Hakan Albayrak / hakanalbayrak@karar.com
“Millet”i her şeyden evvel ırka dayandırdığı, Türkçedeki Arapça ve Farsça kelimelerin tümünün çıkarılmasını savunduğu ve Kemalist rejimin ırkçı projelerine katıldığı için Yusuf Akçura’ya “koyu ırkçı” dedim. (Akçura da 1904’te yazdığı “Üç Tarz-ı Siyaset”ten ibaret değil.) Yusuf Akçura -tıpkı Ziya Gökalp gibi- Türk olmayan unsurların da Türklüğe katılabileceğini savunduğu, yani ırkın saflığını korumaktan falan dem vurmadığı için bu ifademin ağır kaçtığını kabul ediyorum. Akçura’nın millet/Türk Milleti anlayışı neresinden bakarsanız bakın sorunludur, ama öfkemi bastırmalı ve öyle demekten geri durmalıydım. Son olarak, Ziya Gökalp’in “ırk” ve “millet” meselesinin altından kalkamadığını, kendi kendiyle çelişip durduğunu, işin içinden çıkamadığını, dolayısıyla bizi de işin içinden çıkaramayacağını belirtmek isterim.
***
Ne kadar İttihad-ı İslam’cı olursam olayım ve bu topraklarda eğreti duran Frenk usulü ‘ulus devlet’lerin yol açtığı şiddetli buhrandan ne kadar gına getirirsem getireyim, koca bir asrın -hatta iki asrın- muazzam tahribatını ve bu tahribattan mütevellit yeni örf ve adetleri yahut huy ve alışkanlıkları yok sayarak Millet-i İslam unsurları arasındaki -ayrıca bunlarla gayrimüslim komşuları arasındaki- ‘modern’ meselelerin bugünden yarına kökten çözülmesini elbette bekleyemem.
Mevcut şartların doğurduğu ızdırapları hafifletmek, yeni ızdırapların önüne geçmek ve öte yandan Türkiye’yi mevcut şartların elverdiği azami derecede muhkem kılarak İslam âlemine ümit telkin etme özelliği ile muhafaza etmek maksadıyla, ‘ideal’ olmayan ve fakat insanların maslahatına uygun görülen birtakım ‘palyatif’ çözümlere tevessül edilmesini yadırgayacak da değilim; yeter ki bunlar idealleştirilmeye çalışılmasın.
Şu Dicle-Fırat havzasının geçirmekte olduğu korkunç humma atlatılıp sun’î sınırlar ortadan kalkıncaya kadar, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, farklı etnik kimliklerini serbestçe ifade etmekle beraber, bazı pratik gereklilikler bakımından ‘Türk’ tanımını şimdilik genel vatandaşlık tanımı olarak benimsemeleri maslahat icabıdır” demeyi makul bulurum mesela.
Bir İngiliz veya Alman’la Türkiye hakkında konuşurken “Biz Türkler” diye kestirip atıyorum zaten; “Biz Türkmenler, Kurmançlar, Boşnaklar, Adigeler, Abhazlar, Romanlar, Lazlar, Gürcüler, Arnavutlar, Pomaklar vs, vs, vs” diye uzatacak halim yok, kimse kusura bakmasın.
Elin oğluyla tanışırken Çerkezliğimi de karıştırmıyorum, direkt “Türk’üm” diyorum. Bu sayede hiç vakit kaybetmeden büyük meseleleri konuşmaya geçebiliyoruz.
Arap veya Hintli bir kardeşimle tanışırken de aynı şey. Üstelik onlar beni Türk diye el üstünde tutuyorlar ve bu tabii ki hoşuma gidiyor.
***
Frenkler, Osmanlı topraklarına “Türkiye” derlerdi. Müslüman Osmanlıların alayı da “Türk”tü onların nazarında. Dahası, genel olarak “Müslüman” manasında da kullanıyorlardı “Türk” ismini.
Günümüzde ise Asya ve Afrika’daki Müslüman halkların Türkiye Cumhuriyeti ahalisini külliyen “Türk” belleyip bu sıfatı öpüp başlarının üstüne koymaları gibi bir durum var.
Bunlarda bir hoşluk görebiliriz, fakat o hoşluk sadece dışarıdan içeriye bakış için geçerli; içeride (de) devlet ve millet tanımının buna dayandırılması kavga sebebi oldu ve oluyor.
Meselâ, son dönem Osmanlı hükümetlerinin bazı “Türkçü” tavırları, normalde Arap milliyetçiliği tezgâhında öğütülmeye müsait olmayan pek çok Arap’ı “Nereden çıktı şimdi bu Türklük dayatması? Madem öyle gel böyle! Ben de Arap’ım ulan, var mı diyeceğin?” diye isyan ettirerek o tezgâha yöneltti…
Meselâ, Kürtlere dayatılan “Türklük”, hâlâ üstesinden gelemediğimiz kanlı bir travmaya yol açtı…
***
“Evet, bu devlet ve millet anlayışıyla hazin vaziyetlere yol açılmıştır; ama daha hazin vaziyetlerin önüne geçilmiştir” diyebilirsiniz ve ben buna yekten itiraz etmem; dinlerim sizi.
Hele, “Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeni bir devlet ve millet idraki oluşturmak gayesiyle gerçekleştirilen kaba saba ve zalimane uygulamalar asla savunulamaz, bunları tasvip edenlerden devlet ve millete bir fayda beklenemez, fakat küresel meydan okumaların üstesinden gelebilmek için mevcut şartlarla mütenasip bir devlet ve millet idrakine duyduğumuz ihtiyaç orta yerde durmaya devam ediyor, bu ihtiyacı en iyi şekilde karşılamanın yolunu muhakkak bulmamız lazım” derseniz, sizi can kulağı ile de dinlerim.
Arayışınızda Ziya Gökalp’e müracaat ederseniz, buna da saygı duyarım.
Ziya Gökalp’in vazettiği şeylerden ‘ideal’ üretme çabasına girdiğiniz takdirde ise, orada durmanızı istirham ederim.
Daha evvel de belirttiğim gibi, bana göre bu meyandaki bir çözüm ancak geçici bir çözüm olabilir ve idealleştirilmemelidir.
İlk ve son tahlilde “Millet-i İslam” derim, “İttihad-ı İslam” derim zira.
Merhum Nevzat Kösoğlu’na göre Ziya Gökalp de zaten “kültür milliyetçiliği”ne dayalı “Türkçülük” davasını ‘geçici bir tedbir’ olarak tasarlamıştı; İttihad-ı İslam’ın yeniden tesisi için gereken şartlar oluşuncaya kadar başvurulması gereken bir tedbir.
***
Konuyu Ziya Gökalp’e yeni getirebildim ve yerim gene doldu.
Devamı yarın inşallah.
http://www.karar.com/yazarlar/hakan-albayrak/ilk-ve-son-tahlilde-millet-i-islam-derim-2460#
Hakan Albayrak Hakan Albayrak
hakanalbayrak@karar.com Bir tenkit üzerine0inShare31.10.2016 Pazartesi 03:59-A+13YORUM YAZ
Karar’ın internet sitesinde Ziya Gökalp ile alâkalı yazımın altına yazılan şu yorumdaki zarafet ve yalınlığa bakar mısınız:
“Hakan Albayrak’ın yazısının başında Nevzat Kösoğlu’nu okuduğuna sevindim. Ancak hem Gökalp’i hem Kösoğlu’nu okurken bir peşin hükümden kurtulamadığını görmekten muazzep oldum. Gökalp baştan sona sağlam ve tutarlı sayılamayacak ifadelere sahiptir ama ne inkılapların fikir kaynağı olarak gösterilebilir ne de Gökalp’ten ırk nazariyelerine bir öykünme bulunur. Akçura da seküler Türk kimliği üzerine tesiri daha geçerli sayılabilecek biri olsa da Türk-Tatar kimliği Rus karşıtlığı ekseninde teşekkül etmiş ve Osmanlı-Türk aydınlarının mevcutu tehlikeye atmamak ve unsurları tahrik etmemek üzere itidaline sahip değildir. Ancak Akçura Üç Tarz-ı Siyaseti son derece analitik olarak ele alır ve Türkçülük ve İslamcılık arasında bir tercihte dahi bulunmaz, makale sual ile son bulur. Tercihin Türklük olması durumunda diğer unsurları Türklüğe katmaktan bahseder. Hatta Türk merkeziyetçi çizgisinin dışında muhtariyet gündemine alır. Bu durum da Tatarlar için Ruslar karşısında tecrübenin tezahürüdür. Biraz sathi okumalarla Gökalp anlaşılmaz. Akçura da.”
Bu tenkidin kime ait olduğunu bilmiyorum.
Müellifi, kendini “N.C.” diye tanıtmış.
Öyleyse N.C.’ye selam olsun diyelim.
***
Cevaben:
1. En sathî okumayla bile anlaşılır ki, Ziya Gökalp’in millet mefkûresinde Türk olmayan Müslüman unsurlar ancak Türkleşmeleri ve Türklüğe yardımcı olmaları kaydıyla muteberdir.
Çıkış noktası bu olunca, tutulan yolun şuraya çıkması kaçınılmaz oldu: “Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Kemalist rejimin adalet bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt’un hezeyanı.)
Kürt meselesi bu anlayış üzerinde yükseldi ve bu anlayışta Gökalp’in büyük payı var.
Batı medeniyetine iltihak furyasının doğurduğu büyük sancılarda da.
Mustafa Kemal’in “Benim bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir” demesi -gerçekten demişse şayet- boşuna değil.
2. “Türk Milleti”nin ırkla tarif edilemeyeceğini savunduğu ve öyle yapanlara itiraz ettiği için Gökalp’e ırkçı diyemesek de, evet, “baştan sona sağlam ve tutarlı sayılamayacak ifadelere sahip” olan Gökalp’in lügatında “Türk” esasen bir ırkı ifade eder ve bunu anlamak için de sathî bir okuma yeterlidir.
“Türkçülükteki yakın mefkûremiz ‘Oğuz Birliği’ yahut ‘Türkmen Birliği’ olmalıdır… Türkçülüğün uzak mefkûresi ise, Tûran’dır” (Bkz. Türkçülüğün Esasları/MEB Devlet Kitapları, İstanbul 1970/Sayfa 25) yahut “Türk ırkı diğer ırklar gibi ispirtoyla, sefahatle bozulmamıştır. Türk kanı şanlı muharebelerde çeliklenmiş, gençleşmiştir” (Bkz. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak/Türk Kültür Yayını, İstanbul 1977/Üçüncü Baskı/Sayfa 127) gibi ifadeleri orta yerde duruyor. (Yanlış anlamaların önüne geçmek için, Turan mefkûresi ile bir derdimin olmadığını, bilakis Turancılığı İttihad-ı İslam’ın bir cüzü olarak benimsediğimi belirtmek isterim. İlgili iktibastan muradım Turan’ı tu kaka etmek değil yani.)
Gökalp’in, “Türkçülüğün Esasları”nda “Ahlâkî Türkçülük”ü anlatırken, “Vatanî Ahlak”ı, “Meslekî Ahlâk”ı, “Aile Ahlâkı”nı, “Cins Ahlâkı”nı, bunların istisnasız hepsini “Eski Türkler”e dayandırması da şayan-ı dikkattir.
3. Bu vesile ile hatırlatmakta fayda var: Ziya Gökalp, en önemli iki eserinin ilki olan “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak”ı 1918’de, ikincisi olan “Türkçülüğün Esasları”nı ise 1923’te yazmıştır. Arada, dünyanın altının üstüne geldiği 5 sene var. Gökalp’in 1918’de savunduğu fikirlerden bazıları ((Mesela İslam kavimleri arasındaki ortaklıkların korunmasına yönelik fikirleri) veya tezlerini savunurken gösterdiği bazı incelikler (Mesela Müslüman kavimlerdeki “milli uyanışlar”ın İslam Birliği idealine halel getirmeyeceğini belirtme gereğini duyması) bizim gibi adamların gönlünü almaya pek müsait; ama 1923’te bunlar yoktu artık.
4. “Millet”i her şeyden evvel ırka dayandırdığı, Türkçedeki Arapça ve Farsça kelimelerin tümünün çıkarılmasını savunduğu ve Kemalist rejimin ırkçı projelerine katıldığı için Yusuf Akçura’ya “koyu ırkçı” dedim. (Akçura da 1904’te yazdığı “Üç Tarz-ı Siyaset”ten ibaret değil.)
Yusuf Akçura -tıpkı Ziya Gökalp gibi- Türk olmayan unsurların da Türklüğe katılabileceğini savunduğu, yani ırkın saflığını korumaktan falan dem vurmadığı için bu ifademin ağır kaçtığını kabul ediyorum.
Akçura’nın millet/Türk Milleti anlayışı neresinden bakarsanız bakın sorunludur, ama öfkemi bastırmalı ve öyle demekten geri durmalıydım.
***
Son olarak, Ziya Gökalp’in “ırk” ve “millet” meselesinin altından kalkamadığını, kendi kendiyle çelişip durduğunu, işin içinden çıkamadığını, dolayısıyla bizi de işin içinden çıkaramayacağını belirtmek isterim.
Yorumlar kapatıldı.