İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Efsane ve gerçekler: Bir zamanlar.. “Ulu Hakan”?..

Taner Timur
Tuhaf günler yaşıyoruz. Zamanın ruhu, galiba artık zamanla savaşıyor! Gericilik moda oldu; Abdülhamid tartışıyoruz: Konferanslar, paneller, TV programları, sergiler.. Meğerse ne kadar haksızlığa uğramış zavallı Sultanımız? Neyse ki bazı oryantalistler bu haksızlığı düzeltmişler!? Hani şu tarihimiz hakkında kara tablolar çiziyorlar diye neredeyse her ağzını açanın karaladığı tarihçiler var ya, meğerse Abdülhamid’i en iyi onlar anlatmışlar. En başta da bu konuda bir kitap yazan François Georgeon geliyor.. Tarihçi İlber Ortaylı da, yazar Taha Akyol da önce onu okuyun diyorlar.. Artık gerisini saymıyorum… Burada da tarihçi dostumun kitabını özetleyecek değilim. Sadece, Georgeon’un eserinin sonuç bölümünde vardığı hükmü, bu restorasyon döneminde merak edenler olur diye aynen aktarıyorum: “Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’dan kurtulduktan sonra, kendisini iktidarı tek başına kullanmaya, sarayında münzevi hayatı yaşamaya, müstebitçe içine çekilmeye ve devleti paranoyak bir biçimde yönetmeye mahkûm etti. Birer adalet parodisi olan düzmece mahkemeler türünden iğrenç siyasi uygulamalara başvurdu; hafiyeliği, muhbirliği ve sansürü teşvik etti; muhaliflerin veya sorun çıkaranların uzak yerlere tayin ve sürgün edilmelerini emretti; bu yaklaşım sonunda tüm siyaset sınıfının cendereye sokulmasına ve Mithat Paşa’ya da yüz kızartıcı bir sonun reva görülmesine yol açtı. Kısacası, Jön Türklerin söz dağarcığındaki anahtar kelimelerden birini kullanacak olursak, Hamid rejimi gerçekten bir ‘istibdat’tı”.[ii]

***
Osmanlı toplumunda sapla saman karışıyor ve kim “Millet-i Hakime”, kim “Millet-i Mahkûme”, doğrusu pek anlaşılamıyor
Tuhaf günler yaşıyoruz. Zamanın ruhu, galiba artık zamanla savaşıyor! Gericilik moda oldu; Abdülhamid tartışıyoruz:
Konferanslar, paneller, TV programları, sergiler.. Meğerse ne kadar haksızlığa uğramış zavallı Sultanımız?
Neyse ki bazı oryantalistler bu haksızlığı düzeltmişler!? Hani şu tarihimiz hakkında kara tablolar çiziyorlar diye neredeyse her ağzını açanın karaladığı tarihçiler var ya, meğerse Abdülhamid’i en iyi onlar anlatmışlar. En başta da bu konuda bir kitap yazan François Georgeon geliyor.. Tarihçi İlber Ortaylı da, yazar Taha Akyol da önce onu okuyun diyorlar.. Artık gerisini saymıyorum..
* * *
Georgeon’u kırk yıldır tanırım, kitabını da çoktan okumuştum. Yine de bu “uyarı”lar karşısında “bir daha bakayım, yoksa yanlış mı anlamışım?” dedim. Yabancı olduğum konu da değil; ben de bu dönemle ilgili iki uzun makale yazmıştım.[i] Burada da tarihçi dostumun kitabını özetleyecek değilim. Sadece, Georgeon’un eserinin sonuç bölümünde vardığı hükmü, bu restorasyon döneminde merak edenler olur diye aynen aktarıyorum:
“Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’dan kurtulduktan sonra, kendisini iktidarı tek başına kullanmaya, sarayında münzevi hayatı yaşamaya, müstebitçe içine çekilmeye ve devleti paranoyak bir biçimde yönetmeye mahkûm etti. Birer adalet parodisi olan düzmece mahkemeler türünden iğrenç siyasi uygulamalara başvurdu; hafiyeliği, muhbirliği ve sansürü teşvik etti; muhaliflerin veya sorun çıkaranların uzak yerlere tayin ve sürgün edilmelerini emretti; bu yaklaşım sonunda tüm siyaset sınıfının cendereye sokulmasına ve Mithat Paşa’ya da yüz kızartıcı bir sonun reva görülmesine yol açtı. Kısacası, Jön Türklerin söz dağarcığındaki anahtar kelimelerden birini kullanacak olursak, Hamid rejimi gerçekten bir ‘istibdat’tı”.[ii]
Herhalde şimdi anlaşıldı? Bugünlerde hiç de yabancı olmadığımız düşünceler!
* * *
Yine de yetmiyor. İtiraz ediyorlar. Ama, diyorlar, Ulu Hakan’ın zamanında da “reformlar” devam etti; özellikle eğitim çok ilerledi; bir sürü yeni okul açıldı; haksızlık yapmayalım! Cumhurbaşkanı Erdoğan da, Milli Saraylar’ın düzenlediği sempozyuma yolladığı mesajda, “ 2. Abdülhamid reformcu, dirayetli ve çok yönlü bir padişah olarak, günümüzde de varlığını devam ettiren birçok müessesenin ve modern kurumların temellerini atmıştır (…) Bize düşen, hiçbir komplekse kapılmadan, dayatmalara itibar etmeden, ön yargılardan kendimizi arındırarak 2. Abdülhamid Han dönemini iyi anlamak, gerekli dersleri çıkararak, gelecek nesillere tanıtmaktır” demiyor muydu?
Mesajı alındı; anlaşıldı. Ne var ki zamanında bu reformları, özellikle eğitimdeki atılımları inceleyenler de olmuştu. Örneğin Stanford J. Shaw. Hani şu “Ermeni soykırımı diye bir şey yok!” deyince evi bombalanan Amerikalı profesör! Yani “her türlü kuşkunun üstünde”! Harvard ve Kaliforniya Üniversitesi’nden (UCLA) sonra, derslerine Türkiye’de, Bilkent’te devam etmiş gözde bir tarihçi.. O da araştırmış, bu dönemle ilgili ilginç veriler bulmuş.. Oradan ve başka kaynaklardan aktaracağım bilgiler de dönemin eğitim performansı ile ilgili genel bir fikir veriyor.
“(Osmanlı İmparatorluğu’nda) devlet, ‘millet’ler ve yabancı örgütler tarafından yönetilen çeşitli okulların olması, diyor Shaw, eğitimde reformu kolaylaştırıcı nitelikte bir birliği önlüyordu. Ne yeterli öğretmen, ne de tabii ki yeterli kaynak vardı. Yaygın bir ilkokul sistemi olmadığı için, yeni açılan yüksek okulların özel ve teknik eğitiminden yararlanabilecek nitelikte öğrenciler azdı; bu yüzden de ilerleme yavaş oldu”.[iii]
Yavaş, hem de çok yavaş! Shaw bu konuda rakamlar da veriyor. 1897’de gayri-Müslim “Millet”lere ait 5 982 ilkokulda 8 025 öğretmen ve 317 089 öğrenci varmış.[iv][iv] İslami öğretim alanında ise, Shaw, toplu bir bilgi bulamamış; buna karşılık eğitim tarihçimiz Prof. Yahya Akyüz, 1892-1893 yılları için şu bilgiyi veriyor: o tarihte tüm imparatorlukla 3326 yeni usul (usul-ü cedide ) ibtidai mektep, 20 bin 174 adet de eski usül (usul-ü atika) sibyan okulu bulunmaktadır. Çarpıcı rakamlar! Bu sırada bütün İmparatorlukta 2 274 öğretmen ve 23 192 öğrencisi ile 687 Rüşdiye (ortaokul); 584 öğretmen ve 10 720 öğrencisi ile de 70 İdadi (lise) bulunuyormuş! Yüksek öğrenim de şöyle: 1878 ile 1897 arasındaki 19 yılda Mülkiye’den 620 öğrenci; 1885 ile 1897 arasındaki 12 yılda Hukuk Mektebi’nden 502 öğrenci; Tıbbiye’den de 1874 ile 1897 arasındaki 23 yılda 882 öğrenci mezun oluyorlar. Ne de olsa askeri bir toplum; rekor, başta Harbiye, askeri yüksek okullarda. Onlar da, 1873-1897 arasında, toplam 7 313 diploma veriyorlar…
* * *
Peki, ya yabancı okulları?
Yabancıların açtığı okullardan da en çok gayrimüslimler yararlanıyorlar. Bunlardan sadece Robert Kolej’de, 1897’de, 8 315 öğrenci okuyor. Sanılmasın ki Sultan Hamid bu misyoner okullarını küçümsüyor! Aksine, 1887’de yayınladığı bir Ferman’da “müfredatlarını baştan düzenleyerek, gayri Müslim öğrencilerin ahlaki mükemmelliği için çalıştığı ve sonuç alındığı okullar ” dediği bu kurumları adeta örnek gösteriyor.[v] Ne var ki, öğrencileri laik bir öğretim altında birleştirerek “çağdaş bir vatandaş” yaratmaya çalışacağına, İslamcı öğretimi koyulaştırarak, ayrışmayı daha da körüklüyor. Gayrimüslimlerin yüksek okulları yok; varlıklı aileler çocuklarını Avrupa üniversitelerine yolluyorlar. Onlar Osmanlı yüksek okullarını, Shaw’un deyimiyle, “hor görüyor ve batılı değer ve düşünce tarzlarına bağlılığı” geliştiriyorlar.
İşte Shaw’un dönemin eğitim kurumlarıyla ilgili çizdiği tablo da bu! Bu toplumda sapla saman karışıyor ve kim “Millet-i Hakime”, kim “Millet-i Mahkûme”, doğrusu pek anlaşılamıyor. Ve “Ulu Hakan” Abdülhamid övülürken, rakamlar konuşunca, insan “zavallı Müslümanlar!” demekten de kendini alamıyor!
[i] Abdülhamid siyasetini daha çok dış ilişkiler bağlamında şu makalelerde ele almıştım için bkz. Sultan Abdülhamid, Uluslararası İlişkiler ve Ermeni Sorunu, 1876-1897; (Osmanlı Çalışmaları, içinde; İmge yayınları, 2010, s. 405-442) ve Bismark, II. Wilhelm ve Abdülhamid (Marx-Engels ve Osmanlı Toplumu içinde; Yordam yayınları, 2012, s. 125-145).
[ii] François Georgeon; Sultan Abdülhamid; İstanbul; Homer Kitabevi, 2006, s. 511-512.
[iii] Stanford J. Shaw, Ezel Kural Shaw; History of the Ottoman Empire and Modern Turkey; Cambridge University Press, 1977, cilt 2, s. 249-250.
[iv] Prof. Dr. Yahya Akyüz; Türk Eğitim Tarihi; İstanbul, 1994, s. 200.

[v] Benjamin J. Fortna; Mekteb-i Hümayun; İstanbul, İletişim yayınları, 2005, s. 256.

Yorumlar kapatıldı.