İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Öymen: Devletler önleri tıkandığında yeni yollar arar

Emekli Büyükelçi Onur Öymen, dış politikadaki son gelişmeleri Aydınlık Kitap’a değerlendirdi: Devletler önleri tıkandığında yeni yollar arar.

Onur Sinan Güzaltan

Uzun yıllar Türkiye’nin dış siyasetine yön vermiş, Kıbrıs müdahalesi, Kardak Krizi, NATO ile ilişkiler ve Ortadoğu konularında önemli görevler üstlenmiş Türkiye Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı Onur Öymen’le yeni kitabı “Zor Rota”yı konuştuk.

Öymen’in anılarından oluşan kitap, Türk dış siyasetinde karanlıkta kalan pek çok noktayı aydınlattığı gibi Suriye başta olmak üzere Türkiye’nin önündeki krizlerin aşılması konusunda da öneriler içeriyor.

Öymen’in de değişiyle “çanak sorular içermeyen” röportajımıza zevkle okumanız dileğiyle…

‘İNGİLTERE TÜRKİYE İLE SAVAŞACAKTI’

A: Türk dış siyasetinin kırılma noktalarını aktaran kitabınızı okurken, 1960’dan bu yana, Türkiye’nin önünde sürekli aynı sorunların olduğunu fark ettim. Kıbrıs, Ermeni meselesi, Suriye ve Irak’la yaşanan anlaşmazlıklar ve Avrupa Birliği(AB) ile olan ilişkiler… Bu sorunlar neden hala önümüzde? Türk dış politika doktrininde bir sorun mu var?

Ö: Dış politikaya sadece güncel boyutu değil fakat tarihi bir perspektifle baktığımız zaman, büyük devletler ve Türkiye’nin siyasetlerinin temel konularda örtüşmediğini görüyoruz. Bu anlaşmazlığın kökü Sevr’e, Lozan’a kadar götürülebilir. Gelmiş geçiş hiçbir Türkiye hükümeti döneminde, Ermeni meselesi, Kıbrıs, Kürt sorunu gibi konularda izlediğimiz siyaset büyük devletlerinkiyle örtüşmedi.

Özellikle Avrupalılar, Türkiye’nin bu konuları onların istediği gibi çözmemizi istiyor. Avrupa ülkelerinde, sağ veya sol bütün siyasi partiler, hükümetlerinin Türkiye’ye uyguladığı siyaset konusunda hemfikirlerdir. Tek bir istisna var. İngiltere eski Dışişleri Bakanı Jack Straw yayımladığı bir makalede, Kıbrıs konusunda, Türkiye’ye yanlış yaptıklarını ifade etti. Straw makalede, “bu komediye son vermeliyiz ve iki devletli çözümü tanımalıyız” ifadelerini kullandı.

Geçenlerde Fransa’nın Nice şehrini ziyaret ettim. 24 Nisan vesilesi ile şehrin en büyük kitapçısında Ermeni meselesi ile ilgili kitapları teşhir etmişler. Kitapçının vitrininde sergilenen konu ile ilgili 30 kitabın 29’u Ermeni tezlerini savunan kitaplarken biri de Ermeni yemekleri üzerineydi. Batı’nın Türkiye’ye karşı taraflı bakışını anlatan bir tabloydu.

Bir başka örnek Kıbrıs meselesi… Büyük devletler, batırılamaz bir uçak gemisi olarak gördükleri Kıbrıs’ta olan stratejik çıkarlarını bizimle paylaşmak istemiyor. Türkiye’nin, Kıbrıs’a yaptığı çıkartma sonrası, dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı James Callaghan, ABD’li mevkidaşı Henry Kissinger’ı arıyor, İngiliz savaş gemilerinin, Hindistan’dan getirilen Burkalıların yolda olduğunu ve Türkiye ile savaşacaklarını söylüyor. Kissinger uzun uğraşlar sonucu, Callaghan’ı fikrinden caydırıyor. Bu olaydan da anlaşılabileceği gibi Türkiye karşıtlığı fanatik bir hal almış durumda. Her ne kadar NATO’da müttefiksek de, en hafif tabirle Türkiye’yi rakip olarak görüyorlar.

CEZAYİRLİ MÜCAHİTLERİN CEBİNDE ATATÜRK FOTOĞRAFLARI

A: Batılı ülkelerin siyasetlerinin Türkiye karşıtı olması, sorunların devam etmesinde önemli bir faktör. Fakat, Kıbrıs meselesinde, Kıbrıs’ın dost Azerbaycan dahi tanınmasını sağlayamadık. Suriye ve Irak’la yaşadığımız sorunlarda Batılı ülkelerin baskılarının bir payı var fakat bu ülkeler bizim komşularımız ve onlarla dahi sorunlarımızı çözemiyoruz. Bu doktrinsel bir sorun olduğunu göstermiyor mu?

Ö: Elbette Türkiye’nin hatalarından da kaynaklı sorunlar var fakat şu soruya bir cevap bulmalıyız; Nasıl oluyor da büyük devletlerin tamamı, temel konularda Türkiye’nin karşısında yer alıyor?

Türkiye’nin temel hatası, Atatürk’ün çizdiği dış siyaset ilkelerinden uzaklaşmasıdır. Atatürk, bölge ülkelerinin tamamı ile iyi ilişkiler kurulmasını fakat bu ülkeler arası ihtilaflara veya iç çatışmalara karışılmaması gerektiğini belirtmişti.

Türkiye bu siyaseti uyguladığı zaman başarılı oldu. Örneğin İran-Irak savaşı sırasında iki tarafta Türkiye’yi savaşa dahil etmeye çalışsa da, Ankara tarafsızlık siyaseti izledi. Sonuçta, İran, Irak’taki menfaatlerini; Irak da İran’daki menfaatlerinin korunmasını bizden istedi. Savaşan iki tarafta aynı ülkeye, Türkiye’ye güvendi. Dünyada bunun bir başka örneğini dahi göremezsiniz. Bu başarıyı Atatürk’ün çizdiği dış siyaset yolunu izleyerek kazandık.

Aksi örneklerde var;

Cezayirlilerin, Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşı esnasında Türkiye’nin takındığı tavır, yanlış dış politikaya iyi bir örnektir. Cezayir Cumhurbaşkanı, orada görev yapan elçilerimizden bir tanesine bu konu ile ilgili dert yanmıştır. Fransa’ya karşı savaşan Cezayirli mücahitlerin iç cebinde Atatürk’ün fotoğraflarını taşıdığını, Türk bağımsızlık savaşını örnek aldıklarını ifade etmiş fakat Türkiye’nin Cezayir’in bağımsızlığı için Birleşmiş Milletler(BM)’de yapılan oylamalarda, Cezayir’in karşısında ya da çekimser kaldığını unutmadıklarını eklemiştir. Hatırlarsınız o oylamaların bir tanesi, bir oyla Cezayir’in aleyhine sonuçlanmıştır. Maalesef o oy Türkiye’nin oyudur. Adnan Menderes döneminde yapılmıştır bu oylama.

Mısır bir başka örnek; 1952 yılında, Cemal Abdül Nasır’ın da aralarında bulunduğu Hür Subaylar grubu Kral Faruk’u devirdikten hemen sonra Türkiye elçiliğine bir ziyarette bulunuyor. Dönemin Türkiye elçisine, “biz evimize gitmeden önce size geldik. Kral’a karşı bu harekete girişirken Atatürk’ün yolunu örnek aldık, size bağlılığımızı bildirmek, desteğinizi almak üzere size geldik” diyorlar.

Elçi ise, Kral’ı deviren subayları “yanlış bir iş” yaptınız diyerek geri çeviriyor. Niye? Çünkü dönemin elçisinin eşi Kral Faruk’un akrabasıydı. Haliyle, iki ülke arasında ilişkiler kopuyor ve elçi sınır dışı ediliyor.

Bugüne kadar, Cezayir ve Mısır’la ilişkilerimizin rayına oturmamasının altında bu yanlış siyasetler yatıyor.

Bir başka örnek, Bağlantısızlar Hareketi’nin düzenlediği Bandung Konferansı… Türkiye, bu konferansa davet ediliyor ve maalesef NATO tezlerinin bayraktarlığını yapıyor, başta Nehru olmak üzere, Bağlantısızlar Hareketi’nin liderlerinin hassasiyetlerini göz ardı eden bir siyaset izleniyor.

‘SINIRIN ÖTE YANINDA TERÖR ÖRGÜTÜ DEĞİL SURİYE DEVLETİNİ GÖRMEK İSTERİZ’

A: “Savaşan ülkeler, karşılarındaki ülkenin başkentlerindeki menfaatlerinin korunmasını başka bir ülkeden isterler”. Türkiye, Suriye ve Mısır’la gergin bir dönem yaşıyor. Kitabınızdan alıntıladığımız ilke ışığında, Türkiye, bu ülkelerdeki menfaatlerinin korunmasını Rusya’dan mı istiyor? Eğer böyleyse, bu doğru bir siyaset mi?

Ö: Söz konusu ilke savaşan ülkeler olması durumunda uygulanabilir. Türkiye, Suriye ve Mısır’la savaşta değil.

Suriye’deki menfaatlerimize gelince;

Birincil menfaatimiz, Suriye’nin egemenlik ve toprak bütünlüğünün korunmasıdır. Daha net bir biçimde ifade edersek, Suriye topraklarının her karışına Suriye devletinin egemen olması bizim menfaatimizedir.

Tabii Suriye’de, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı duymalıdır. Bugün dahi, Şam’da, Hatay’ı, Suriye topraklarında gösteren haritalar yayımlanmaktadır. Bu yanlıştır.

Biz sınırı geçtiğimiz zaman, çete veya terör örgütü değil, Suriye devletini görmek isteriz.

Suriye’nin kuzeyinde, Irak’ın Kuzeyinde olduğu gibi, silahlı güce sahip özerk bir bölge kurulursa, bu durum bizim menfaatimize olmaz.

Bugün Irak sınırını geçtiğinizde karşınızda “Kürdistan’a Hoşgeldiniz” tabelasını görürsünüz. Askerler, valiler, gümrükçülerin tamamı özerk yönetime bağlıdır.

Önceki dönemlerde, Irak’la sınır ihtilafı yaşandığında, anlaşmazlığın yaşandığı bölgenin valileri, yetkilileri sorunu çözmek üzere bir araya gelirdi. Bugün, Irak’la veya Suriye’yle bir sınır anlaşmazlığı yaşadığınızda hangi yetkili ile bir araya geleceksiniz?

Bazı büyük devletler, Suriye’deki grupları silahlandırarak orada Kuzey Irak’takine benzer bir ordu kurma sureti ile Türkiye ve Suriye arasındaki irtibatı koparmaya çalışıyor. Bu durumun istisnası, TSK’nın El Bab ve İdlib operasyonları sonrası, orada oluşturduğumuz bölgedir. Bu bölgenin dışında, neredeyse PYD unsurları hakim. Bölgede, tıpkı Kuzey Irak’ta olduğu gibi adı konulmamış bir devlet kurmaya çalışıyorlar.

Irak’ın kuzeyinde özerk yönetimin kuruluş süreci önemli, ders çıkarılması gereken bir noktadır. ABD müdahalesi sonrası, Irak Anayasası hazırlanırken, Irak’ın kuzeyinde, yasama, yürütme organları ve en önemlisi silahlı gücü olan bir Kürt bölgesi olacağı metine geçirildi. Bu suretle, K.Irak’ta Peşmerge’nin mevcudiyeti anayasal hale getirildi.

Korkarım, geçiş dönemi adı altında, Suriye’nin kuzeyinde, aynı senaryoyu uygulamaya koymak istiyorlar.

SURİYE’DE ÇATIŞMALARIN ALTINDA İRAN/İSRAİL SAVAŞI YATIYOR

A: Rusya ve İran’la, Suriye’de bazı noktalarda yaptığımız ittifak Astana Görüşmeleri ile somutlaştı. Suriye konusunda bu ülkelerle işbirliğimizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ö: İsteseniz de istemeseniz de Rusya, Suriye’de bir oyuncu haline geldi. Eskiden Tarsus’ta deniz kuvvetlerine ait ufak bir ikmal üsleri vardı. Şimdi Lazkiye başta olmak üzere Suriye topraklarında pek çok kara ve hava üsleri mevcut. Suriye’yi düşünürken, elbette Rus faktörünü dikkate almak gerekiyor.

Bugün, Rusya’yla işbirliği halinde terörün tasfiyesi elbette önemlidir.

Fakat Rusya’nın bir PYD siyaseti yok mu?

Moskova’da PYD’ye ofis açtırıldı ve ofisin duvarında Öcalan’ın resmi asılı. Bu kadar sıkı ilişkilere sahip olmamıza rağmen o ofis halen dahi kapatılmadı. Diğer yandan, Suriye’de, Rus komutanlar, PYD’lilerle fotoğraf çektirmeye devam ediyor. Rusya’nın, Suriye’de ve Irak’ta bir Kürt politikası olduğunu gözden kaçırırsak hata yaparız.

İran’ın bölgede başka bağları mevcut, Tahran’ın özellikle Suriye ile olan özel ilişkisi bölgedeki bütün dengeleri etkiliyor.

Suriye’deki bütün bu çatışmaların altında yatan, İsrail ve İran arasındaki aracılı savaştır. İsrail’in bölgedeki en büyük düşmanı İran’dır.

İran, Hizbullah ve Hamas’ı, Suriye üzerinden silahlandırarak, İsrail’e tehdit unsuru haline getirmiştir. İsrail’in cevabı ise Suriye’deki karışıklık oldu.

İsrail, Suriye ve Irak’ta daha önce inşa edilmeye çalışılan nükleer santralleri, uçaklarla bombalamak suretiyle imha etti. Fakat aynı hamleyi İran’da yapamıyor. Birincisi, İran’ın İsrail’e olan uzaklığı, ikincisi ise İran’ın nükleer tesislerinin dağınık bir alana yayılması ve bazılarının yer altına inşa edilmesi.

İsrail bu nedenle K.Irak’ı, İran’a karşı bir üs olarak kullanmak istiyor. Orayı “İkinci İsrail” haline getirmek istiyor. Hatırlarsınız, Barzani bağımsızlık hedefini dile getirince, ilk destek açıklaması İsrail Başbakanı Netanyahu’dan geldi ve bağımsızlık kararını hemen tanıyacaklarını ilan etti.

Önemli bir başka nokta, Kürecik’te kurulan radar tesisi. Bu tesis neden kuruldu? İran’dan, NATO üyesi ülkelere yapılacak füze saldırılarını engellemek için dendi. İran füzelerinin menzilinin Türkiye dışında hangi NATO üyesi ülkeye ulaştığını kimse sormadı.

Bu füzelerin menzilinin ulaştığı yer İsrail. İyi biliyoruz ki, bu radar sistemi, bir ayağı Kürecik’te olmak üzere, diğer ayakları Katar ve İsrail’de olan üçlü bir sistemdir. Bu radar üsleri kurularak, İran’dan İsrail’e atılacak füzelerin tespit edilmesi ve Akdeniz’de demirli ABD savaş gemilerine bildirilerek, havada imha edilmesi amaçlanmaktadır. AEGİS adı verilen bir projedir bu. Türkiye’de bu sistemin bir parçasıdır.

Türkiye, Rusya ve İran birlikteliği derken, bölge üzerine siyaset oluştururken bütün bu etmenleri bir arada düşünmek gerekir.

Türkiye, bir kuyumcu hassasiyeti ile dış siyasetini belirlemelidir. Yoksa heyecanlarla, sadece güncel gelişmelere bakarak, duygusal dürtülerle politika yapmak çok büyük zararlara neden olabilir.

Bugün deniliyor ki, madem Avrupalılar, NATO bize güçlük çıkarıyor ki doğru çıkarıyor, biz de oradan ayrılalım, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girelim. Mesele o kadar basit değil. Türkiye, adeta kafası koparılmış bir tavuk gibi oradan oraya savrulan bir ülke görünümü vermemeli.

YÖNÜMÜZÜ DOĞUYA DÖNERİZ SÖYLEMİ, REST Mİ BLÖF MÜ?

A: İsmet İnönü’nün, ABD’ye karşı meşhur “Johnson Mektubu” resti var. Keza kitabınızda da detaylı bir biçimde anlatmışsınız merhum Bülent Ecevit’in, yine Kıbrıs’tan kaynaklı olarak Batı’ya karşı sert çıkışları var. Bugün de, PYD koridoru başta olmak üzere farklı nedenlerle Batı’ya rest çeken bir hükümet var. Batı’yı, Türkiye’nin yönünü Doğu’ya kırmakla tehdit etmek bir dış politika geleneğimiz mi?

Ö: Menderes döneminde de böyle bir gelgit yaşandı. Batılılar, kapıları kapattığı zaman Menderes, Moskova’ya ziyaret etmeye karar vermişti. 27 Mayıs olmasa, Menderes, ekonomik yardım talebinde bulunmak için Moskova’ya gidecekti. Sonrasında, Rusya ile pek çok anlaşma imzalandı. Seydişehir Alüminyum, Aliağa Petkim, İskenderun Demirçelik bu anlaşmaların ürünleridir.

Devletler, önleri tıkandığında yeni yollar arar. Bütün devletler bunu yapar. Madem o ülkeler hayat damalarınızı kesmeye çalışıyor, buna karşı önlemler alırsınız. Mesela ABD, Kıbrıs harekâtından sonra 1975 yılında, Türkiye’ye silah ambargosu uyguladı. Buna karşı, topraklarımız üzerinde bulunan bütün üs ve tesislerden ABD askerlerinin yararlanmasını yasakladık. Devletseniz böyle adımlar atarsınız.

Sizin aleyhinize çalışan ülkelere karşı tedbir alır, o ülkelerden alamadığınız yardımı başka ülkelerden almaya çalışırsınız. Nazım’ın şiirindeki gibi, boynunuzu kasabın bıçağına uzatacak koyun haline gelmeye gerek yok.

A: Türkiye’nin bugün yaşadığı Kıbrıs sonrası Batılı ülkeler tarafından uygulanan izolasyon siyasetine benzemiyor mu? Türkiye’nin buna karşı yönünü doğuya dönme tehdidi bir blöf mü?

Ö: Bu durum daha çok, Kurtuluş Savaşı sırasında Batı’ya karşı, Rusya’dan aldığımız desteğe benziyor. Türkiye o dönemde Rusya’dan sadece silah değil maddi destek de aldı. Rusya’dan destek alıyor fakat Rusya ile aynı ideolojiyi benimsemiyordu.

Şartların zorlaması ile devletler bu gibi tedbirler alır. Ama bu bizim temel ideolojimizden sapmayı getirmemeli. Bugün Rusya ve İran’la işbirliği yapabiliriz fakat bu ülkelerle ideolojik olarak yakınlaşamayız.

Yani Türkiye bir taraftan Batı medeniyetinin değerlerini korumalı, diğer taraftan da Batı’dan gelen haksızlıklara, tehditlere karşı mücadele etmeli. Dış siyasetimizin özü budur.

Milli bağımsızlık ilkesi ise rehberimizdir. Kararlarımızı kendi başımıza alabiliyor muyuz yoksa dış baskılara göre mi siyasetimizi şekillendireceğiz.

NATO’NUN İÇİNDE KALIP MÜCADELE EDİLMELİ

A: Uzun yıllar farklı görevlerle NATO’da Türkiye’yi temsil ettiniz. Türkiye ve NATO arasındaki ilişkilerin bu kadar gergin olduğu başka bir dönem oldu mu? De Gaulle döneminde Fransa anlaşmanın 13.maddesini işleterek NATO’nun askeri kanadından çıkmıştı. Türkiye böyle bir hamle yapabilir mi?

Ö: Fransa’nın NATO’dan çıkışının altında, De Gaullle’ün, bütün NATO üyelerinin veto hakkına sahip olmasından kaynaklı rahatsızlığı yatıyordu. De Gaulle, Avrupa’nın dört önde gelen ülkesinin yönettiği bir NATO istiyordu. Kabul edilmeyince askeri kanattan çıktılar fakat sonrasında pişman oldular ve geri döndüler.

NATO’dan çıkan bir diğer ülke ise Yunanistan olmuştu. Türkiye’nin, Kıbrıs harekâtına, NATO üyesi büyük devletlerin engel olamaması nedeni ile tepki olarak üyelikten çıkmışlardı. Daha sonra Rogers Planı ve Kenan Evren’in onayı ile geri döndüler. Biz hayır deseydik dönemezlerdi.

NATO’da elbette her şey toz pembe değil, pek çok sorun var ve biz bunlarla yıllarca mücadele ettik. Bugün NATO’da kalmayı savunanlar illa ki NATO hayranı veya sadece NATO’yu dinleyelim diyenler değil. Şu unutulmamalı bizim NATO’da veto hakkımız var. NATO, bizim imzamız olmadan karar alamaz.

A: Siz NATO’nun içinde kalıp mücadele etmeyi mi savunuyorsunuz?

Ö: Evet. Bizim başka hiçbir örgütte veto hakkımız yok. Örneğin Avrupa Konseyi’nde veto hakkımız yok. Bugün AB’den eleştiri geliyor fakat NATO’dan gelemiyor. Neden? Çünkü NATO kararlarının altında Türkiye’nin imzası var. Benim imzamla beni eleştirebilir misin?

A: NATO’da kalmak, bölgemizdeki ülkelerle ilişkilerimizi ilerletmeye engel olmaz mı?

Ö:Olmaz. Şu soruyu soralım NATO’ya giremeyen AB ülkesi var mı? Var. Güney Kıbrıs. Üye olmasını biz engelliyoruz. Şu anda NATO’nun, silah, lojistik başta olmak üzere hiçbir imkanından yararlanamıyorlar.

Biz NATO’dan çıktığımız günün ertesi sabahı Güney Kıbrıs NATO üyesi olur. Öyle bir coğrafya düşününki, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar NATO üyesi ve Türkiye değil. Bunun askeri ve stratejik sonuçlarını düşünebiliyor musunuz?

Türkiye asıl o zaman izole olur. Yunanistan’dan, Suriye’ye kadar olan bölge bizim dışında kaldığımız bir askeri örgütün kontrolünde olur.

Bu olasılıkları düşünmek gerekir. Hepimizin duygusal tepkileri var. Benim herkesten çok var. Yıllarca NATO’nun içinde Türkiye için mücadele veren kişiyim. Bu mücadeleleri vermek başka bir iş, NATO’dan çıkalım demek başka bir şey.

A:Emekli Büyükelçi Yalım Eralp anılarını kaleme aldığı “Perdeyi Aralarken” adlı kitabında, 1978 yılında, Dışişlerinde Gündüz Ökçün, Gündüz Aktan, Temel İskit ve sizin başını çektiğiniz bir grubun Türkiye’nin NATO’dan çıkıp Bağlantısızlar Hareketi’ne dahil olmasını savunduğunuzu iddia ediyor. Doğru mu?

Ö: Böyle bir şey hiçbir zaman olmadı. Gündüz Ökçün Dışişleri Bakanıyken böyle rivayetler çıkardılar. Gündüz Ökçün, Afganistan’da Sovyet müdahalesini destekliyor, NATO’dan çıkılmasını savunuyor vesaire… Hiçbir toplantıda, kimse böyle bir şey söylemedi. Altında yatan neden CHP iktidarından bazı çevrelerin rahatsızlığıydı. Bakanlık dışında, yabancı çevreleri içinde böyle rivayetler çıkardılar.

Bizim söylediğimiz şuydu ; “Türkiye’nin NATO üyesi olması başka ülkelerle ilişkisine engel değildir”. Türkiye çok boyutlu bir dış politika izlemelidir, dedik. Tıpkı şimdi olduğu gibi… Bizim siyasetimiz, bütün dünya ülkeleriyle karşılıklı menfaatlere dayalı bir ilişki kurmaktır.

A: Batı, İran’da rejime mi yoksa İran’ın güçlü olmasına mı karşı?

Ö: İran meselesini belli bir perspektif içinde değerlendirmek gerekir. İran, bugün anladığımız anlamda demokratik bir ülke değilse, 100 yıldan bu yana Batı ülkelerinin İran’da demokrasi olmasını istememelerinden kaynaklanmaktadır.

İran’da ilk demokrasi tecrübesi 1906 yılında yaşanıyor. Şah Muzaffereddin, ülke aydınlarının reform ve anayasa taleplerini kabul ediyor. Siyasi partiler kuruluyor ve meclis açılıyor. Tam o sırada, 1908 yılında, İran, Çarlık Rusya’sı ve Britanya İmparatorluğu arasında nüfuz bölgelerine ayrılıyor. Ülkenin kuzeyini Rusya, güneyi ise İngilizler kontrol altına alıyor. İran direniyor, hatta bu dönemde ABD’de bu direnişe destek veriyor. Bunun sonucunda Ruslar, İran Meclisi’ni bombalıyor. İran’ın ilk demokrasi tecrübesi böyle bitiyor.

İkincisi, 1950 yılında, Musaddık dönemidir. O süreçte İran’da Şah, Batılıların en has adamı. İngilizler, İran petrollerinin %84’ünü kontrol ediyor. Musaddık, demokrasi, bağımsızlık ve petrollerin millileştirilmesi yolunda adımlar atıyor.

İngilizler dönemin ABD Başkanı Truman’a, Musaddık’ı devirmeyi öneriyorlar fakat Truman bu teklifi reddediyor. Sonrasında, ABD Başkanı Eisenhower oluyor. İngilizler, Musaddık’ın komünist olduğu söylentisini yayarak Eisenhower’ı müdahaleye ikna ediyorlar. CİA Ortadoğu Masası Sorumlusu Kermit Roosevelt’in içinde olduğu bir operasyonla Musaddık’ı deviriyorlar. Yerine ABD/İngiltere’ye yakın Zahidi getiriliyor. Ülke dışında olan Şah, İran’a geri dönüyor ve petrol yatakları tekrar ABD/İngiliz kontrolüne giriyor. Şah zamanında bu durum devam ediyor.

Sonrasında 1979’da İran İslam Devrimi gerçekleşiyor. Bu devrimin, bizim anladığımız anlamda demokrasi ile bir ilgisi yok. İran’ın macerası böyle… Şimdide Batılılar, İran’a rejimi değiştirin diyorlar. İran’da demokrasinin olmamasının sebebi Batı’nın kendisidir.

BATI ORTADOĞU’DA DEMOKRATİK REJİMLER İSTEMİYOR

A: Ortadoğu’dan bahsetmişken, Arap Baharı bir Batı komplosundan mı ibaret yoksa sınıfsal, sosyal bir temeli olan bir hareket mi?

Ö: Soğuk savaşın bitişi, Sovyetler ve Varşova Paktı’nın yıkılışından sonra dünyada bir demokratikleşme cereyanı başladı. Tek istisna Ortadoğu’daki devletler. Neden? Büyük devletler, petrol başta olmak üzere enerji kaynakları nedeni ile bu bölge de tam bağımsız, laik, kendi kendini yönetebilen, demokratik ülkeler istemiyor. Bağımlı devletler istiyorlar.

Arap Baharı, hiçbir yerde başarıya ulaşamadı, demokratik rejimler kurulamadı. Tam tersine, sonuç olarak terörde artış yaşandı.

NATO eski Başkomutanı Wesley Clark, aynı zamanda ABD Başkanlık seçimlerinde aday adayı olmuştu, Commonwealth İnstitute’a verdiği bir demeçte 11 Eylül saldırısı sonrası Pentagon’la yaptığı bir görüşmeyi aktarmıştı. Bu görüşmede Pentagon yetkililerin kendisine 5 yıl için 7 ülkenin yönetimi değiştireceklerini söylediğini aktarmıştı. Bu 7 ülke; İran, Irak, Suriye, Libya, Lübnan, Somali ve Sudan.

Adamlar başka ülkelerin yönetimini değiştirme hakkını görüyor kendinde. Demokrasiye inanan bir ülke böyle bir şey söyler mi? Ortadoğu ülkelerinin demokrasiye geçmemesinin sebebi, bu bölgenin halkından değil, fakat büyük devletlerden kaynaklanmaktadır.

İSRAİL MÜTTEFİKİMİZ DEĞİL

A: ABD’de, özellikle Ermeni meselesinde Yahudi lobisi bir dönem Türkiye’yi destekliyor. Neden? Bu soruyla bağlantılı olarak, Türkiye ve İsrail neden müttefik?

Ö: Öncelikle, İsrail ile aramızda müttefiklik anlaşması olmadığını belirtmekte yarar var. Türkiye, halkı Müslüman olan ülkeler arasında İsrail’i tanıyan ilk ülke aynı zaman İsrail’in hatalarından dolayı ilişkileri en alt düzeye indiren de ilk ülke.

Ermeni ve Rum lobisi, Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmayı amaçlayan siyasetler izledi. Buna karşın Yahudi lobisi Türkiye’yi destekledi.

Yahudi lobisinin desteğinin altında Türkiye’yi Batı ittifakının içinde tutma gayreti yatıyor. İsrail yanlısı Batı ittifakının içinde bir Türkiye, İsrail’in çıkarınadır. İsrailliler ve İstanbul’daki Yahudiler destek oldu Türkiye’ye. Jak Kamhi’nin çabaları oldu.

A: İsrail’in, başarılı bir biçimde diasporasını kullandığını görüyoruz. Yurtdışında yaşayan pek çok vatandaşımız Türk kökenli kişi var. Türkiye bu insanlar üzerinden lobi faaliyeti sürdürebiliyor mu?

Ö: Türkiye’nin de bu alanda faaliyetleri var. Türkiye yurtdışındaki soydaşlarının güvenlik içinde yaşamasını ve yaşadıkları ülkeyle Türkiye arasındaki ilişkilere yardımcı olmasını istiyor. Türkiye’nin ABD’de olduğu gibi Avrupa ülkelerinde de lobi firmaları var. Avrupa’da bizim kadar lobi yapan başka bir ülke olduğunu zannetmiyorum.

Benim görev döneminde kurulan Almanya Türkiye İşadamları Derneği (ATİAD) var. Daha sonra Avrupa çapında faaliyet göstermeye başladı. Bu derneğin yöneticileri her yıl Almanya Başbakanı tarafından ağırlanıyor. Almanya’daki Türk işadamlarının yatırımları, Almanya’nın Türkiye’deki yatırımlarından daha fazladır.

ABD, PKK’NIN TASFİYESİNİ İSTEMİYOR

A: Yakın dönem tarihimizin en önemli siyasi kırılmalarından biri de 2003’de, Irak’a müdahalede ABD ile işbirliğinin oylandığı 1 Mart Tezkeresi. Geçtiğimiz günlerde, emekli büyükelçi Deniz Bölükbaşı Hürriyet gazetesine verdiği röportajda, Türkiye’nin halen dahi 1 Mart tezkeresinin geçmemesinin bedelini ödediği değerlendirmesinde bulundu. Siz bu tezkereye karşıydınız. Neden?

Ö: Öncelikle 1 Mart Tezkeresi’nin Anayasamıza ve hukukumuza aykırı olduğunu belirtmekte yarar var. İkinci olarak siyaseten ve insani olarak yanlıştı. 1 Mart Tezkeresi geçseydi, Irak’ta 600.000’den fazla insanın ölümünün sorumlularından biride Türkiye olacaktı.

1 Mart Tezkeresi müzakerelerinden, iddia edildiğinin tersine, ABD’liler Kuzey Irak’ta PKK unsurlarının tamamen tavsiyesine izin vermedi. Fikret Bila’nın da konu ile ilgili kitabını okuduğunuzda, mutabakat muhtırasının Türkiye açısından ne kadar kısıtlayıcı olduğunu görüyorsunuz. Türkiye’nin dar bir bölgede, Mehmetçiğin başında ABD’li komutanlar olmak şartıyla müdahalesini öngörüyordu. Haliyle kabul edilmedi. O zaman, PKK’lılar ateş açmadan Türk askeri ateş açmasın, hükmünü getirmeye kalkıştılar. Bu şekilde terörle mücadele edebilir misiniz?

Ayrıca ABD, Türkiye’nin PKK’nın merkezi konumunda bulunan Kandil’e müdahalesini istemedi,. İşin özeti, Türkiye’nin Kuzey Irak’ın tamamında, etkin bir biçimde mücadele ederek, PKK’yı tasfiye etmesini istenmedi.

1 Mart Tezkeresi geçseydi, bunların tamamını kabul etmiş olacaktık. Efendim, o muhtıra öyle değil, yenisi vardı diyenler var. Nerede yeni muhtıra? Getirsinler görelim.

1 Mart Tezkeresi’nin kabul edilmemesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en şerefli kararlarından bir tanesidir ve bende o Meclis’te bulunduğum için gurur duyduğumu her yerde söylüyorum.

TSK’nın 2008’de giriştiği operasyonu hatırlayın. ABD Savunma Bakanı, daha operasyon yoldayken, Türk muhataplarına operasyonu durdurun, askerlerinizi çekin uyarısında bulundu. ABD, PKK’nın tasfiyesini istemiyor. Nokta.

A: Büyük dayınız Şehit Nusret Bey, Ermeni Tehcir’i suçlaması ile Nemrut Mustafa’nın aldığı bir kararla Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey ile beraber idam edilmiş. Aile olarak da etkilendiğiniz Ermeni meselesi ile ilgili mücadele halen sürüyor. Yakın dönemde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM) Perinçek/İsviçre kararı ile Türkiye’nin lehine bir karar aldı. Bu karardan sonra nasıl adımlar atılmalı?

Ö: Perinçek kararı son derece önemlidir. Bu kararı, Birleşmiş Milletler(BM)’in “Soykırımla Mücadele Sözleşmesi” ile beraber okumak gerekiyor. Çünkü Perinçek kararının özünde, mahkemenin bu sözleşmenin ilkelerinin benimsemesi yatıyor. İlgili sözleşmeye göre hiçbir yerel mahkeme ve olayın cereyan etmediği ülke mahkemesi, meclisi, hükümeti veya bir organı bu konuda karar alamaz.

Perinçek kararına rağmen, Almanya 2016’da konu ile ilgili bir karar aldı. Almanya’ya yönelik pek çok eleştiri var fakat bu konu ile ilgili olarak kimse bir eleştiri yöneltmiyor.

Yapılması gereken, soykırım kararı alan Avrupa ülkelerinin Meclislerine gidip, AİHM’in Perinçek kararını göstererek, soykırım kararlarını geri almalarını sağlamaktır.

Hükümet bir şey yapacaksa, bunu yapsın. Perinçek kararına rağmen bazı ülkelerin soykırım kararında ısrar etmeleri, açık bir biçimde hukuka aykırılıktır. Türkiye’yi hukuka aykırılıkla suçlayanların kendileri hukuksuzluk yapmaktadır. Bu konuda Alman iktidar ve muhalefet partileri ile görüştük fakat hatalarını kabul etmeye yanaşmadılar. Değerli yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın dediği gibi, Türkiye güzel ve yalnız bir ülke… Ve “Zor Rota” işte bu rota…


https://www.aydinlik.com.tr/oymen-devletler-onleri-tikandiginda-yeni-yollar-arar-aydinlik-kitap-ocak-2018-1

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın