İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Memleketin süreğen ahvali üstüne

Nazar Büyüm
nbuyum@gmail.com

Dün gece benim güzel arkadaşım Gündoğdu’dan bir mesaj geldi. Şöyle:

RUM TOHUMU

Bağırıyordu polislerin hocası: Ulan sizi Anadolu’dan sürdük, İzmir’de denize döktük.. Buradan da atacağız!

Oysa milyonlar farklı bağırırdı.
“Ver Lefter’e..Yazsın deftere!.
Futbolseverler böyle bağırırdı tribünlerde.
Gazeteler böyle yazardı.
Pası verdin mi Lefter’e, topu yollardı filelere.
Milyonlar onun müthiş futbolunu ayakta alkışlardı.
Çünkü Lefter Küçükandonyadis sadece Fenerbahçe’nin değil Milli Takımımızın da yıldızıydı.
Ay-yıldızlı formanın nice zaferinde O’nun imzası vardı.
50 kez giymişti o formayı.
23 kez de milli takımın kaptanlığını yapmıştı.
Halkın kahramanıydı.
Ama doğuştan bir kusuru(!) vardı.
O bir Rum’du.
Bu toprağın insanı da olsa, bu devletin vatandaşı da olsa, Diyarbakır’da 4 yıl askerlik de yapsa, vergisini de ödese, o bir gavurdu.
Bu devlet Türk ve müslüman olmayanı sevmezdi, sevemedi.

*. *. *

1974 yılının Temmuz ayıydı.
Lefter Büyükada’daki evini paranın tamamını almadan satmıştı.
Alıcı 6 ay içinde paranın tamamını verecek ve Lefter evden çıkacaktı.
Söz vermişti taraflar birbirine.
Çünkü söz imzadan daha önemliydi Lefter’e göre.
Üstelik arada hatırı sayılı tanıdıklar vardı.
Lefter o tanıdıklarını kıramazdı.
Hiç tereddüt etmeden satış sözleşmesini imzaladı.
Aradan bir iki ay geçti.
Bir sabah evin yeni sahibinden bir ihtarname geldi.
“Evi boşaltın!”
Lefter şok olmuştu.

*. *. *

Tarih 21 Eylül 1974.
Lefter derdini anlatmak için soluğu Büyükada Emniyet Amirliğinde aldı.
İçeride evi alanın avukatı, 4 polis memuru, bir komiser muavini, bir de komiser vardı.
Avukat aynı zamanda polis kolejinde öğretmendi.
Devlette önemli tanıdıkları vardı ve emniyet camiasında el üstünde tutuluyordu.
Anlayacağız arkası kuvvetliydi.
Lefter adımını atar atmaz, avukat bağırmaya başladı.
“Ne işin var ulan burada? Hemen terket evi.”
Şaşırmıştı Lefter.
Kendisinin şikâetçi olduğunu söylemeye çalışıyordu.
Avukat iyice sinirlenmiş, esas duruşta bekleyen polislerin önünde hakaretlere başlamıştı.
“O evi hemen boşalt, yoksa kafana yıkarım.”
Lefter, “Beyefendi paramı vermeden nasıl evimi alırsınız?” demeye kalmadan, avukatın gerçek yüzü çıktı ortaya..
“Ulan! Biz sizi Anadolu’dan İzmir’e sürüp, orada denize döktük..Buradan da atacağız.”
Lefter “Doğru konuşun. Ben bu ülkenin vatandaşıyım. 50 kez milli forma giydim,” dedi.
Bunun üzerine avukat polislerin gözününün önünde “Sus Gavur” diye bağırdı ve iki şiddetli tokat attı.

*. *. *

Dünyası yıkılmıştı Lefter’in.
Avukata karşılık vermek istedi ama araya polisler girdi.
Önce bir avukatın gözüne baktı.
Sonra esas duruşta bekleyen polislerin.
Bu polisler bu avukatın öğrencileriydiler.
Tekrar tekrar baktı gözlerine.
Ve birden aklına 1947 yılında Ay Yıldızlı formayla Atina’da attığı 2 gol geldi.
O gün binlerce Yunanlı Lefter’in muhteşem gollerini “Turco, Turco” diye alkışlamıştı..
Yunanistan’da O’na “Türk” diyorlardı.
Anavatanı Türkiye’de ise “Gavur”
Karakolun kapısını vurdu, çıktı gitti.
Ve o günden sonra Hürriyet Gazetesinde Talay Erker’e verdiği tek röportaj dışında bu konuyu kimselerle konuşmadı.
Futbol Federasyonu bu sezon ligin adını “Lefter Küçükandonyadis” koymuş.
Rum diye hakaretler başladı bile.

Gündoğdu’dan gelen bu. Bu öykü.

Aklıma Aram geldi, Aram Balıkçıoğlu. Goya’nın kurucusu, sahibi. Goya, ‘60’lardan başlayarak uzun yıllar özellikle kadın ayakkabılarının gözde markasıydı; giyside Vakko ne ise ayakkabıda Goya o. Zaten mağazası da Beyoğlu’da, Vakko’nun hemen yanındaydı.

Aram Balıkçı Gedikpaşa’da ayakkabıcılıktan İstiklal Caddesi’ne sıçramış, çok yetenekli bir ayakkabı sanatçısıydı. Yeteneği ayakkabı tasarlamaktan ibaret değildi, Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde meşk etmiş bir alaturka şarkı ustasıydı.

Çokça gittiğim evinde karısı Bercuhi bize mezeler, yemekler hazırlarken bariton sesiyle abartmadan, sesini yükseltmeden şarkılar söyler, ağzı bir kenara hafifçe eğik, gözleri biz acaba keyif alıyor muyuz merakıyla oynaşık, işte bir eski Akdeniz, İstanbul kalıntısı…

Aram aynı zamanda Jermen’le benim sağdıcımız, kızlarımın vaftiz babasıydı. İşte bu adam, tıknaz, orta boylu, benden herhalde 20-25 yaş büyük Aram, bir gün beni yemeğe çağırdı, Kumkapı’ya, Kör Agop’a. Öğle yemeğinde buluştuk. Öylesine aklıma kazındı ki o öğlen, her şey bugün gibi aklımda.

Kör Agop’a gittiğimde Aram meyhanenin dışındaki kaldırıma kurulmuş bir masada Agop’la sohbet ediyordu. Salça renkli bisiklet yakalı bir kazak, üstünde kahverengi sade bir deri mont. Ben gidince Agop, hep olduğu gibi, “Oluum, nerdesin? Geç kaldın. Eyi misin? Gel otur. Aram’la seni konuşuyorduk,” sıcaklığında karşıladı. Sonra az biraz oturup yanımızda, başka masaya gitti.

Rakımız, mezemiz, beyaz peynirimiz, kavunumuz, Ermeni usulü pilakimizle keyifle başladık. Önce taze tutulmuş tekir tava, arkadan ızgara lüfer. Ama bu sonra.

Aram niçin beni çağırmıştı yemeğe, bu ilk oluyordu. Yemek yer, meyhaneye giderdik ama, bu hep Bebo’yla, Jermen’in babası, benim arkadaşım ve kayınpederimle birlikte olurdu. Bu soru galiba başta aklıma gelmedi, sonra anladım.

Bir-iki kadehten sonra Aram, “Başıma bir iş geldi,” dedi. Anlattı.

Emniyet müdürlüğünden çağırmışlar, Sansaryan Han’a. Gitmiş. Müdür, her kimse artık,

masada oturuyor. Aram’ın oturmasına izin vermemiş, masanın karşısında ayakta bekletmiş. Sonra kalkıp bağırmaya, hakarete başlamış. “Sen kimsin ulan, gavur oğlu gavur! Beyoğlu’nda mağazan var diye kendini bi bok mu sanıyorsun? Biz adamın ağzına sıçmayı biliriz!” gibi sözler. Aram afallamış, “Ne oldu? Ne var Müdür Bey?” diyecek olmuş. “Sus!” Aram’ın yüzüne iki tokat!

Masada Aram bunu utanarak, sıkılarak, hiçbir şey yapmamış, yapamamış olmanın ezikliğiyle anlattı, şarkı söylerken olduğu gibi dudakları bir yana hafif eğik, bir gözünden yaş süzülerek…

O anda aklıma Develi’de kunduracı Agop Ağa’ya pazaryerinde bir zibidinin iki tokatı geldi. O gece 84 Ermeni hanesinde sessizlik. Babamın, sedirde otururken, durduk yerde, “Oğlum, biz gölgemizden korkarız,” demesi…

Diyarbakır hapisanesi. Bok yedirilen, yüzünü yıkamasına izin verilmeyen, çıkınca dişlerini söktüren insanlar. Madımak. Soma. Uludere. Sur. Cizre. Nusaybin. Maraş. Çorum. Say, kalbin dayanırsa, say sayabildiğin kadar! Bunun gavurlukla, Kürtlükle, Alevilikle ilgisi yok! Kuyucu Muratlara, Hızır Paşalara, Yavuz Selimlere, Muğlalı Mustafalara gitmeye lüzum yok. Kime gerekiyorsa, kimin kime gücü yeterse, burası böyle; bu toplum, bu anlayış, henüz insan nedir, ne demektir, bunu düşünmeye, anlamaya, bilmeye zaman ayırmadı. Güç karşısında susan, ezik, mağdur insanlar, güç eline geçince zalim, canavar. Doğu köylerinde bir jandarma çavuşu, askerde astsubay, karakolda müdür, amir, mahkemede hakim, savcı! Ve havada hak arayamamanın, hesap soramamanın kahredici suskusu!

Ve ne yazık ki devası, çaresi, bizim ömrümüz içinde görünmüyor, yok!

Sonra da Lefter Küçükandonyadis sezonu. Hayrını görün!


http://t24.com.tr/yazarlar/nazar-buyum/memleketin-suregen-ahvali-ustune,20067

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın