İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Nasıl Ermenileştim

Çocukluğumuzda anneannem bazen ciddi yüzünü takınır, Türklerin zulümlerinden söz ederdi. Kullandığı kelime ‘kırım’dı, yani çart ջարթ. Kardeşim ve kuzenlerimle beraber doğal olanı yapıp taklide başlardık. Hi ho ho. Annem babam bu mevzudan hiç söz etmediler.

ABD’ye ilk gittiğim yıl bütün arkadaşların az çok girdiği psikolojiye girip, inanmayacaksınız, Türkiye savunucusu bile oldum. Kıbrıs’ın işgalini protesto eden Yunanlılara karşı New Haven sokaklarında Türk pankartı taşımışlığım vardır.

Toronto ve Montreal’de akraba taallukat ziyaretleri o tepkiyi pekiştirmekten başka işe yaramadı. “Eee evlat Türkiye’de hayat nasıl?” “Hiç fena değil, buradan iyidir.” “Yazıklarrr olsun sana, biz de seni akıllı kültürlü bir genç sandık, tüh.” Bağnazlık kadar beni ifrit eden şey yok. Aman, dedim, Sevan bunlardan uzak dur.

Düncü yılımda nihayet merak ettim. Sterling Kütüphanesinde Ermeni tarihine ve soykırıma ilişkin raflar dolusu kitap buldum. Çoğunu okudum. Yetmedi, dönemin başlıca Amerikan, İngiliz ve Fransız gazetelerinde Türkiye ile ilgili ne çıkmışsa hepsini taradım.

Şimdi belirtmeme gerek var mı bilmiyorum, ama okuduğumu eleştirel bir gözle okumayı bilirim. O zaman da bilirdim. Argümanda hata ve gedik bulmaya bayılırım. Gençken sanırım daha da keskindi gözüm. İyi okudum. Olayları kavradığıma dair içimde kuşku kalmadı.

İki tane net sonuca vardım:

Bir. Rum ve Ermenilerin tasfiyesi bilinçli, planlı ve kapsamlı bir kararın ürünüdür. Türkiye’nin yönetici çevrelerinde ta 1890’lardan itibaren bu konuda bir kararlılık oluşmuştur. 1908-1909’da kısa bir yalpalamadan sonra İttihat ve Terakki yöneticileri de bu mutabakata katılmıştır. Gayrimüslim anasır meselesini kökünden çözmeden Türk milletinin – geleneksel yapısı ve zihniyetiyle – devam edemeyeceği fikri, Türkiye’nin egemen çevrelerinde başat görüş haline gelmiştir. Dünya Savaşı bu kararlılığı uygulama alanına sokmak için fırsat sayılmıştır. Toplu öldürme planlanmış mıdır, bilmiyorum. Ama 1895 ve 1909 olayları ortadayken, bunun en azından bir ihtimal ya da opsiyon olarak hesaba katılmamış olması mümkün görünmüyor.

İki. “Milli Mücadele” ya da “Kurtuluş Savaşı” adı verilen şey Rum ve Ermeni savaşıdır. Amacı Dünya Savaşı sırasında başlatılmış olan tasfiyeyi sonuca bağlamak ve tehcirde gitmiş olanların geri gelmesini kesin olarak önlemektir. Başarısı tam olarak bundan ibarettir, ne fazla ne eksik. “Emperyalizm” konusu masaldır. Dünya Savaşının galibi olan devletlerin etnik tasfiye konusunda en azından orta yolcu bir çözüm dayatmaları, geri dönüş ve tazminat konusunda ısrar etmeleri, savaş sonrası dönemde azınlık hakları için birtakım garantiler talep etmeleri beklenmekteydi. Bu anlamda, dolaylı olarak, İtilaf Devletlerinin siyasi gölgesine karşı da bir mücadele verildi. Ama onlarla (Suriye sınırındaki kısa süreli Fransız savaşı dışında) çatışılmadı. Zaten onlar da konuyu fazla uzatmaya gönüllü değildi. Rum ve Ermenileri satıp gittiler.

Kırk küsur yıl oldu, bu iki yargıyı sorgulamak için bir sebep bulamadım. Her okuduğum kanaatimi biraz daha pekiştirdi – ki, tahmin ediyorum, her iki cihetten okumaya değer hemen her şeyi okumuş olmalıyım. Bu iki noktada karşı görüş beyan edenleri ciddiye almakta zorlanıyorum. Üç beş cümlede belli oluyor hiçbir şeyden haberleri olmadığı, boşa salladıkları. Aralarında iyi niyetliler var mıdır? Mutlaka vardır. Ama cahillikleri öyle derin ki, çoğu zaman tartışmaya değmez.

*

O yıllarda sosyalist hareketin içinde (daha doğrusu kenarında) idim, ABD’de Demokratik Türkiyeli Öğrenciler Derneği yönetimindeydim, bu mevzulardan söz etmek devrimci edebe aykırı sayılırdı. Buna rağmen 1980’de Birikim’de çıkan uzun bir yazımda Milli Mücadele analizine girdim, bu tezleri kısaca da olsa dile getirdim. En yakın arkadaşlarımda dahi bunların nasıl bir duygusal rahatsızlık yarattığını gözlemleme fırsatı buldum. 1980’den sonra askeri cunta mücadelesi gündemdeydi, o zaman da sırası değil diye düşündüm. 1984-85’te Türkiye’ye döndükten sonra, adeta içgüdüsel bir refleksle, beni “Ermeni” diye damgalayacak, “Ermeni” kimliğine kilitleyecek her türlü tavır ve eylemden yıllar boyu özenle kaçındım. “Ermeni” köşesine oturtulacağım makale, panel, şov, konferans, demeç önerilerini – çoğu zaman sertçe – reddettim. 1995’te yazdığım Yanlış Cumhuriyet’te de, dikkat ederseniz Ermeni meselesi çok düşük profildedir. Birkaç cümlede, kibarca geçilir.

Daha önce de birkaç kez söyledim, benim için dönüm noktası Hrant cinayetiydi: yıl 2007. O olaydan sonra idrak ettim ki ben ne kadar kaçsam da heyula arkamdan gelecek. Dönüp yüzleşmekten başka çare yok.

Ondan sonra sık sık yazdım. Fikrim soruldukça çeşitli forumlarda görüş bildirdim, hatta Alperen Ocakları üst yöneticilerinin katıldığı bir toplantıda “Ermeni sorunu” konferansı verdim. Ama daha çok okudum. Coşkun Kırca’lardan Gündüz Aktan’lara dek Türk görevlilerinin tezlerini etüt ettim. Eski tarihçileri ve 19. yy Ermeni entelektüellerini okuyup Ermeni “zihniyetini” daha iyi kavramaya çalıştım. 2009’dan sonra, bugüne dek kimsenin doğru dürüst girişmediği bir işe girişip, Anadolu’nun mikro-tarihini, aylar ve yıllar boyunca, her gece, köy köy, nahiye nahiye didikledim. Sanırım Türkiye’de son yıllarda çok az insana nasip olan bir yerel tarih dağarcığı biriktirdim.

Eski yargılarıma iki üç yeni boyut eklendi.

Üç. Soykırım olayını 1915’e, hatta 1895 sonrasına odaklanarak anlamak mümkün değildir. Arkadaki yüzlerce yıllık aşağılama, zulüm, talan ve katliam geçmişini bilmeden ne olayları, ne de tarafların psikolojisini anlayabilirsin. Soykırımı anlamak için önce fetih olgusunu iyice kavraman gerekir.

Dört. İşin ekonomik boyutu daha önce dikkatimi çok çekmemişti. Kısmen sevgili Sait Çetinoğlu’nun teşvikiyle o konuya aydım. 1913-1923 yılları arasında gerçekleşen servet transferinin nefes kesici boyutları hakkında fikir edindim. O günden bu güne Türkiye’nin sosyal ve ekonomik yapısının neredeyse tümüyle o servet transferi üzerine inşa edilmiş olduğunu idrak ettim. Tasfiyeyi planlayanların başlangıç noktası belki bu değildi, devletin ve milletin beka kaygısıydı. Fakat öyle görünüyor ki sürecin daha ilk başından itibaren soygun hırsı ön plana geçti, ilk başta belki sadece bir nüfus hareketi olarak tasarlanan temizliği geri dönüşü olmayan bir kan banyosuna çevirdi.

İtiraf edeyim, çok duygusal bir insan değilim, vah insancıklar öldü, ah kanlar aktı söylemi beni çok fazla heyecanlandırmıyor. İnsan dediğin ölür. Savaşlarda çok ölür, kötü ölür. Aynı yıllarda Somme’da, Marne’da, Verdun’de öldürülen Fransız ve Alman gençlerinin trajedisi Ermenilerinkinden daha az değildir; sayıları da bir hayli daha fazladır. Stalin’in katliam niteliğindeki kıtlığında telef olan 20 milyon Rus köylüsünün yaşamı soykırımda yok edilen Ermenilerden daha az değerli değildir. 1898 harbinde Amerikalıların Filipinlerde yaptığı katliamı, ya da 1947’de Hindistan’ın bölünmesi sırasında öldürülen bir milyonu aşkın Müslüman ve Hindu’yu bilir miydiniz? Bence olayları perspektif dahilinde görmek için bunları akılda tutmak gerekir.

Etnik tasfiyeye karar veren Türk ve Osmanlı erkanının mantığını anlayamayacak kadar kalın kafalı da değilim çok şükür. Hepsinin hatıratını okudum. Sevinçlerini ve korkularını biliyorum. Babaannemin dostu ve komşusu olan Halide Edip’in neden o kadar pervasızca bazı şeyleri görmezden geldiğini, Samet Ağaoğlu gibi son derece hassas ruhlu birinin neden Keçiören’deki çocukluk evinin gasp edilmiş Ermeni mülkü olduğunu hatırlamak istemediğini, İbnülemin gibi Türkiye’nin 20. yüzyıldaki belki tek gerçek aristokratı olan birinin neden Ermenilerden hep antipatiyle söz ettiğini hiç düşünmedim mi sanıyorsunuz? Eşek miyiz biz?

Cehaletin ve yalanın boyutlarıdır beni hasta eden şey. Bir toplum bu denli patolojik bir inkar batağına nasıl saplanır? Gözünün önündeki gerçeği nasıl bu kadar fütursuzca yok sayabilir? Kimliğini ve varlığını bu kadar aptalca bir yalan üzerine nasıl kurabilir? Bu kadar riyayı, bu kadar aymazlığı, bu kadar derin bir ahlaki körlüğü nasıl taşıyabilir? Zaman zaman adeta nefes alamayacak kadar beni sıkan şey bu. Bu kadar cahil insanlarla bir arada nasıl yaşarsın?

Yoksa ölen ölmüş, giden gitmiş. Ölenle ölünmez. Onu biliyorum.

*

Sık sık yazdım dedim. İşte iyilerinden bir demet. Ekopolitik’te Alperencilere verdiğim konferansın transkriptini de ilk kez yayınlıyorum, haberiniz olsun. Beşincisi.

25/04/2010 http://nisanyan1.blogspot.com/2010/04/roportaj-ermeni-ve-kurt-meselelerine.html

20/01/2011 http://nisanyan1.blogspot.com/2011/01/paris-nutku.html

01/03/2011 http://nisanyan1.blogspot.com/2011/03/turkiye-cumhuriyeti-tarihi-i_1.html

24/04/2011 http://nisanyan1.blogspot.com/2011/04/tazminat-ama-nasl.html

05/05/2011  http://nisanyan1.blogspot.com/2011/05/ermeni-tarihi-dersi.html

23/12/2011 http://nisanyan1.blogspot.com/2011/12/kestik-ama-ermeniler-de-kesti.html

29/12/2011 http://nisanyan1.blogspot.com/2011/12/biraz-da-turklerin-acsndan-bakalm.html

02/01/2012 http://nisanyan1.blogspot.com/2012/01/hukukcunuz-diyor-ki.html

30/12/2012 http://nisanyan1.blogspot.com/2012/12/ermeniligin-faydalar-uzerine.html

14/01/2013 http://nisanyan1.blogspot.com/2013/01/bakan-bile-olmus-nankorler.html

19/01/2013 http://nisanyan1.blogspot.com/2013/01/ermeni-komitaclar-kimdi.html

24/04/2015 http://nisanyan1.blogspot.com/2015/06/24-nisan-icin-yazlms-bir-yaz-gec-oldu_12.html

27/03/2017 http://nisanyan1.blogspot.com/2017/03/ermeni-kitab.html

19/06/2017 http://nisanyan1.blogspot.com/2017/06/buyukelci-morgenthaunun-guncesi_19.html

27/03/2018 http://nisanyan1.blogspot.com/2018/03/mutkinin-huyut-nahiyesi.html

 


http://nisanyan1.blogspot.com/2018/09/nasl-ermenilestim.html

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın