İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

6-7 Eylül tarihimizde solmuş bir sayfa değil, hala canlı…

Murat Sevinç
Hrant Dink’in katledilmesine dair yeni görüntülerin yayınlanmasından, bir gün sonra. Geçenlerde telefonlaştığım, sayıp sevdiğim Ermeni kökenli büyüğüm, sohbetin bir yerinde şunu anlattı: Yazlıkta, havuzdan çıkmış evine gelen bir tanışına (o da Ermeni) “Bu havuza biz de girebiliyor muyuz?” diye sormuş birileri. Kadın “Tabii ki” diye yanıtlayınca, o birileri “Yakında yalnızca biz gireceğiz, merak etmeyin!” deyivermiş. Bunu anlatan insan, “Alışığız böyle laflara, pek aldırmıyoruz” diye de ekledi. Biliyorum alışık olduklarını, affedersiniz Gayrimüslimlerin. Altmış bir yıl önce, 1955 yılının 6 ve 7 Eylül günlerinde Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en yüz kızartıcı olaylarından birini yaşadı.

Kuşkusuz ‘yüz kızartıcı’ ifadesi, yüzü kızarabilenlere bir şey ifade ediyor. Bir ırkçı ya da ‘yerli ve milli’ sermaye/toplum/dünya hevesiyle dizginlerinden kurtulmuş Gayrimüslim düşmanlığından muzdarip biri için o iki gün ‘gurur’ vesilesi. Memleketin asli sahiplerinden Gayrimüslimlerin bir kısmı daha, başarıyla püskürtüldü, vatanlarından sürüldü!
6/7 Eylül’ün öyküsünü özellikle Balkan Savaşları sonrası inşa edilen Türkçülüğe, 1915’lere, Cumhuriyet’in ‘ulus devlet’ tercihinin sonuçlarına, Varlık Vergisine vs. dek götürmek gerekir. Ancak yazının kapsamını çok aşar. Gerek de yok. Daha yakın bir zamandan başlayalım.
Türkiye, II. Dünya Savaşı sona erdiğinde çok partili yaşama geçmek zorundaydı. O meşhur ‘perdenin’ ya Amerika tarafından temsil edilen, ya da (o esnada 1925 antlaşmasını uzatmayacağını bildiren) SSCB’nin temsil ettiği cephede yer alınacaktı. Yönetenler (asıl olarak İnönü) Batı’yı seçti.
Tercih yüzyıl başından itibaren yapılan ekonomik sistem tercihlerine de uygundu. Eh, bir kez o cepheyi seçtiyseniz, tek partiyle olmaz. Almanya’nın yenilgisinin kesinleşmesinin yaklaşık iki hafta sonra İsmet İnönü 19 Mayıs konuşmasında bunun işaretlerini verdi ve gerisi geldi.
Önce Dörtlü Takrir (Haziran 1945), ardından DP’nin kuruluşu (Ocak 1946), hızlı gelişme karşısında ürken CHP’nin 1947’de yapılması gereken seçimleri bir yıl erkene alışı, ilk kez tek dereceli yapılan 1946 seçimlerinin despotik idare tarafından tümüyle skandala dönüştürülmesi (açık oy gizli sayım!), DP’nin Hürriyet Misakını (Ocak 1947) ilan edişi, TBMM’de yaşanan gerginlikler, CHP’nin ‘demokrasi’ vaatleri vs.
Dönemin bir yandan tek/demir yumruğu, diğer yandan köklü değişimin sürdürücüsü olan İnönü’nün çabası (12 Temmuz Beyannamesi gibi) ve DP’nin ‘hukuk içinde kalan’ kararlılığıyla, Türkiye çok partili yaşama kazasız belasız geçebildi.
DP, CHP’nin ‘işime yarar’ düşüncesiyle hazırladığı yeni seçim sisteminin büyük katkısıyla 1950 ilkbaharında tek başına iktidar oldu. Ve diktatoryal eğilimlerinden kuşku duyulamayacak İnönü, koltuğu bırakmasını bildi. İmparatorluk dönemi ve uzun süren tek parti deneyimi ardından, çok önemli bir ‘tavırdı’ bu. Malumunuz ‘gidebilmek,’ ‘gitmesini bilmek’ büyük meziyettir.
DP, 1946-50 arasında yaşanan değişimin sembolüydü. Büyük bir halk iltifatıyla karşılaştı. Tek parti dönemi ve savaş koşullarından, bürokrasinin kibrinden ve ulaşılamazlığından bıkkın halk kitleleri tarafından sahiplenildi.
Nitekim Türkiye solu tarafından da güçlü bir destek buldu. DP kurucuları, ilk günlerde solun önemli isimleri ve yayın organlarıyla bağ kurmaya çalıştı. Çok kitap var ama Sabiha Sertel’in anılarını okumanızı özellikle öneririm.
Her şeyi birbirine karıştırmamak gerek. DP’nin iktidara tırmanışı tam bir halk hareketi, halk kitlelerinin talebiydi. Geldikten sonra yaptıkları ise sınıfsal konumuna uygun işler.
Gelişi, hiç kuşkusuz demokratik bir gelişme anlamına gelen parti, üç beş yıl içinde demokrasiyi yok eden eylemlerde bulunmaya başladı. Birini kabul etmek, diğerini görmeye engel değil.
Bu yazının konusu açısından önemli olan, DP ve CHP’nin aynı sınıfın partileri oluşu. İkisi de burjuvazinin temsilcisiydi. Biri ‘asker ve sivil bürokrasi,’ diğeri ‘ticaret burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri’ tabakalarını temsil ediyor.
Bu nedenledir ki, 1945’ten sonra İnönü ile ‘diğerleri’ Türkiye solunu birlikte ezebildi ve çok partili yaşam ‘sol’suz başladı.
Sonrasında DP çizgisinin önemli isimleri olacak kimi tosuncuklar, Hüseyin Cahit Yalçın’ın ‘Kalkın Ey Ehli Vatan’ başlıklı yazısı ardından Tan Matbaası’nı ve Görüşler Dergisi’ni basıp darmaduman ederken, Türkiye’yi İnönü yönetiyordu.
Köy Enstitülerinin köküne kibrit suyunu döken de DP değil, CHP idi.
Sol kolu olmadan başlayan çok partili deneyim, ilk yıllar muhtelif gerekçelerle iyi gitti.  Gerekçeler vs. konumuz değil şimdi. 1954’ten sonraysa işler hızla bozulmaya başladı. 1954 seçimlerinde DP, CHP’yi neredeyse meclisten tasfiye etmişti. 490’a karşı 30 vekillik! Bu tarihten sonra, işlerin iyi gittiği dönemde yapılan ‘yanlış’ tercihler kötü meyvelerini verdi. Milli gelir düştü, iktidarın ilk yıllarında başlayan hukuk dışılıklar çoğaldı, muhalefete baskı arttı.
Örneğin DP, beğenmediği memurları (Temmuz 1954, azil yasasıyla) işten atmaya başladı. Örneğin Kırşehir şehri kendisine oy vermedi diye (Bölükbaşı’nın memleketi) cezalandırıp ilçe yaptı.
Örneğin İnönü’nün Malatyası ikiye bölündü, oradan Adıyaman çıktı. DP bu tarihten sonra giderek sertleşti, 1924 Anayasası’nın bazı eksiklikleri ve Anayasa’nın antidemokratik yorumu nedeniyle/sayesinde, olmadık heveslere yöneldi. CHP ile mücadele sertleşti. İşler çığırından çıktı.
Sonrası malum. Çok mu tanıdık geliyor bu uygulamalar size? Haklısınız, bana da günümüz İsviçresini hatırlatıyor…
İşte 6/7 Eylül olayları, Türkiye’de bu atmosferde yaşandı. Solu ezmek konusunda CHP ile ittifak halinde ve halkın duygularını okşamakta mahir bir partinin iktidarında. Türkiye, Yunanistan ile Kıbrıs krizi yaşıyordu. İngiltere iki ülkeyi konferansa davet etti.
Dışişleri Bakanı (Fatin Rüştü Zorlu), görüşmeler esnasında Türkiye’de gösteri düzenlenmesinin iyi olacağı kanısındaydı. Bu esnada, 6 Eylül’de önce radyoda Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı yolundaki haber işitildi. Bunun üzerine DP yanlısı İstanbul Ekspres gazetesi ikinci baskısını yaparak (normal baskı sayısının çok üzerinde) haberi duyurdu. ‘Atamızın evi bomba ile hasara uğradı’ manşetiyle.
‘Kıbrıs Türktür Derneği’ mensupları ortalığa dökülüp gazeteyi herkese dağıtmaya, halkı tahrik etmeye başladı. Söz konusu çabaya, içinde DP’lilerin de bulunduğu çok sayıda örgüt dahil oldu ve sonunda başarıya (!) ulaşıldı.
Şehir dışlarından araçlarla taşınan binlerce yoksul insan, her zaman olduğu gibi büyük bir linç felaketinin oyuncusu haline getirildi. Yiyemedikleri şekerlemenin dükkânlarını, pastanelerini yağmaladılar. Giyemedikleri kıyafetlerin mağazalarını. Kullanamadıkları beyaz eşyaların, mobilyaların bulunduğu evleri. Binemedikleri arabaları yakıp yıktılar.
Gayrimüslimlerin, Ermenilerin, Rumların, Musevilerin evlerini, işyerlerini, ibadethanelerini, meskenlerini, mezarlıklarını. Can kayıpları oldu. Kuşkusuz, ne yaptığını bilen örgütlü grupların yardım ve teşvikiyle. Namuslu insanlar komşularını korumaya çalıştı. Gizledi. Karşı çıktı. Devlet, bir süre izledi.
Buna mukabil izleyenlerin de beklentisinin ötesinde kontrolden çıktı milliyetçi azgınlık.
Her zaman olduğu gibi, ‘devletin derinleri’ olmasa da, bazı kişi kurumlar cezalandırıldı. Tutuklananlar, Kıbrıs Türktür Derneği’nin kapatılması, tazminatlar vs.
Tarih/yaşam, kişi ve kurumların önüne bazı değişim ya da vazgeçme fırsatları çıkarıyor. O günlerde de İçişleri Bakanı istifa etti (Namık Gedik). DP içinde ciddi sarsıntılar yaşandı ve parti bir süre duruldu, sakinleşti. Ancak yumuşama devam etmedi, ne yazık ki ders alınmadı.
Ve ne yazık ki, siyasi sorumluların bu rezalet dolayısıyla yargılanmaları ancak darbe sonrası kurulan mahkemede gerçekleşti.
Darbecilerin dağıttığına ise adalet diyemiyorum.
Çoğu Rum olan binlerce Gayrimüslim, vatanlarını terk etmek zorunda kaldı.
Aslında bu konuda yazmayı planlamıyordum. Dün, Hrant Dink’in katline dair yeni görüntülerin ortaya çıkarıldığı haberini okuduğumda istedim.
1955’te olanlar, bir uzun sürecin, bir tek anıydı eninde sonunda. Öncesi vardı, sonrası da oldu. Devam ediyor. Sünni Türk’e hem kendine benzemeyeni kovma hem de sermaye transferi fırsatını verdi olup bitenler. Bu nedenle ‘galeyana gelmek’ ifadesini, sınıfsal ve kültürel aidiyetlerden bağımsız düşünemiyorum.
Ne demek, ‘tahrik’ olmak? Tahrik olan, ne için tahrik olması gerektiğini öğrenmiyor mu? Ona bunu öğreten, örneğin Rakel Dink’in değişiyle ‘bebekten katil yaratan karanlık’ değil mi?
6/7 Eylül’den 52 yıl sonra, 2007 yılının bir kış günü bir çocuk katletmedi mi Hrant Dink’i? O çocuk bir Ermeni dölünü ortadan kaldırdığını düşünmüyor muydu? Kendisiyle bayraklı fotoğraf çektirenler gibi. O bayraklı pozu verenlerin dedeleri, henüz onlar doğmamışken, Rumların, Ermenilerin kiliselerini yakıp yıkıyordu, 52 yıl önce, 1955 sonbaharında.
O pozu verenlerin çocukları da beyaz berelerle dolaştı ortalık yerde. Örneğin Cebeci’de, SBF’nin önünde.
6/7 Eylül silik bir anı değil Türkiye’de. Silik olmadığı içindir ki dün ortaya çıkarıldı ‘yeni görüntüler.’ Belki biraz ele güne rezil olma kaygısı dışında, Hrant Dink’in katledilişinin bir önemi yok bu insanların dünyasında. Kendi çıkarlarına doğrudan dokunmayan ya da zedelemeyen hiçbir şeyin önemi olmadığı gibi.
Kavgaya tutuşunca Kabataş sahtekârlığının görüntülerini çıkaran zihniyet, şimdi de yıllardır ‘iddia edilen’ ama bir türlü ‘bulunamayan’ görüntüleri yayınladı. Nasıl bir acıdır bu. Nasıl değersiz her birimizin yaşamı. Nasıl da hakikaten hiçbir değerimiz, önemimiz yok şu toprakta.
Nasıl böyle ucuz bu insanlar. Nasıl hiç utanmadan yaşabiliyorlar. Türlü mahluklarda olan mahcubiyet duygusu, bu görüntüleri (ve kim bilir daha neleri) saklayanlarda nasıl olmayabiliyor be kardeşim; nasıl yahu!
Tanık olduğumuz bu sahtekârlıkların sorumlularının hepsi bir araya gelse, bir Hrant Dink etmiyor oysa. Tek bir namuslu insan etmiyorlar.
6/7 Eylül 1955, tarihimizde solmuş bir sayfa değil. Sol kolu, kalitesiz burjuvazisi tarafından elbirliğiyle budanmış bu toprak çoluk çocuğuna her ne öğretiyorsa, işte onun sonucu. Hala güncel. Hala canlı.
Hâl böyleyken söz konusu ırkçılık olduğunda, daktilo kullanan nesil ile akıllı telefon kullanan nesil, birbirine hiçbir konuda olmadığı ölçüde benziyor…
Kitap ve film önerisi: Konuya ilişkin epey çalışma var. Dilek Güven’in, İletişim’den çıkan kitabını öneririm. Ayrıca Mülkiyeli büyüğümüz Yılmaz Karakoyunlu’nun Güz Sancısı adlı eserini duymuşsunuzdur. Kitap sinemaya da uyarlandı. Uyarlama bence pek parlak olmasa da fikir vermesi açısından, henüz izlememiş olanlara Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği filmi de görün derim.

Yorumlar kapatıldı.