İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

6-7 Eylül tartışmaları, hafızası ve yüzleşmesi

Bahar Kılınç
1955 Eylül’ün 6 ve 7’sinde “Atatürk’ün evine bomba atıldı” iddialarından sonra insanlar çoğunlukla Rum olmak üzere çeşitli azınlık grupları hedef aldılar ve mülkleri yağmaladılar. Yaşanan bu korkunç saldırıların üzerinden 61 yıl geçti. 6 ve 7 Eylül’de yaşananları belgelemek ve o günlerle yüzleşmek sebep gösterilerek fimler çekildi ve kitaplar yazıldı. Biz de o günden bu güne yaşananların yansımalarına dair merak ettiklerimiz üzerine New York Üniversitesi Siyaset Bölümü Öğretim Görevlisi Ayda Erbal’la konuştuk.


“POLİTİK EKONOMİK ARGÜMANIN TEMELİNDEKİ MÜLKÜN İADESİNİ DEMOKRATİKLEŞMEYE BAĞLAYAN BİR TARTIŞMA YOK”
-6-7 Eylül pogromundan bugün bize hangi tartışmalar kaldı? O günden bugüne yaşananları nasıl hatırlıyoruz?
6-7 Eylül’le ilgili literatürü siyasi tarih anlatısı ve o tarih anlatısına bina olmuş hukukun, siyaset felsefesinin ve politik ekonominin kuramsal alanına düşecek tartışmalar olarak kategorize edersek bu alanlardan özellikle tarih anlatısının son 20 yılda oldukça geliştiğini gözlemlemek mümkün. Ancak Türkiye’de insan hakları aktivizmi alanını da belirleyen hukuk ve siyaset felsefesi tartışmalarına baktığımızda alanın oldukça cılız hatta yok denecek kadar az olduğunu görüyoruz. Politik ekonomik argümanın temelindeki mülkün iadesini demokratikleşmeye bağlayan tartışma ise yok. 6-7 Eylül’le doğrudan ilişkili bir örnek vermek gerekirse geçen yıl, yani 6-7 Eylül’ün 60. yıldönümünde İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu TBMM Başkanı İsmet Yılmaz ve Meclis’te grubu bulunan siyasi partilerin grup başkanlıklarına yazdıkları bir dilekçe ile ‘resmi destek’ talebinde bulundu. Merkezi Atina’da bulunan federasyonun bu talebi geçen yıl çeşitli sitelerde ve gazetelerde haber olmasına rağmen, AKP iktidarında “bir kısmında ilerleme kaydedilen” taleplerin özellikle bireysel mülk iadesi ve/veya tazminine dair sivil toplumda bir tartışma başlamamış olması, yine bu taleplerin, gözlemleyebildiğim kadarıyla bu sene sosyal medyada pek de anılmaması anlamlıdır. Yalnız Onarıcı Adalet tartışmalarının neredeyse yok denecek kadar az olması da 6-7 Eylül’le sınırlı değil.
Ayda
Özellikle insan hayatı kaybının da olduğu yoğun hak ihlalleri veya bunları içermeyen diğer hak ihlalleri durumunda da tazminat elbette ki nihai çözüm değil, devletin ve sivil toplumun üzerinde uzlaşarak ulaşması gereken bir kurumsal yaptırımlar ve yasal düzenlemeler bütünlüğüne ihtiyaç var. Ancak tazminat, çok daha geniş ve felsefi bir derinliği de olmasını beklediğimiz diğer pek onarıcı adalet mekanizması arasında hala en önemlilerden. Çünkü sadece olay esnasında mağdur olmuş olanları değil, özellikle mülk gasbı da olduğu durumlarda, sonraki kuşakların da haklarını gasp etme anlamına geliyor, mülksüzleştirme tek bir kuşağı etkilemiyor. Tüm bunlar konuşulmadan salt iyi niyet performansı ve ileriye yönelik bir iyileştirme tahayyülü olmayan tembel bir nostaljiye sıkışmış, azaltılarak müzelik malzeme haline getirilmiş bir romantik azınlık imgesi/ algısı ve bunun esasen siyasi elit için zararsız bir şekilde çerçevelenmesinden öteye gidemiyoruz. Siyasi elitin elini rahatlatmanın önünü açan bu gidememe durumu ne yazık ki doğrudan siyasi elitlerce değil, sivil toplum alanında, basın ve akademi ayakları da olan aktörlerce de kurulan bir söylem bir yandan da. Bunun bir biçimi 1915’i anmak için sağdan kurulmuş “Ortak Acı” söylemiyse diğer bir biçimi daha soldan kurulmuş “Bazı Yaralar Zamanla İyileşmez” sloganı örneğin, buradaki ortak acı ve/veya iyileşmeyen yara formülü gerek hukuk gerek siyaset felsefesi içinden düşünürseniz birbirinden farklı nedenlerle çok sorunlu ve tartışılması gerekenleri bir nebze de olsa gözden kaçırmaya da yarıyor.
Keza son bir kaç gündür çeşitli kereler duyduğumuz 6-7 Eylül’ün utanç vericiliği meselesi, olayı sadece olduğu zamana indirgeme tehlikesini de barındırdığı gibi utanç verici olan şey de olayın kendisinden ibaret değil.
“O ESNADA KİMSENİN AKLINA ‘EMEK’İ SAHİPLERİNE GERİ VERELİM’ SLOGANI GELMEMİŞTİ”
Olayın kendisi, olduğu dönemde %10’a yakın çok cüzi bir miktar dışında tazmin edilmemiş olması -onarıcı adalet işlemediği için 60 senedir birikmiş haklar, keza olayın örtbas edilmesi ve akademinin bu konudaki sorumluluğu, olaydan yavaş yavaş haberdar olduğumuz günlerden bu yana son derece eksik kalmış, hatırlamanın/anmanın siyaseti, bunların nasıl olması gerektiği tartışmaları, bu olan bitenleri siyasi elitin çözmesi gereken bir sorun haline getirememedeki eksiklik… Tüm bunları yan yana koyduğumuzda Türkiye’deki geçmiş ve bugün algısının bizzat sivil toplumda onarıcı adalet tartışmaları geri planda kaldığı için kendisinin de bir utanç vesilesi haline geldiği bir durumdan söz edebiliriz. Geçmiş ile bugün arasındaki bağın kopartılması doğrudan mülkün devamlılığından kaçmak için kurgulanmış bir elit stratejisi bir yandan da. Arşivler üzerindeki kavganın esası da bu. Elit stratejisine maruz kalmışlar için bunlar ille de bilinçli tercihler de olmayabilir, örneğin benim de asıl sahiplerini bilmeden bir kez katıldığım Emek Sineması eylemlerindeki “Emek bizim, İstanbul bizim” sloganını düşünelim. Bu slogan ancak geçmişle şimdinin siyasi/hukuksal olarak kopuk olduğu ve bu kopukluktan cezasızlıkla nemalanmış bir toplumsallığın ve kamusallığın sorunsuzca meşru olduğu bir yerde var olabilirdi. O esnada kimsenin aklına “Emek’i sahiplerine geri verelim” sloganı gelmemişti. Bu slogan aktivistlerden birinin aklına gelseydi, başta eski sanat elitinin önemli bir kısmı olmak üzere eylemlere cansiperane katılırlar mıydı? Veya örneğin, Costa-Gavras sinemanın Yahudi sahiplerinden Varlık Vergisi döneminde gasp edildiğini bilse eyleme bu haliyle destek olur muydu? Bu soruların bir kısmına gerçeğe çok yakın tahmini yanıtlar verebiliriz. Öte yandan yine Emek eylemlerine katılmış eylemcilerin bir kısmının 6-7 Eylül anmalarına katılan bir grup olduğunu da varsayabiliriz. Ancak art niyetli olmasa da “Emek bizim, İstanbul bizim” sloganına içkin aktif epistemolojik şiddet işte ancak bu tartışmaları hakkıyla yapmamakla ve geçmiş ile bugün arasında keskin bir kopuklukla mümkün. Sürekli olarak Kemalist / modernist ve Türkiye cumhuriyetinin neredeyse köksüz bir metafor olarak dillendirildiği bir siyasi gramerin içinde büyümüş kuşakların sosyolojik tahayyülünün de bir elit stratejisinin neredeyse doğal uzantısı olma durumu var. Bir binanın siyasallaştığı bir eylemde siyasi tarihin sayacına atılacak reset noktasına birileri bugünde karar veriyor – o karar vericiler yakın tarihteki gaspı siyasetin bir talebi haline getirmediği sürece, Varlık Vergisi’ni veya 6-7 Eylül’ü hatırlamalar, sınırları konforlu bir ilkokul müsameresi aktivizmine neden oluyor ve eylemin yola çıkış nedeni bu olmasa da talepler içinde mekanın utanç verici tarihine ilişkin bir onarıcı adalet talebi olmadığı sürece Taksim’in en az yüz yıllık Türkleştirilme tarihine şimdiki zamanda katkıda bulunuyor.
Dolayısıyla özellikle İstanbul’daki yazan çizenlerin oluşturduğu elit kamusal alanın, söylem kuruculuk erki azınlıkları içeriyor gibi görünse de hala oldukça etniktir. Bu erk alanı hem tarihin kendisinden, hem de yazılma pratiğinden gelen tüm imtiyazların ve güç ilişkilerinin şimdiki zamanda kendisini yeniden ürettiği bir alandır. Bu anlamda etnisite bütün bu hafıza, anma, tartışma alanının hala kurumsal ve kurucu öğesidir. Biraz da böyle olduğu için mağdurun ne istediğinden çok mağdurun bizi nasıl hissettirdiğinin kamusal alanda kontrolü üzerinden dönüyor tartışmalar -söylem kurucu erke de sahip olan imtiyazlı tarafın neyi nasıl görmek istediği tartışmanın sınırlarını belirliyor. İREF’in taleplerinin bir sene içinde arada kaynayıp gitmesinin nedenlerinin izlerini yukarıda çok kuşbakışı şekilde anlatmaya çalıştıklarımda sürebiliriz.
“LİBERAL DEMOKRASİ LİTERATÜRÜNE DAMGASINI VURMUŞ MÜLKİYET VE VERASET HAKLARININ KONSOLİDE OLMASIYLA DEMOKRATİK KURUMLARIN GELİŞİMİNİ BİRBİRİNE BAĞLAYAN OLDUKÇA GENİŞ BİR TARTIŞMA VAR”
-Peki neydi İREF’in bu talepleri?
Daha önce de belirttiğim gibi kitapçık / raporda da işaret edildiği üzere bir kısmında ilerleme kaydedilmiş talepler şunlardan oluşuyor.
Vatandaşlıkların geri verilmesi. Konu bilhassa vatandaşlıktan çıkarılan 40.000 civarında İstanbullu Rum erkek nüfusu ilgilendirmektedir.
Yeni nesillere vatandaşlığın verilmesi
Rumca kitapların Rum okullarında kısa zamanda ulaştırılması.
Rum okullarına öğrencilerin kayıt edilme sorunlarının giderilmesi.
Azınlık Vakıflarına el konulan mülklerinin geri verilmesi.
Yurt dışında yaşamaya mecbur edilen Rum Toplumun genç nesillerine yönelik İstanbul’a Dönüş Programının desteklenmesi.
Şahsi mülkiyet sorunlarının çözümü.
Kendi vatandaşlarını rehine olarak gören ve başka hükümetlere baskı aracı olarak kullanılan Mütekabiliyet prensibinin artık insan haklarının günümüzde ulaştığı seviye dikkate alınarak terk edilmesi.
Görüldüğü gibi İstanbullu Rumların talepleri, vatandaşlık haklarından, vakıf ve bireysel mülk haklarına kadar uzanan geniş bir yelpazeyi içeriyor. Bu taleplerin bazısı diğerlerine oranla çok daha rahat gelişme sağlanabilecek kalemler. En zor kalemse gerek şahsi gerek vakıfların mülkleri sorunu ve bu mülk sorununun Türkiye’nin demokratikleşmesiyle de doğrudan bir ilişkisi var aslında. Basitçe azınlık haklarının genişletilmesinden söz etmiyoruz burada, özellikle liberal demokrasi literatürüne damgasını vurmuş mülkiyet ve veraset haklarının konsolide olmasıyla demokratik kurumların gelişimini birbirine bağlayan oldukça geniş bir tartışma var. Tarihle yüzleşmenin Türkiye’yi demokratikleştireceği veya demokratikleşme için yüzleşme gerektiği şeklindeki araçsal argümanı daha önce duyduk ama bunun hangi izlek üzerinden olacağı epey muğlak -Türkiye tarih okuyarak, tarih bilerek, üzülerek, utanç duyarak mı demokratikleşecektir örneğin? Herhangi bir suç işlendiği zaman, suçlunun suçun detaylarına vakıf olması, üzülmesi ve/veya utanç duymasıyla veya akrabalarıyla tanışmayla mı yetiniyoruz ki söz konusu azınlıkların haklarının gaspı olduğunda söylem dönüp dolaşıp bu çeşit bir edebiyatın ve romantizmin sınırlarında seyrediyor?
Onarıcı adalet konularında söylem kuruculuğun veya çerçevelemenin bu konulardaki gücüne ilişkin koşut bir örnek olarak akla Rakel Dink’in Hrant Dink’in cenazesindeki konuşması geliyor -ki ancak İncil’e biraz vakıf olanların hakkıyla anlayabileceği, dini metaforlarla yüklü oldukça derinlikli bir metindir. O metinden “herkesin hakkını herkese geri verelim sevgilim” cümlesi yerine, öznenin ve sorumluluğun görece muğlak olduğu “bir bebekten katil yaratan karanlıklar”ın öne çıkarılmış olması da bu konuştuğumuz bağlamın tamamı içinde epey düşündürücü.  Bilinçüstünde tam olarak eklemleyip telaffuz edemesek de böylece söylendiğinde ağırlığını hissettiğimiz bir tercih değil mi o aslında? Bu cımbızlama, söylem kurucu erki olanların basit bir edebi tercihi midir sadece? Yoksa bu cezasızlık / sorumsuzluk / adaletsizlik dizgesi içinde iliklere işlemiş bir ötelemeye mi, bilinçaltına mı işaret ediyor? Zira Dink bu iki cümleyi de, çok fazlasını da yazmıştır. Aradan geçen 9,5 adaletsiz yıl ve bu yıllar zarfında öğrendiklerimizin de sorumluluğu da üzerine eklenerek metin yeniden okunduğunda, olanca yumuşaklığına rağmen oldukça radikal bir adalet manifestosu metni olduğu rahatlıkla görülebilir.
“MÜZEYYEN SENAR’IN 6-7 EYLÜL OLAYLARINA KOLAYLAŞTIRICI VE PROVOKATÖR OLARAK KATILDIĞINI DUYMUŞTUK”
Buradan ilk sorunuzun ikinci bölümüne geleceğim, yukarıda sözünü ettiğim konulardan, sorunumuzun sadece nasıl hatırladığımız değil aynı zamanda geçmişi ve şimdiyi nasıl çerçevelediğimiz olduğu da sanırım görünür bir hale gelmiştir. Hatırlama konusunda başka türlü sorunlarımız da var. Bir tanesi Türkiye’nin sürekli bir olağanüstü hal durumu yaşamasından yani Kürtlere, Alevilere ve azınlıklara yönelik baskılara karşı şimdiki zamanda da sürekli mücadele etmekten kaynaklanıyor. Her gün katmerlenip duran sorunlar olduğunda geçmişle ilgilenmenin ne gibi bir toplumsal yararı olacağını kitlelere anlatmak kolay bir iş değil. Bir diğer sorun gerek 6-7 Eylül konusunda, gerek Türkiye devleti ve/veya millet-i hakimesi kaynaklı diğer hak ihlalleri konusunda bilginin henüz herkesin rahatlıkla konuşabileceği bir gövde haline gelememiş olmasından kaynaklanıyor. Tarihe ilişkin bilgi öbekleri ve biyografiler -ki Türkiye’de biyografi de yoktur pek, hagiografi vardır daha çok – bu ikisi bir araya gelemiyor. 6-7 Eylül konusundaki örneklerden biri SİPA Press’in kurucusu Gökşin Sipahioğlu’nun dahil olmasıysa diğeri de bu konudaki katkısı çok daha az bilinen popüler kültür karakterlerinin sterilize edilmiş biyografileri. Örneğin Müzeyyen Senar’ın 2015’te ölümü ardından Türkiye Gazetesi yazarlarından Yıldıray Oğur Senar hakkında bir yazı yazdı. Oğur o gün sosyal medyada çok paylaşılmış yazısını Radi Dikici’nin “Cumhuriyet’in Divası: Müzeyyen Senar” kitabından yararlanarak yazmıştı ancak yazıda Senar’ın 6-7 Eylül’de ne yaptığı konusuna dair herhangi bir bilgi yoktu. Sonrasında Twitter’da başlattığım tartışmaya Görkem Daşkan, Oğur’un kitapta olmadığını söylediği bu bilgiyi bambaşka bir tarih kitabından tamamlayarak katıldı. Söylenti düzeyinde Müzeyyen Senar’ın 6-7 Eylül olaylarına kolaylaştırıcı ve provokatör olarak katıldığını duymuştuk -hatta rivayete göre Senar bir kürkçü dükkanının basılmasına ön ayak olmuş sonrasında üzerinde kat kat kürklerle dışarı çıkmıştı, ancak Daşkan’ın referans verdiği Hülya Gölgesiz Gedikler’in “1950’li yıllarda İzmir” kitabından olayın İstanbul’da değil başka bir şekilde vuku bularak İzmir’de geçtiğini öğreniyorduk. İzmir’de 6-7 Eylül İstanbul’dakine göre daha az bilindiği ve Müzeyyen Senar dönemin siyasi elitiyle de yakından alakalı olduğu için uzunca bir alıntıyı Daşkan’a teşekkür ederek röportajın sonunda paylaşmak isterim ancak Senar’la ilgili kısa anlatı şöyledir:
“6-7 Eylül Olayları’yla ilgili yargılamalardan önemli bir sonuç çıkmamış, bir süre sonra olay kapanmıştır. Ancak 1960 Askeri Darbesi’nden sonra bu konu yeniden yargının gündemine gelmiş ve dönemin yetkilileri olayları teşvik etmek ve gerekli önlemleri almamış olmaktan dolayı yargılanmışlardır. Darbe sonrasında yerel basının olaylara ilişkin yaklaşımı da farklılaşmış, olaylar aynı şekilde aktarılmakla birlikte yaşananların dönemin hükümeti tarafından planlı bir biçimde gerçekleştirildiği üzerinde durulmuştur. İddialara göre Fuar müdürü olaylar başladığında Vali Kemal Hadımlı’yı telefonla arayarak bilgilendirmiş olmasına karşın validen millî heyecanın önüne geçmenin doğru olmayacağı biçiminde bir yanıt almış, diğer yandan Kemal Hadımlı, dönemin Emniyet Müdürü Zeki Demir’e olaylara müdahale etmemesi yönünde emir vererek göstericilerin arasına karışıp omuzlarda taşınmıştır. Ayrıca eski İstanbul Valisi Ethem Yetkiner’in eşi Müzeyyen Senar’ın da “Dağ Başını Duman Almış” marşını söyleyerek göstericileri teşvik ettiğinden ve valinin olayların yatıştırılması için güvenlik güçlerine sabaha karşı emir verdiğinden söz edilmektedir. (…) Kemal Hadımlı 6-7 Eylül Olayları ile ilgili olarak Yassıada’da yargılanmış ve dört buçuk yıl hapis cezası almıştır. Ancak Yüksek Adalet Divanı dava dosyasını 5 Ocak 1961 tarihinde kapatmış ve sanıklara açılan davaları geri almıştır.”
Döneme ilişkin bildiklerimiz birbirinden kopuk tarih yazımı zeminlerinde yazıldığı veya hiç yazılmadığı için 6-7 Eylül’e samimi şekillerde üzülenler, 6-7 Eylül’de farklı oranlarda sorumluluğu olduğu bilinen ve özür dilememiş yaşayan sorumluları, bu bilgileri umursamadan, biyografiyi merak etmeden bağrına basmış. Çeşitli dönemlerdeki siyasi elitten de Abdülhamit olsun, Menderes olsun, İnönü olsun, azınlıklara ilişkin siyasetlerde doğrudan sorumlulukları olduğu halde Türkiye’nin hagiografist aydınları nedeniyle de kamu vicdanında bir türlü mahkum edilememişler.
“TAKVİMDEKİ NEREDEYSE HER GÜNE BİR BAZEN BİRDEN FAZLA YÜZLEŞME ÖDEVİ DÜŞEN OLDUKÇA ŞİDDETLİ BİR SİYASİ COĞRAFYANIN VATANDAŞLARIYIZ”
-6-7 Eylül’le yüzleşebildik mi?
Yüzleşmeden ne anladığınıza bağlı aslında. Tartıştığı konular ve konuları tartışma biçimiyle son derece sorunlu olsa da Türkiye’de son 20 yıla damgasını vurmuş bir yüzleşme tartışmaları toplamı var. Bu tartışmaların çoğunluğu Türkiye’nin otokton halklarının azaltılma tarihine ve bu esasen azaltılmışların her birinin kendi dilleri ve anlatılarında farklı adlarla andığı ortak coğrafyadan izlerinin silinmesine, yerlilerin yabancılaştırılmasına dair. Yakın tarihte 1895-96 katliamlarıyla başlayan, 1909 Adana Katliamı ile devam eden, 1915 yılı olarak kodlanmış olsa da sonuçları itibarıyla günümüze uzanan soykırım ve etnik temizlikler, Trakya Yahudilerine karşı 1934 olayları,1937 Dersim, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, Rum Sürgünü. Bunların yanısıra darbeler ve darbeler arası dönemlerdeki Çorum, Maraş, Sivas, Başbağlar katliamları, Diyarbakır Hapishanesi, 30 yılı aşkın çatışmanın 90’lar kısaltmasıyla hafızalara kazınmış ve kırkbin kişinin hayatına malolmuş dönemiyle yüzleşme -ki işin acıklı tarafı geçtiğimiz yılda da aynı konuda yüzleşmemiz gerekecek pek çok olayla birlikte, bir de darbe girişimine şahit olduk. Takvimdeki neredeyse her güne bir bazen birden fazla yüzleşme ödevi düşen oldukça şiddetli bir siyasi coğrafyanın vatandaşlarıyız. Bundan bir kaç sene önce New York Üniversitesi’nde 90larla ilgili bir yüzleşme toplantısına gitmiştim -toplantıda Kürt illerindeki insan hakları ihlalleri ve faili meçhullere ilişkin bir de dokümanter gösterilmişti. Dokümanterde de konuya ilişkin sunumlarda da benim için en dikkat çekici olan şey bütün sorumluluğun siyasiler üzerinden anlatılmasıydı. Şüphesiz dönemle ilgili siyasilerin sorumluluğu tartışılmaz. Ancak niyeyse gerek darbelerde gerekse 90li yıllarda Türkiye’nin büyük sermayesinin olaylarla hiç alakası yokmuş gibiydi.
“AVRUPA BİRLİĞİ DEĞİRMENİNİN TAŞIMA SUYUYLA NEREYE KADAR GİDEBİLİRİZ?”
Yüzleşmeyi zorlaştıran konulardan bir tanesi de büyük sermayenin bileşenlerinden bazılarının aynı zamanda bu konular hakkında bilgi üretiminde de söz sahibi olabilecek kurumlara / okullara sahip olmaları. 2015’e doğru kimi özel üniversitelerde 1915’e ilişkin sunumların yaptırılmadığı bilgimiz dahilinde ancak bunların bir kısmının haber bile olmuyor veya infial yaratmıyor olmasının kendisi de oldukça önemli bir gösterge. Sansürün iyisi kendisi hakkında haberimiz dahi olmayanı yani. Devlet ideolojisinin yanısıra, devletin besleyerek, imtiyaz alanını genişleterek semirttiği büyük sermayenin çıkarları, en nihayetinde ister istemez bir yeniden dağılım tartışmasına evrilecek bir yüzleşmeyi ister mi misal? Keza siyasi elit yüzleşmeye hangi siyasi saikle nasıl ikna edilecek? Elit bu durumda geleceğe yönelik hangi çıkar kümesiyle adım atacak? Türkiye’nin demokrat olduğu vehmedilen muhafazakarları dahil, hangi sınıflar ne amaçla bu konuları çözmek isteyecek? Eğer yüzleşmeden kasıt ahlayıp vahlayarak sergi açıp, sergi gezip, fona başvurup konferans düzenlemek, olayı bir belirli günler ve haftalar rutinine bağlamaksa Türkiye yüzleşiyor diyebiliriz -bunun etrafında oluşmuş bir STK endüstrisi ve iki üç tarafta da yeteri kadar yüzleşme performe etmek isteyen katılımcılar da var zaten -ancak bu performansların bir cezasızlıklar ve hak ihlalleri silsilesi olarak kurulmuş hukuk sistemini olması gereken yöne doğru sevketmede ne gibi bir etkileri olabilir? Onarıcı adalete ilişkin derinlemesine bir tartışmanın olmadığı -ki orada da kalmaması gerekiyor- bir yerde yüzleşmeden söz etmek mümkün müdür? Avrupa Birliği değirmeninin taşıma suyuyla nereye kadar gidebiliriz?
Azınlıklar konusunda duyarlı olduklarını varsayan aydınlar bile azınlıklarla araçsal bir aklın içinden, azınlık gruplarının kendi içlerindeki siyasi çatışmada taraf tutarak veya aydınlatıcı bir pozisyondan ilişkilenebiliyorlar. Bu durumun bir kolonyal yönetme pratiği olduğundan bihaber olan var -karikatürize ederek söylersek Kürt’ün Müslüman olmayanı (yenilerde PKKli PYD’li olanı), Ermeni’nin solcu ve itaatkar olanı, Alevi’nin dinini yaşamayanı makbul. Bu grupların hepsinde ortak şart olarak çoğunluk mensuplarının konu üzerindeki veya kurumlardaki iktidarlarını sorunşallaştırmayanı, aktvistleri eleştirmeyeni, kısacası “birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olduğu şu günlerde” sorun çıkarmayanı makbul. Astlık üstlük ilişkisinin mütemadiyen yeniden üretildiği bu durum da yüzleşmeyi imkansız kılan nedenlerden biri: Varolan azınlık çoğunluk aydınları ilişkisi fonksiyonu bu güç dengesizliği ve güç asimetrisinin de inkarıyla ayakta duruyor.
“TARİHLE YÜZLEŞMEYE BAŞLAMANIN ÖNCÜLLERİNDEN BİRİ DE ÇOĞUNLUĞUN KENDİ GÜCÜNÜN FARKINDA OLUP AZINLIĞI DAHA DA GÜÇSÜZ BİR POZİSYONA İTMEMEK OLMALI”
Ancak sanırım özellikle 6-7 Eylül’de en acı olanı iç siyasetin dinamiğiyle bizleri yüzleşmeye zorlayacak büyüklükte bir Rum nüfusun kalmamış olması. Atina’dan konuşan Rumların sesiyse yeterince duyulmuyor. Bu durum bana Türkiyeli aydınların Ermenilerden dilediğin özrün özgün bağlamını hatırlatıyor. Özür metni kamuya açılmadan yaklaşık 1 hafta kadar önce Ermenistan’dan bir grup aydın Abdullah Gül’e Türkiye’nin soykırımı tanıması talebini de içeren bir mektup yazmışlardı -bu aslında tanıma siyasetini doğrudan diasporayla özdeşleştiren argümana da bir karşılıktı, zira Ermenistanlı aydınların talepleriydi bunlar. Ancak Türkiye aydınlarının imza kampanyası tüm dünya basınında yer alırken, Ermeni aydınlarının ne deyip ne talep ettiği Türkiye’nin içerisi dahil kimsenin umurunda olmamıştı. Tarihle yüzleşmeye başlamanın öncüllerinden biri de çoğunluğun kendi gücünün farkında olup azınlığı daha da güçsüz bir pozisyona itmemek olmalı diye düşünüyorum. Bu son söylediğim türden bir yüzleşmeninse oldukça uzağındayız.
“TÜRKİYE’DEKİ SİYASİ TARTIŞMALARIN GENEL KADERİ OLAN ARGÜMAN YERİNE DUYGULANIMIN / AKSİYONUN ÖNE ÇIKMASI SORUNUNDAN BU KONU DA YETERİNCE PAYINI ALMIŞ DURUMDA”
-Günümüz değerlendirmelerinde o günlerde bunların neden yaşandığını doğru bir şekilde analiz edebiliyor mu Türkiye kamuoyu?

yeni sabah
Olaylara yol açan tarihin ve gerek iç siyasete gerek dış ve bölgesel siyasete, soğuk savaşa ve/veya Gladyo’ya uzanan tarihine Türkiye kamuoyu ne kadar vakıf kestirmek çok kolay değil, belli bir kesimde daha çok okunduğunu ve izlendiğini tahmin edebiliyoruz sadece. Doğru şekilde analiz edebilmek için Türkiye’nin bölgedeki varlığına ve tam bağımsızlık dahil pek çok uluslararası ilişkiler mitine dair okumalar yapmış olmak gerekiyor. İç siyasete ilişkin bileşenlerin analizinde, örneğin Türk Sünni imtiyazının gerek kuruluş yıllarından itibaren gerekse 6-7 Eylül’e uzanan günlerde kitleyi galeyana getirmedeki rolünü teslim etmede daha çok mesafe kaydetmemize rağmen, Yunanistan, İngiltere, Amerika, Nato ile ilişkiler konusunda var olan literatürün Türkiye’deki popüler tartışmaların radarına, komplo teorisyenliğine meyilli gazetecileri saymazsak, henüz yeterince girmemiş olması gibi bir durum da var. Türkiye’deki siyasi tartışmaların genel kaderi olan argüman yerine duygulanımın / aksiyonun öne çıkması sorunundan bu konu da yeterince payını almış durumda. Dolayısıyla sadece kısmen diyebiliriz.

Yorumlar kapatıldı.