İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Terörle mücadelede düşman ceza hukuku

Kıbrıs İlim Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Mehmet Merdan Hekimoğlu, terörle mücadele kavramı üzerinden ‘düşman ceza hukuku’ yaklaşımına ilişkin değerlendirmede bulunuyor.

Belçika’da terör örgütü üyesi olmakla suçlanan ve yapılan yargılama sonucunda 10 yıl hapis cezası verilen 21 yaşındaki Enis Süleymani adındaki Sırp asıllı Belçika vatandaşı, terörle mücadele kapsamında 2015’te yürürlüğe giren Kanun çerçevesinde, konuya ilişkin olarak bu ülke tarihinde ilk defa verilen bir mahkeme kararıyla vatandaşlıktan çıkartıldı ve doğduğu ülke toprakları olarak Sırbistan’a gönderilmesi gündeme geldi (Karar, 14 Haziran 2018). Mahkeme gerekçesini şu şekilde temellendirdi: “Sanığın ulusal topraklara saldırı planladığı, hazırlık eylemlerinin şimdiden başlamış olması, devletin temeline ve sahip olduğu fakat reddettiği Belçika kimliğine yönelik şiddetli bir saldırıdır. Bu durumda Belçika vatandaşlığını koruması mümkün değildir.” Kararı ağır bulan Avukat Aurelie di Trapani, müvekkilinin 4 yaşındayken ailesiyle beraber geldiği Belçika’da sığınma hakkı elde ettiğini ve doğduğu ülke olan Sırbistan’a yabancı olduğunu belirterek, bu hatalı karardan bir an önce dönülmesi çağrısında bulundu.

Bu katmerli ve ölçüsüz cezalandırma rejimi uygulaması kara Avrupası’nda selefi-cihadist terörizmle mücadele kapsamında giderek yaygınlaşan bir cezalandırma anlayışı olarak, ‘düşman ceza hukuku” kavramının önlenemeyen yükselişine işaret ediyor. Bu kavramı günümüzdeki anlamıyla ilk defa kullanan ve teorize eden düşünür Alman Ceza Hukukçusu Prof. Günther Jakobs’dur. Jacobs’un 80’li yılların ilk yarısında saygın bir ceza hukuku dergisindeki (Ceza Hukukundaki Yüksek Mahkeme Kararları için Dergi) “vatandaş suç hukuku” ve “düşman suç hukuku” başlıklı makalesi önemli tartışmalara neden olmuştur. Jakobs’a göre “vatandaşlar” ve “düşmanlar” birbirlerinden ayrılmalı ve farklı haklara sahip olmalı. Zira düşman olarak bazı suçları işleyenler, bu bağlamda örneğin teröristler, haklara sahip olan vatandaşlardan farklı olarak, cari ve meri hukuk düzenini şiddetle reddettikleri gibi, aynı zamanda onun rakibi olarak kendilerini konumlandırırlar. Oysa vatandaşlar mevcut hukuk sisteminin meşruiyetini kabul ettiklerinden başka, ona gönüllü olarak uyarlar. O halde önceden gerekli bütün önlemler insan hakları ve hukuk devletinin ihlali pahasına alınmalı ve başta teröristler olmak üzere, bazı suç kategorilerine dahil suçları işleyenlerle tıpkı bir “düşmanla savaşır” gibi mücadele edilmeli.

Farklı kültürel kimliklere sahip vatandaşlar için fırsat eşitliğine dayalı liberal-demokratik bir sistem oluşturabilmeyi başarmak, terörü de besleyen azınlıklardaki mağduriyet duygusunu giderir.

Dolayısıyla vatandaş ve düşman ceza hukukundan oluşan bu ikili (düalist) ceza hukuku düzeninin varlığı hukuk sistemlerinde önemli bir ihtiyaca cevap vermekte ve zorunluluk arz etmekte. Nitekim yazara göre, farklı devletlerde örneğin “Terörle Mücadele Kanunu” gibi bazı özel suç kategorileri için ağırlaştırılmış cezalar öngören hukuki düzenlemeler, esasen “vatandaş” değil de “düşman” kategorisinde görülen teröristler için çıkarılan spesifik mevzuat hükümleridir. Hâlbuki bahsi geçen kanun örneğindeki gibi özel ceza kanunu düzenlemeleri, iddia edildiğinin aksine, özel ve teknik uzmanlık bilgisi gerektiren suçlarla mücadelede başarılı olmak için çıkarılmıştır. Düşman ve savaş kavramları ulusal silahlı kuvvetlerin yabancı ülke devletleriyle yaptığı mücadeleler için kullanılabilecek terimler. Demokratik rejimlerde iç düşmanın değil ancak muhalefetin varlığından söz edilebilir. Suç işleyen somut bir insandan, hukuk düzeninin meşruiyetini bütünüyle reddeden ve onu ısrarla yıkmak isteyen muhayyel-kötücül bir total canavar yaratmanın suçla ve suçluyla mücadelede ceza siyasetine nasıl olumlu bir katkı yapacağı da sorgulanmaya muhtaç bir gerçeği oluşturmaktadır. Suçun ağırlığı ne ölçüde ciddi boyutlarda olursa olsun pozitif hukuk sistemlerinin “suçlunun ıslahı” şeklindeki modern ceza hukuku siyasetinin temel ilkesi çerçevesinde, soruna çözüm getirmesi gerektiği bu bağlamda özellikle ifade edilmelidir.

Profesör Jakobs makalesinin hemen başında, kendi teorisini iç çelişkiye düşürecek şekilde “düşman ceza hukuku” ile “vatandaş ceza hukuku” kategorilerinin ideal birer örnek oluşturduğunu ve bu nedenle saf (pür) haliyle gerçek hayatta var olması çok da mümkün olmayan, ceza hukuku dünyasının iki zıt kutbunu meydana getirdiğini ifade ediyor. Yani yazara göre, gerçek yaşamda bir kişi “tamamen düşman” veya “tamamen vatandaş” sınıflandırmasına girmeyebilir. Öyle ise karmaşık ilişkiler yumağından oluşan komplike hayat fenomeninin pek çok alt kompartımanında hukuka uygun hareket eden bir insanın, hukuk düzeninin meşruiyetini bütünüyle reddettiği ve onu yıkıp, ortadan kaldırmak istediği sonucuna varmak nasıl mümkün olabilir? Bu haklı soruya cevap olarak Jakobs teorisini yumuşatmakta ve insanların çoğunlukla bazı yönlerden “düşman” bazı yönlerden ise “vatandaş” olarak nitelendirilebilecek, karma bir statüde hayatlarını devam ettirdikleri argümanını ileri sürmektedir. Buna göre önemli olan bu karmaşık halin varlığına karşın düşman ceza hukuku kapsamında olanların belirlenerek “özgürlüğü kısıtlayıcı emniyet tedbirleri” yoluyla topluma yönelik olası tehlike potansiyelinin önceden bertaraf edilmesidir. Profesör Jakobs, özgürlüğü sınırlandırıcı emniyet tedbirini, vatandaş ceza hukukundaki faile yönelik ıslah amacıyla verilen cezalardan farklı olarak, düşman ceza hukukunun bir uygulaması sayıyor. Fiziksel izolasyonun en radikal manada uygulanması ise Enis Süleymani örneğinde görüldüğü üzere, kişinin vatandaşlıktan çıkarılıp, sınır dışı edilmesi suretiyle toplumdan, bir daha geriye dönüşü olmaksızın, tamamen kovulması olacaktır.

Profesör Jakobs’un terörle mücadelede varlık yokluk meselesi olarak gördüğü düşman ceza hukuku kavramıyla ilgili olarak daha sonraki yıllarda yapmış olduğu bilimsel açıklamalarda 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarına defalarca referans vermesi zamanın ruhundan ne ölçüde etkilendiğini göstermesi bakımından dikkat çekici. Esasen 11 Eylül saldırılarının ardından Batı’da sökün eden terörle mücadele kanunlarındaki insan hakları, hukuk devleti, insan onuru, orantısız cezalandırma yasağı gibi temel hukuk ilkelerini ihlal etmekle temayüz eden otoriter hukuki düzenlemeleri de bu bağlamdaki gelişmeler olarak düşünmemiz gerekiyor. Elbette ki terörle etkili bir şekilde hukuksal ve kurumsal olarak mücadele edilebilmesi bakımından ilk etapta özel terörle mücadele kanunlarına ihtiyaç vardır. Ancak bu kanunların evrensel insan haklarına ve hukuk devleti kaidelerine açıkça aykırı bir içerik taşıması Batı’daki azınlıkların sosyal entegrasyonu zorlaştıracak ve böylece terörle mücadelede uzun vadeli sosyo-ekonomik birtakım stratejilerin başarıyla hayata geçirilmesi çabasına sekte vuracaktır. Zira terörün sosyolojik dayanakları konusunda yapılan çalışmalar terör örgütü mensuplarının çoğunluğunun, içinde yaşadıkları topluma adapte olamamış, eğitimsiz, işsiz, mesleksiz gençler olduğunu gösteriyor. Ümitli olmak yerine karamsar bir profil çizerler. Etnik kökenleri, dinleri veya inançları nedeniyle içinde bulundukları toplum ve devlet düzeni tarafından bilinçli olarak dışlandıklarına inanırlar.

Bu ruh halindeki gençlerin temel vatandaşlık haklarından bir anda mahrum bırakılarak, onların haleti ruhiyelerinde yaratacağı büyük endişe depremleri üzerinden sosyal bütünleşmelerine ciddi darbeler vurması ve böylece radikal birtakım hareketlerin sosyolojik açıdan tabanlarını genişleterek, terörizm faaliyetlerini arttırma olanağına kavuşmaları öngörülebilir bir gelişme olacaktır. Dolayısıyla farklı kültürel kimliklere sahip vatandaşlar için fırsat eşitliğine dayalı liberal-demokratik bir sistem oluşturabilmeyi başarmak, terörü de besleyen dini ve etnik azınlık mensuplarındaki işte bu mağduriyet duygusunu önemli oranda giderecektir. Neticede insanlık suçu olan terörle etkin, rasyonel ve meşru bir şekilde mücadele edilebilmesi için günümüz özel ceza kanunlarında getirilen düzenlemelerde, “birey” ile “devlet-toplum”, “hürriyet” ile de “otorite, güvenlik” arasındaki kırılgan dengenin orantısız olarak “insan hakları” ve “demokratik hukuk devleti” aleyhine bozulmamasına özen gösterilmesi, yapılacak mücadelenin başarıya ulaşabilmesi bakımından zorunluluk arz ediyor.

Diğer bir ifadeyle ölçüsüz ceza ve yaptırımların öngörülmediği, insancıl bir ceza hukuku uygulamasıyla ancak terörün sosyolojik kökenleriyle etkili ve uzun vadeli bir mücadelenin gerçekleştirilebileceğinin artık dünya ölçeğinde genel kabul görmesi gerekiyor. Toplum içerisinde azınlıklara mensup dezavantajlı grup üyelerinin kendilerini gerçekleştirmeleri, yaşadıkları ülkedeki ortamla bütünleşebilmelerini sağlayıcı sosyal politikalar geliştirilmesi büyük önem taşıyor. Azınlık üyelerinin ve bu arada Müslümanların da buna karşılık, İslam’ın modern zamanlara uygun düşen yorumlarıyla bireyselleşme, uzmanlaşma, iş bölümü, eğitim, kadın hakları, demokrasi, kuvvetler ayrılığı, denetim, denge, marka, patent, buluş, bilişim çağı, çoğulculuk, bağımsız yargı, merkez bankasının bağımsızlığı, kamuyu oyu denetimi, sivil toplum örgütleri, hukuk devleti, insan hakları, akademik özgürlükler, hoşgörü, uzlaşma, liyakat, ehliyet, kentlileşme, ticarileşme, meslekleşme, bilimsel düşünce gibi modern çağın gerektirdiği sosyo-ekonomik-siyasi temel değerleri manevi dünyalarında bütünüyle içselleştirmeleri, bireysel ve toplumsal hayatlarında bu dinamikleri birer kutup yıldızı gibi takip ederek, yaşama geçirmeleri gerekiyor. Bu yolla Müslümanların çağın ve zamanın ruhuna uygun bir şekilde başarıyla ortaya koyacakları olumlu, otantik, orijinal ve sentetik uygulama örnekleri, onların dünya milletler ailesindeki varlıklarına güçlü bir mana verecek. Böylece İslam’ın zamanlar ve mekanlar üstü mesajının gereğine uygun bir şekilde hareket edilmiş olacak.


http://www.karar.com/gorusler/terorle-mucadelede-dusman-ceza-hukuku-895355#

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın