İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Meclis, Lausanne efsaneler ve tarih

Soli Özel / sozel@htgazete.com.tr
Hiçbir devlet ve millet kendi tarihinden nefret ederek, onu çarpıtarak, o tarihi anlama imkânlarını tahrip ederek, dolayısıyla da bugünü doğru değerlendirmek için gerekli bilgiyi kendi iradesiyle anlamsızlaştırarak muvaffakiyete erişemez. Benzer şekilde tarihle efsaneyi, ruhunuzdaki heveslerle yaşanmış olanları karıştırarak da varacağınız yer yoktur. Bunun da ötesinde tarihin nasıl okunması gerektiği konusunda fikriniz yoksa, bu konudaki tartışmaları takip etmiyorsanız, tarihçilikle vakanüvisliği karıştırıyorsanız tarihin bugüne ışık tutmasını da sağlayamazsınız.

En radikal devrimci rejimler bile bir noktadan sonra tarihin ortak paydalarına sahip çıkar. Başka türlü bir devletin sürekliliğini oluşturmak, bir toplumun inşa edilmesi gereken bir kolektif bilince sahip olmasını sağlamak mümkün olmaz. Ulus kurma süreçlerinin hepsinde bir efsane oluşturma, ortak payda sayılacak bir söylemi kurgulama ve sonradan da dayatma söz konusudur.
Belli bir zaman sonra bu eleştirilir, farklı yorumlara açık hale de gelir. Ancak her şeye rağmen dokunmak istemeyeceğiniz, daha doğrusu ideolojik saiklerle yıkmak istemeyeceğiniz söylemler hep vardır. Lausanne ile ilgili gereksiz, yanlış, basit tarih yazım kuralından yani olguların doğru nakledilmesinden yoksun tartışma en azından bu nedenle sorunludur.
İslamcı kesim Cumhuriyet’le hesaplaşma adına tarihi çarpıtma hakkına elbette sahip değil. Ancak okumakla pek başı olmayan bir kitleye hitap ettikleri, doğruyu aramak yerine ideolojik olarak kendilerine yarayacak söylemlere yöneldikleri, bilimsel dürüstlükten uzak kaldıkları için akılarına geleni yazma ehliyetine sahipler. Bunu da bolca yapıyorlar. Böylesine bir ciddiyetsizliği gülerek geçiştirmek yanlış olur.
Lausanne ile ilgili 1. ve 2. Meclis tutanaklarını bir araya getiren, Sefa Kaplan ile birlikte hazırladıkları kitabın girişinde Taha Akyol bu anlaşmanın tarihsel anlamını vurgular. Anlaşma çapsız bir heyetin yanlış, cahilce kararları nedeniyle Birinci Dünya Savaşı’na girerek batan ve o savaş sırasında dehşetengiz travmalar, acılar, kıyımlar sonucu elindeki toprakların çoğunu yitiren bir çokuluslu imparatorluktan ulus-devlet yaratma hedefinin başlangıç adımıdır. Müzakerelerdeki en önemli hedef, bağımsız devletin egemen olabilmesini de sağlamaktır.
Bu hedefe varabilmek için gösterilen çabalar Meclis’teki bazı vekiller tarafından kıyasıya eleştirilmiştir. Batı Trakya’nın, Hatay’ın, Musul’un yeni devletin topraklarına dahil edilmemesi karşısında öfke patlamaları yaşanmış, mangalda kül bırakılmamış, hamaset arşıâlâya çıkmıştır. Ne var ki Akyol’un da naklettiği gibi Musul konusunda Meclis hükümetini eleştirenler, Başvekil Rauf Orbay’ın, “İrade buyurunuz, ferman buyurunuz, harp ederiz” demesi karşısında tek kişi bile “Harp edelim” demeyecek, önerge vermeyecektir.
Lausanne’da gönülden geçenlerin hepsi elbette alınmamıştır. Ancak İslamcıların asla itiraz edemeyecekleri bir sonuç hem bu anlaşmayla hem de onun sürekli ihlal edilerek uygulanmasıyla alınmış, Anadolu’da gayrimüslim kalmamıştır. O anlamda Cumhuriyet pek de laik bir yönetim sergilememiştir.
İttihatçıların yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybettiği adalar geri gelmeyecektir. Enver’in hayalciliğini ve sorumsuz maceracılığını hiçbir zaman paylaşmayan Mustafa Kemal, tüm realizmiyle egemen ve bağımsız olma hedefi için doğduğu şehri geri alma arzusunu baskılayacaktır. Başkomutan İkinci Meclis toplandığında yaptığı konuşmada “Efendiler! Anadolu’da yeniden milli bir devletin kurulması milletimizin rüşt kavrayışını gösteren takdire değer bir uyanış eseri idi… Bugün hakkıyla iftihar edebileceğimiz bütün başarıların sırrı yeni Türkiye Devleti’nin yapısındadır” demiştir.
Musul hevesleriyle değil kendi gerçeğiyle Lausanne’ı okumak gerekir.
Musevi okurların Roş Aşana (Yeni Yıl) bayramını kutlarım.

Yorumlar kapatıldı.