İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Şahan Şahnur’dan ‘Sessiz Ricat’

Ermenice edebiyatın büyük ölçüde soykırım sonrasında teşekkül eden diaspora kolunun en önemli yazarlarından biri olan Şahan Şahnur, “Sessiz Ricat”ta, hiç yabancısı olmadığı bir hikâyeyi anlatıyor. Kitapta, tıpkı Şahnur gibi İstanbul’u sonsuza dek terk edip Paris’te kendine yeni bir yaşam kurmak zorunda kalan Bedros’un hikâyesi yer alıyor.

 
Fatma Özkaya Yayınlanma tarihi: 04 Kasım 2016 Cuma, 12:21
[Haber görseli]Ne sessiz ne de mümkün bir ricat
Sessiz Ricat’ın başkarakteri Bedros’un yaşamı, milletinin kaderi gibi derin bir kırılma yaşar. Gittiği Paris’te kaybettiği tek şey yazarın güzelliklerle resmettiği İstanbul olmaz sadece. Aynı zamanda kimliği, bugünü, geçmişi ve geleceği de elinden alınır, hatta ismi bile. Anlatı içerisinde Bedros’un ve çevresindeki Ermenilerin değişimi ve kırılganlığı, yazarın tabiriyle “ricat”ı, öyle bir şekilde gerçekleşir ki metinde, Bedros’a nerelerde kendi adıyla nerelerde Pierre olan yeni ismiyle hitap edildiği bir karmaşaya dönüşür.
ÖLÜ OLMAYAN, ÖLÜLERDEN ARTAKALAN…
Bedros’un 1920’lerin Paris’inde başı dönen gençliğinin, Ermeni milletinin kaderini derinden etkileyen sancısıyla karıştığı sahnelerde, Şahan Şahnur’un usta bir yazar olarak kendinin ve milletinin hikâyesine dışarıdan bakmadaki yeteneğini görürüz. İstanbul’u terk etmek zorunda bırakıldığında (1922) henüz on dokuz yaşında olan Şahnur, romanı yazdığı 1927-1929 arasında, yimi beşinde olan İstanbullu Ermeni delikanlı Bedros üzerinden sıklıkla kendi deneyimini anlatır. Bunu yazarın, Bedros’un iç sesleri haricinde, metne doğrudan müdahalelerinde de görürüz. Anlatıya aniden girip sahneyi darmadağın ederek kendi sözünü söylemekten geri durmaz. Karakterin tavırlarında da buna rastlanır. Öyle ki Bedros’un tam olarak her şeyi bir kenara bıraktığı, hayatının aşkı Fransız Nenette’le bir kasabaya yerleştiği o en naif, bir masalın mutlu sonu olabilecek ve kasabayı tasvir ederken “Mezarlığın kapısı ne açılıyor –çünkü bugün ölen yok– ne kapanıyor –çünkü kaçmak istediği için oraya gömülmüş bir Ermeni yok” cümlesiyle karşılaşırız. Sonrasında yazar ve Bedros bu cümle hiç söylenmemiş gibi gündelik hayatın akışında bahsederken okur, halen bu beklenmedik ve acı karşılaşmanın etkisi altındadır. Bu cümle ve sonrasında oluşan durum sadece olağanüstü halin normalleştirilmesine işaret etmez. Aynı zamanda, Ermenicede “hayatta kalan” anlamına gelen verabroğ –yani İngilizcesiyle “survivor”– olmanın da bir göstergesidir. Çünkü diaspora ölü olmayan, ölülerden artakalandır. Diaspora bir varlık-yokluk mücadelesinin göstergesidir. O, verabroğ olarak doğan değil ama yaşamak için verabroğ olmak zorunda olandır.
Sessiz Ricat –ne ilginç ki yayınına Erzurum’da başlayıp Paris’te devam etmek zorunda kalan– Haraç gazetesinde Ermenice olarak tefrika edilmiş ve dönemi için pornografik sayılabilecek sahnelerinden ötürü hayli eleştirilmiştir. Eserin Ermenice yazıldığı, bir Ermeni gazetesinde yayınladığı yani Ermeni okuyuculara yönelik olduğu ve 1920’ler gibi erken bir dönemde yayınlandığı düşünüldüğünde, gelen tepkilerin sertliği de tahmin edilebilir. Ancak bu sahneler aynı zamanda, Paris gibi Avrupa’nın önemli başkentlerinden birinde, doğulu bir gencin karşılaştıklarını ve şaşkınlıklarını dürüstçe paylaşan sahnelerdir de. Lakin bu dürüstlük, Şahnur’un kariyerinin seyrini değiştirecek ve 1933’te yayınlanan –yine benzer temalara değindiği– Haraleznerun tavacanutyunı (Haralezlerin İhaneti) öykü kitabının ardından onu Ermenice edebiyattan uzak tutacaktır. Bu dönemde Armen Lubin ismiyle yazdığı Fransızca şiirlerle Fransızca edebiyatın önemli isimlerinden biri haline gelirken Ermenice edebiyatla barışması 1956 gibi geç bir tarihte mümkün olacaktır.
MUTSUZ İNSANLAR
Romanda net bir Doğu-Batı karşılaştırılması ve eleştirisi görülür. Bu karşılaştırma, yazarın ve karakterlerin erkek olduğunu unutmadığımız sert eril bir dil eşliğinde gerçekleşir. Bir tarafta cazibesiyle özgürce kullandığı ve erkeklere türlü oyunlar oynadığı cinselliğiyle Batı’yı temsil eden Fransız kadını varken öte tarafta doğuyu temsilen merhametliliği, bağlılığı, cinsiyetsizliği ve anneliğiyle Ermeni kadını konulur. Buna göre de cazibeli kadınlarla girilen flörtlerden kalbi kırılan doğulu Ermeni gençler hâlâ bu “hayırsız” kadınları arzulamaya devam ederken Ermeni ailesinin devamlılığını sağlamak üzere karakterlerden Suren’in deyimiyle “iki kalın bacak ve biraz bıyık”la simgelenen Ermeni kızıyla kurulması gereken ilişki, artık bir türlü kurulamaz.
Bu anlatı, toplumsal cinsiyete yönelik yapılabilecek farklı okumalarına karşın, okuyucunun karşısına 1915’e dair şöyle bir tablo sunar: Soykırım denilen şey sadece insanları öldürmek, onların mallarına mülklerine oturmak değildir. Soykırım mutsuz insanlar yaratmıştır; mutsuz eşler, çocuklar… Ermeni kadını ve erkeği, sadece milliyetiyle, yalnızca bir Ermeni olarak yaşamaz bu kırılmayı. Aynı zamanda bir kadın ve erkek olarak da değişmek, dönüşmek, iki keskin kültür arasında bir denge kurmak zorunda kalır. Bu haliyle roman, soykırım gibi, atom bombası misali etkisi kuşaklar boyunca devam eden bir felaketin sınırlarını çizmenin imkânsızlığını yüzümüze vurur.
Kitabın isminde geçen “ricat” -Arapça ve Türkçede “vazgeçmek, geri çekilmek” anlamındaki kelime- aracılığıyla soykırım kurbanı kuşağın, diasporaya adapte olma ve felakete mesafelenebilme ölçüleri uyarınca Ermeni kimliğinden uzaklaşmasıyla bir ilişki kurulur. Burada en büyük kaygının dil üzerine olduğu anlaşılır ve dilin geleceğine dair endişelerin defaten belirtildiği görülür. Lakin diaspora Ermenileri için dil sadece geleceğe yönelik bir kaygı değildir. Aynı zamanda bugüne dair de bir sorundur. Dil engelinin, bazı zamanlar Bedros’un aşkını ifade etmedeki yetersizliğine yol açtığına tanık oluruz. Bu yetersizlik, romanda sadece aşk ilişkilerinde değil, mesela diasporada yazılan Ermenice olmayan kitapların duygu geçirgenliklerine dair eleştiride de karşımıza çıkar.
Kurguda ricat etmeyen tek aktör, çocukluğunda çok güzel bir yüzü olduğu için “Lokhum” lakabıyla anılan bir gençtir. Lokhum tüm hayatını mahvetmesi, yaşayamaz hale gelmesi, türlü bataklıklara bulaştıktan sonra “delirmesi” pahasına Ermeniliğinden ve yurduna geri dönme azminden vazgeçmez. Kitaptaki karakterlere ve Şahnur’un yaşamına bakıldığında bu “ricat”ın sadece Lokhum için değil, aslında kimse için geçerli olmadığı görülür. Belki Lokhum gibi açık bir meydan okuma yoktur ancak yine de o ruh küçük direniş alanlarından sızarak işler. Bedros’un en Pierre anlarında bile Ermeniliğini dayanak göstererek kafa tutması [“Benim Ermeni olduğumu unutma (…) ne kadar kindar, affetmez olduğumuzu bilmiyorsun”], Hraç’ın Fransız bir kadınla evlendiği, gayet Fransız adabına uygun düğününde, İstanbul’da kalmış ana-babasının ismini (“Yazmacı Kris’le Ağavni Hanım”) duyduğunda hıçkırıkları, Şahnur’un bizzat kendisinin bu isimde ve konuda bir kitap yazması bile gösterir ki bu ricat hiçbir zaman tam anlamıyla mümkün değildir.
Tüm bu yönleriyle Sessiz Ricat, işlediği tema ve dönem itibariyle Türkiyeli okuyucuya bir bilinmezin, diasporanın kapısını aralayan ve bizleri geçmişin karanlığında bırakılmış hakikatlere kulak vermeye davet eden çok önemli bir roman.
Sessiz Ricat / Şahan Şahmur / Çeviren: Maral Aktokmakyan, Artun Gebenlioğlu / Aras Yayıncılık / 246 s.

Yorumlar kapatıldı.