İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Antep, 1915’in tarihi açısından önemli nüanslar içeriyor’

1915 öncesi Hagop Karamanukyan ve ailesi. (Antep)

Tarihçi Ümit Kurt’un ‘Antep 1915: Soykırım ve Failler’ kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı. Kurt’la kitabından yola çıkarak, Antep’te 1915’te yaşananları ve İttihat Terakki içindeki farklı eğilimleri konuştuk.

Kitaptan faillerin torunlarıyla da görüşmeler yaptığını öğreniyoruz. Bunlardan ikisiyle yaptığın görüşmenin çözümünü de kitabın eklerinde yayımlamışsın. Torunların dedeleriyle yani faillerle ilgili duygu ve düşünceleri, ruh halleri nasıl? Bu, ‘yüzleşme sorunsalı’ açısından bize ne söylüyor? 

Kitaba konu olan faillerden Ali Cenani ve Mehmet Yasin Sani Kutluğ’un torunlarıyla mülakat yapma şansım oldu. Buradan kendilerine tekrar teşekkür etmek isterim. Kutluğ’un torunu Noyan Bey ile yaptığım görüşmeyi kendisinin isteği üzerine kaydetmedim. Noyan Bey’in, dedesi Yasin Bey’e ilişkin hafızası daha çok onun ‘İstiklal Harbi’nde göstermiş olduğu kahramanlıkları ve vatanseverliği üzerineydi. Dedesinin hiçbir biçimde Ermenilere ilişkin herhangi bir meseleyle iltisaklı olmadığını vurgulamıştı. Ali Cenani’nin iki torunu ile yaptığım görüşmede ise aslına bakarsanız benim oldukça şaşırdığım bir açıklık ve konuşma isteği vardı ikisinde de. Büyükbabalarının pek tabii siyasi geçmişine dair birçok bilgiye haizdiler, bilhassa da Mustafa Kemal ile olan kişisel ilişkisi üzerine. Ali Cenani’nin Ermenilerin tehciri ve mülklerinin el değiştirmesi sürecinde etkin bir rol oynamamış olmasının neredeyse imkansız olduğunu net bir biçimde ifade etmişlerdi bana. Yani aslında ellerinde herhangi bir bilgi, kayıt, kişisel arşiv vs. gibi belgeler bulunmamasına rağmen bu kanıda olmaları beni şaşırtmıştı doğrusu. Ben kendilerine dolaylı yollardan bile Ali Cenani Bey’in soykırımdaki rolünün varlığına ilişkin sorduğumda yine olmamasını yadırgayıcı bulacaklarını belirtmişlerdi. Tabii bu durumu ne derece ‘yüzleşme’ olarak adlandırabiliriz, bu konuda kuşkularım var. Ancak son tahlilde Noyan Bey’in aksine açık ve konuşmaya gönüllü olmaları bence önemli. Bunu belki biraz da Ermeni Soykırımı’nın üzerinden 100 yıldan fazla bir zamanın geçmesine de bağlayabiliriz. Bundan kastım her ne kadar Ali Cenani Bey bir soykırım faili olsa da torunları bundan dolayı bir sorumluluk duymadığı için belki de bu meseleyi benimle rahat konuşabildiler. Ancak bunu genele teşmil edebilir miyiz, doğrusu bundan emin değilim. Dolayısıyla ortada bir ‘yüzleşme’ olduğu kanısında değilim. Ancak Cenani’nin torunları gibi birkaç aile daha çıkıp bunları ifade ederse belki böyle bir şeyden bahsedebiliriz gibi geliyor bana.

Bu kitap için “Türkçede ilk kez failleri mercek altına alan bir çalışma” demek doğru mu? Bir başka deyişle, Türkçe literatürde 1915’in faillerini mercek altına alan ilk çalışmanın ‘Antep 1915’ olduğunu söyleyebilir miyiz?

Açıkçası kitabı “bu konuda yapılan ilk çalışma olacak” gibi bir motivasyonla yazmadım. Çıkış noktam sıradan insanların nasıl örgütlü bir kötülüğün aktif katılımcılarına dönüşebildiği üzerineydi. Burada söz konusu kişilerin ‘sıradan’lığından kasıt işledikleri ve ortağı oldukları suçun niteliğini algılama biçimleri ve buna yönelik tavır alışları. Kitabın yapısı ve zeminini bunun üzerine inşa etmeye çalıştım. Olabildiğince mikro düzeyde kalarak bu meseleyi ete kemiğe büründürmeye gayret ettim. Tabii Antep doğup büyüdüğüm, tanıdım bir şehir. Doktora çalışmam da yine Antep Ermenileri ile ilgiliydi. Dolayısıyla konuyu yine Antep üzerinden ele aldım. Bildiğimiz kadarıyla en azından Ermeni Soykırımı özelinde faillik, faillerin biyografisi üzerine yapılan ilk çalışma bu. Ama en başta da belirttiğim gibi böyle bir saikle araştırmamı yapmadım.

Antep’te yaşananları 1915’in mikrokozmosu olarak değerlendiriyorsun. Her mikrokozmosun aynı zamanda kendine has özellikler de içerdiğini düşünürsek, ‘Antep 1915’in Antep yereline has, özgün yönleri var mı?

Bu çok önemli bir soru. Öncelikle 1915’te Antep’te yaşananları 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ele alıp düşünmek ve anlamlandırmak gerekiyor. Dolayısıyla o dönem Halep vilayetine bağlı bir sancak olan Antep’i geç dönem Osmanlı tarihi bağlamından ayrı değerlendiremeyiz. Aksi, tarih metodolojisi açısından bizi bir açmaza sokar. 1915 Ermeni Soykırımı her şeyden önce bir kolektif/kitlesel şiddet hikâyesidir. Bu şiddetin politik, sosyal, kültürel ve ekonomik boyutları vardı. Ben öncelikle Antep’in bu boyutların en net biçimde görüldüğü mekanlardan biri olduğu kanaatindeyim. Bu boyutlardan en öne çıkanı ise ekonomik unsur. Ermenilerin—tabii ticaretle iştigal eden, toprak/mülk sahibi üst, üst-orta ve orta sınıf Ermenilerden söz ediyorum— göreceli olarak ekonomik anlamda refah seviyelerinin yüksek olması onları Antep’in Müslüman kitleleri nezdinde hedef haline getirmiştir. Bu noktada şehrin Müslüman yerel elitleri ve eşraf bu kitleleri mobilize etmekte bir hayli hünerli hareket etmiştir. Hatta daha da ileri giderek İstanbul’daki merkezi hükümeti ve Talat Paşa’yı Antep Ermenilerinin tehcirine ikna eden aynı yerel elitler olmuştur. Antep’i diğer yerlerden özgün kılan noktalardan bir tanesi budur. Yani başka türlü ifade etmek gerekirse: Antep’teki yerel-Müslüman eşraf Ermenilerin tehciri hususunda merkezi hükümetten çok daha istekli, enerjik ve ikna edici davranmıştır. Antep’i özgün kılan bir diğer nokta da yereldeki bu elitler ile merkezin her zaman eşgüdümlü ve koordineli çalışmamasıdır. Yerel aktörler birçok konuda inisiyatifi ele almış ve bazı durumlarda merkezi hükümetin kararlarının, talimatlarının hilafına hareket etmiştir. Bu pek tabii onları soykırımın aktif katılımcısı yapmıştır. Bu anlamda Antep’in, 1915’in tarihi açısından hem genel resmi verdiği hem de önemli nüansları içerdiği kanaatindeyim.

Her üç failde de dikkatimi çeken bir özellik, özellikle Cumhuriyet döneminde iktisadi ve ticari faaliyetler içerisinde olmaya gayret gösteriyor olmaları. Bu alanlarda pek başarılı oldukları söylenemez ama bunun için çaba gösteriyorlar. Her üç fail de birbirinden farklı kişilik özellikleri ve eğilimlere sahip olsalar da Cumhuriyet döneminde iktisadi-ticari faaliyetlere yoğun ilgi gösteriyorlar. Bunun nedeni ya da nedenleri hakkında ne söyleyebiliriz? 

Esasında her üçünün de bu tür faaliyetlerde olmasının farklı nedenleri var. Örneğin Cenani zaten halihazırda ticaretle uğraşmış; ailesine ait birçok arazi ve köy var. Cumhuriyet kurulduktan sonra Ticaret Bakanı olunca da bu faaliyetlerini devam ettiriyor. Vagon ticareti yapmışlığı bile var. Yasin Kutluğ Rumkale ve civarında büyük arazileri olan birisi, babadan kalma topraklar bunlar. Yine o da 1915 öncesinde bu arazileri işliyor. Cumhuriyet sonrası Ankara’ya davet edilmesine rağmen, Halfeti’de kalmayı ve topraklarının başında durmayı tercih ediyor. Bu arazilerin Ermenilere ait olup olmadığına ilişkin net bir bilgiye haiz değilim. Aslında burada en dikkat çeken Ahmed Faik Erner’in durumu. Kendisi bu işlerde en başarısız olanı zira ticaret erbabı değil. Yıllarca kaymakamlık, mutasarrıflık ve valilik yapmış bir zat. Cumhuriyet kurulduktan sonra siyasete bulaşmak istemediğinden farklı sektörlerde ticari girişimlerde bulunuyor ve hepsini batırıyor. Ben kendisinin Cumhuriyet kadrolarında yer bulmamasını koyu bir İttihatçı olmasına ve biraz da kendi isteğiyle uzak durduğuna bağlıyorum. İdealist bir İttihatçı olduğundan Cumhuriyet kadrolarına devşirilmeye gönüllü diğer İttihatçılar gibi değil. Ki 1926’daki İttihatçı yargılamalarını düşündüğümüzde Ahmed Faik Bey’in siyasetin tamamen dışında kalarak aslında kendince doğru bir yol izlediğini düşünüyorum. Son tahlilde Ali Cenani’yi siyasi, Yasin Kutluğ’u yerel ve Ahmed Faik’i askeri-sivil bürokratik elit olarak ele aldığımızda bu tür faaliyetlerde bulunmuş olmaları o dönem itibariyle sınıfsal konumlarıyla ters düşen bir durum değil.

Son yıllarda uluslararası literatürde de Türkçe literatürde de ‘kurtarıcılar’ konusu daha sık ele alınıyor. ‘Antep 1915’te ‘kurtarıcılar’ konusuna pek değinmemişsin. Antep’te ‘kurtarıcılar’a rastlanmadığı için mi? Yoksa bu başka bir çalışmanın konusu mu olacak?

Öncelikle bir noktanın altını çizmek isterim: gerek “faillik” gerekse “kurtarıcı(lık)” kavramlarının tanımını çok iyi yapmamız lazım. Her ikisinin de net parametreleri, prensipleri ve çizgileri olan kavramlar olmadığını düşünüyorum. Özellikle soykırım gibi kitlesel şiddet eylemlerindeki birtakım faaliyetlerin kolaylıkla ‘kurtarıcılık’ kategorisi altında değerlendirilmesini oldukça sorunlu buluyorum. Bunlar son derece esnek, kaygan ve geçişken nosyonlar. Duruma ve pozisyona göre tavır alışları içeren bir doğaya sahipler. Dolayısıyla bilhassa soykırım çalışmalarının altında bir disiplin olarak mülahaza edebileceğimiz fail çalışmaları alanında faillerin motivasyonları ve eylem repertuarlarını olabildiğince esnek, durumsal (situational) ve çeşitli koalisyonlara eğilimli bir biçimde ele almak daha nüanslı analizler yapmamıza kapı açar. Bu minvalde gerek failler gerekse de motivasyonları arasında geçişkenlikler ve esneklikler bakidir. Bu durum ‘kurtarıcılar’ için de geçerli. Bir örnekle somutlaştırmaya çalışayım. Mesela Kasım 1895’teki Ermeni katliamlarında Ermenilere yardım eden, onları evlerinde, dükkanlarında saklayan kişiler 1915’te tehciri organize edenler ve Ermenilerin mallarını yağmalayanlar olarak karşımıza çıkarlar. Bu minvalde her iki kavramın da pozisyonel ve durumsal tavır alışlara tekabül ettiğini akılda tutmakta fayda var. Bu çerçevede sorunuza gelirsek: Antep’te “kurtarıcılar” var ancak bunların eylem repertuarlarına baktığımızda böyle adlandırmak ne kadar doğru ve tarihsel bu baki bir tartışma konusu. Yakında İngilizce yayımlanacak doktora tezime dayalı kitabımda bu meseleyi de ele alıyorum. Bu vesileyle faillere ilişkin bu kitabın doktora tezimden büyük ölçüde farklı bir çalışma olduğunu belirtmek isterim.

Kitapta yer yer İttihat ve Terakki içinde farklı gruplar arasındaki iktidar mücadelesine dikkat çekiyorsun. Bu iktidar mücadelesinde Ermenilere yönelik politika konusunda ihtilaf olmadığı görünüyor diyebilir miyiz?  

Açıkçası ben tam tersini iddia ediyorum. Bakın İttihat ve Terakki gibi devasa bir yapıda herkesin belirli bir meselede istisnasız mutabakat halinde olduğunu iddia etmek eşyanın tabiatına aykırı bir durum. Hatta daha da ileri giderek şunu söyleyeyim: Nazi Almanya’sı ve Hitler rejiminin en elit kanadı olan SS gibi bir yapıda bile farklı, birbirine muhalif kişiler, eğilimler vardı. Bu yapıları güçlü kılan aslında farklı ideolojik temayülleri içermesi ve bunlar arasında esnek koalisyonlar kurabilme yetisidir. Aktörler arası bu çeşitlilik ve geçişkenlik aslında bu devasa katliamların ve yıkım olaylarının düzenleyicisi ve birinci derecede sorumlusu olan merkezdeki devlet elitlerinin işini kolaylaştıran bir faktördür. Bu esnek koalisyonlar söz konusu kitlesel şiddet eylemlerinin uzun vadede başarıyla sonuçlanmasına “katkı”da bulunur. Zira bu sayede merkezi devletin siyasal, askeri ve bürokratik elitleri planladıkları ve uygulamaya geçirdikleri bu şiddet eylemlerinin sorumluluğunu diğer toplumsal kesimlere de teşmil ederek bir çeşit “suç ortaklığı” inşa eder. Bu suç ortaklığı, aynı zamanda inşa edilmesi tahayyül edilen yekpare kimliğe (bu ulus kimlik veya etno-dinsel kimlik de olabilir) ve/veya “kutsal amaca” hizmet etmek isteyen toplumsal gruplara aynı zamanda bu yapıya entegre olma ve muayyen bir aidiyet hissine sahip olma “şansı” da verir. Bu türden farklı toplumsal gruplar ve yerel aktörler, adeta yok edilmesi hedeflenen diğer toplumsal kesimlerin yıkımına destek ve ‘katkı’ sağladıkları ölçüde yaratılması veya oluşturulması planlanan ve niyetlenen yapıya ve/veya kimliğe ait olma hakkına kavuşurlar. Birbirinden farklı ideolojik yönelimlere ve davranış kalıplarına sahip toplumsal grupları başka bir toplumsal gruba yönelik uygulanacak olan kitlesel bir katliam ve şiddet gösterisi etrafında bir araya getirmek için farklı motivasyonlar devreye sokulur. Sorunuza dönersek: Antep İttihat ve Terakki Kulübüne mensup siyasi yerel elitler arasında gerek tehcire toptan karşı olan; tehcire karşı olmayıp zamanlamasına muhalefet eden; gerekse Ortodoks Ermenilerin tehcirine onay verip Protestan ve Katoliklerinkine karşı çıkan kişiler vardı. Buradaki kilit nokta kulübe hakim olan kişilerin içlerindeki bu muhalif sesleri bastırmasıdır. Bunu yaparken merkezdeki İttihatçı elitleri de ikna edebilmişlerdir. Onlara istedikleri kararları aldırtabilmişlerdir.

Senin eklemek istediğin bir şey var mı?
Şunları ekleyebilirim: bu kitap bir şey kanıtlamıyor, böyle bir iddiası yok. Sadece eldeki veri ve malzemeler ışığında soykırım faili olmakla itham edilen bu üç şahsiyeti soykırım katılımcısı yapan süreçleri ve motivasyonları anlamaya çalışıyor. Fazlası polisiyecilik olur ki o da tarihçinin işi değil. Toptancı ve meta bir anlatı sunmak gibi bir meramı yok. Ve soykırımcı şiddeti planlayan, uygulayan, destekleyen, yapılmasına engel olmayanlar üzerine bir metin var elimizde. Emre Can Dağlıoğlu’nun kitaba ilişkin yaptığı yorumu ödünç alarak söylersek herkesin bildiği merkezdeki karar verici failler üzerine spekülatif argümanlar yerine, küçük ölçekte yeri geldiğinde merkeze rağmen soykırımı mümkün kılan üç aktörün tavırlarını ve motivasyonlarını odağına alan bir çalışma bu.

Ümit Kurt


 

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/21333/antep-1915in-tarihi-acisindan-onemli-nuanslar-iceriyor

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın