve teknolojisine vâkıf olamayan, bu kültürü elde edemeyenler için kullanılır!
Lümpen ise bedeviliğin, varoşun davranışlarını içerir, hadari-şehirli olamamış ilkelliği kasteder. Belki de toplum olarak bize en fazla Halduncu hadarilik lazım, günümüzde kentlilerin bile akıntıya uymak için lümpenleştiği evrede şehirli kültürü, duruşu, estetiği, nezaket ve zarafeti daha fazla yaşayabilecek birliktelikler çoğaltılmalıdır. Lümpenizm ancak hayvanlar gibi içgüdüyle hareket etmenin sonucu gelişir, reflekslere, dürtülere, diyalogsuzluklara, linç ve saldırıya dayanır.
Lümpenliğin düşünce ve siyasal alanda yükselmesi inşayı değil çöküşü getirir; fikir ve siyaset hadaridir zira! Bu açıdan lümpenlik inşa etmez, edemez içgüdülerini kontrol eden bir güce tabi olur, insan güçle uzlaşmayı sever, güç arayışı içine girer, güce ulaşamazsa güçlünün kontrolüne girerek boyun eğme konformizmiyle gemisini yürütmeyi dener.
Medeniyet bu açıdan aktif kanalları kullanabilen mekanizmanın adıdır.
Bugün medeniyet bütünüyle Batı medeniyetinden ibarettir.
Arnold Toynbee medeniyetleri dinle ilişkilendirir. Batı medeniyeti de varlığını dine borçlu! Hristiyanlığın ontolojisini bozan yeni dini yorumlar kapitalist medeniyeti inşa ettirdi.
Galileo dünya-insan merkezli evren tahayyülünü, dünyanın güneş etrafında döndüğü teziyle yıkınca Hıristiyanlık hakkındaki tüm mitler, kutsallar, Kilise egemenliği çöktü. Çünkü insan yani İsa Ortaçağ’da varoluşun merkeziydi, hayat verenin güneş olduğu anlaşılınca İsa’nın merkeziliği ortadan kalktı.
Artık Batı insanı yepyeni bir paradigma geliştirerek rasyonalizme, pozitivizme,, Kartezyen felsefeye yöneldi. Tabii Batı medeniyetini kuran akıl aynı zamanda Müslüman hayatı karşısındaki prangaları da kırdı. Bunların en önemlisi faiz yasağıydı. Kilise tefeciliği reddediyor, günah olduğunu söylüyordu. Kapitalist medeniyet günahın yani tefeciliğin üzerine inşa edildi. Kalvinizmin felsefesi bu açıdan medeniyetin rehberi haline geldi; “Bu dünyada başarılı olan öbür dünyada da başarılı olur.”
Bu ilke açık söylemek gerekirse Müslümanları da tavladı. Müslümanın görevinin dünyayı güzelleştirmek olduğu görüşüyle Allah’ın yarattığı nimetlerin en güzellerini Müslümanların hak ettiği düşüncesi yaygınlaştı. İslami bankacılık bu zihnin mahsulüydü, medeniyet değerleriyle mütecanis bir kalkınma!
Bugün medeniyet kapitalist dünya sistemi olarak varlığını sürdürüyor; Avrupa’da doğdu ama Avrupa’yı aştı, İmparator ABD iyi bir taşıyıcı ama onun da kontrol edebildiği bir olgu olmaktan çıktı, küresel medeniyet boyutuyla tarihin en hızlı ve derin dönüştürücüsü niteliğiyle dinleri, inançları, kültürleri kapsıyor.
ABD’nin aldığı herhangi bir karar tüm dünyayı ilgilendiriyor.
Evrensellik kavramı tam da medeniyeti karşılar, dünyada geçerli dili, kavramları, teknolojiyi, kültürü üreten, yaygınlaştıran, meşru ve geçerli kılan medeniyettir, evrenseldir, o da bugün için Batı medeniyetidir. Batı medeniyeti bir İmparatorluk olarak şekillenmedi, hiçbir zaman özcü olmadı, Hind ve Çin medeniyetleri gibi otokton da kalmadı.
İslam medeniyeti dirilecek fikrindekilerin tekrar ettiği gibi bugün bir Çin, Hind, Mısır, Japon, Eskimo, İnka-Aztek uygarlıkları yok; tarihte olmuş, teknik kullanmışlar, hikmet nazariyeleri geliştirmişler, kavram üretmişler, belli bir inanç sistematiği de düzenleyebilmişler. Fakat bugün dünya genelinde geçerli, meşru dile, mefhumlara, alet üretimine, felsefesine sahip olmadıkları gibi yürürlükteki medeniyetin muadili, alternatifi ve barbarı olabilecek evsafta da değiller!
Bu eski medeniyetler bugün yürürlükteki mekanizmanın önemli bir dişlisi. Trump’ın ve Avrupa’nın yeniden duvarları yükseltmesi, bir tarafıyla Çin Seddi öteki tarafıyla Berlin Duvarı muamelesi, esasında barbarlardan kaynaklanmıyor. Medeniyet mağdurlarının mülteci konumuna düşmesinden kaynaklanıyor. Kavimler Göçü demografiyi değiştirse de paradigmaya dokunmaz!
Tarihe devletlerin ve milletlerin zaviyesinin ötesinde medeniyet ekseninde bakıldığında ontolojik sapma ile karşılaşmak mümkün. Medeniyet bir biçimiyle özneyi silen yönlere de sapabilir. Medeniyet üzerinden inşaya girişme söylemi şimdiye kadar sonuç vermediği gibi klasik kavram tekrarlarından öteye gidemiyor. Misal hikmet, irfan… nesnelerin, şeylerin, teknolojinin günümüzdeki “hikmeti” üzerine bir düşünmeye giremeyen, teknolojinin hikmetini tartışmayan Müslüman öznenin medeniyetin ihyası söylemi içeriksizleşiyor.
Medeniyetin aslı
Bizatihi medeniyet kavramı üzerinden inşa gerçekleştirme fikri de tarihi-kronolojik bir kırılmayı içerir.
Medeniyet sebep değil sonuçtur.
Medeniyet daha çok maddi olana dayanır; sermaye temerküzü burada etkili olur. Konfor medeniyetin göstergelerinden biridir, müreffeh hayat tarzı, toplumun geneline yansıyan refah medeniyet arayışının sebebini izah etmeye yeter.
Halbuki kendi medeniyet merkezindekilere refah ortamı sağlayabilmek için başka toplumların üzerinde tahakküm kurmak, giderek sömürmek medeniyet kavramının içeriğinde yer alır. Buna etkileşimi de eklemeli.
Endülüs örneğinde olduğu gibi İslami referansları öteki ile doğrulamak yerine eklektik bir yapı geliştirmek çöküşü, aslın ortadan kalkmasını getirir. Tarık bin Ziyad ve askerleri Endülüs’te şaşalı mimari inşa etmek, gavur ile birlikte yaşayacak atmosfer kurmak, maddi zenginlik için cihada girişmemişti.
Medeniyet arayışı ve gaza kültürü asıl yurdu cenneti isteyenle yeryüzü cenneti kurma peşindekini tefrik eder.
Medeniyet teorisyenleri maddi zenginliği hikmet, irfan gibi kavramlarla renklendirmek isterken esasında medeniyetler çatışması tezine karşı medeniyet diyalogu etrafında Müslümanların Batı medeniyetine entegrasyonunu öne çeker.
Sondan başlayarak İslam medeniyetini hareketlendirici öge diye tasavvur edenler medeniyetin “insanlığın ortak mirası” kabulünü dillerine dolar; öyle ya hikmet Hind’de, Çin’de, Mısır’da, Yunan’dayken İslam’a geçmiştir, bayrağı İslam’dan Batı devralmıştır.
Aslolan hikmet ise Batı medeniyetini “ötekileştirmek”, düşman görmek manasız bu anlayışa göre.
Uygarlık yükseldikçe yasaklar, kısıtlamalar, baskılar artar; medeniyet güçlendikçe insani durumlar geri çekilir, huzursuzluk artar, isyan eğilimi yükselir.
Dünyayı kontrol etme, medenileştirme, diz çöktürme meydan okumayı peşinden sürükler, Freudyen tabirle saldırganlığı körükler.
Kültür bilinci
Medeniyetin ihyası tezi İslam düşüncesini yenilemeye, Müslümanları kendine getirmeye yetmez; sadece yürürlükteki mekanizmanın sıhhatini yükseltir.
İslam medeniyet değildir; İslam dünyaya medeniyet kurmak için gelmemiştir, medeniyetlerin inşa ettiği putları yıkmaya niyetlenir.
Batı medeniyeti donmamasını, kendini yenilemesini sürekli üretime borçlu bu da kültürden geçiyor, kültür dinamik medeniyet statiktir.
Bugün Türkiye’de fikir sahasında, siyasal alanda medeniyet söylemi canlılığını sürdürüyor. Fakat medeniyet üzerinden İslam düşüncesine, ümmete, Türk milletine alan açmaya çalışanlar bir yanıyla kapitalist medeniyetle entegrasyonu öte tarafıyla İslam’ın ontolojisindeki biricikliği görmezden geliyor.Batı bilimi Müslüman aydınlardan öğrendi diyerek, nostaljiye dönüşen İslam medeniyetinin kavramlarını sıralayarak, ansiklopedi mantığıyla bilimde, düşüncede Müslüman birikimini yeni zarflar altında yayımlayıp pazarlamacılık yapılarak ümmetin önüne düşülmez!
Batı medeniyeti karşısında varoluş geliştirebilmek, liberal demokrasi sonrasında yeniden fabrika ayarlarına dönen Batı’nın yeni akınlarına direnmek dahası Türkiye’de siyasal alanı muhkem kılmak tedavülden kalkmış medeniyetle yani ruhla, kavramlarla, değerlerle değil etik, ahlak, adalet, kültür bilinciyle şekillenmiş yepyeni bir Müslüman benliği, gaza kültürü, İslami dönüşüm iştiyakıyla mümkün.
@Ercnyldrm1
https://www.star.com.tr/acik-gorus/medeniyette-oyalanmak-haber-1423802/
İlk yorum yapan siz olun