İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Cerablus: İki mutabakat

Foti Benlisoy
Abdülhamidvari “denge oyunlarının” gizleyemeyeceği şey, Türkiye’nin Suriye’de “otonom” hareket edebilme kabiliyetinin iyiden iyiye azalmış olmasıdır. Bu anlamda Cerablus harekâtı, Davutoğlu’nun zamanında çokça kullandığı tabirlerle “oyun kurucu” veya “proaktif” bir hamle olmaktansa reaktif, YPG güçlerinin ilerleyişine karşı verilmiş tepkisel ve dolayısıyla sonuçları öngörülemez bir hamledir. Öngörülebilir olan, içeride ve dışarıda “teröre karşı savaşın”, yeni ve buz gibi milliyetçi milli mutabakatın zamkı olacağıdır. Fransa Birinci Dünya Savaşı’na girerken “kutsal birlik” (l’ union sacrée) adı altında, (kiliseyi devletten ayıran 1905 yasasına karşı çıkan) Katolikler ve sosyalistler gibi muhalefet güçleriyle hükümet arasında yurtseverlik temelinde bir “ateşkes” sağlanmıştı. Bu “kutsal”, yahut milli mutabakat, savaşa karşı her tür potansiyel itirazı, hükümetin savaş politikalarına karşı muhalefeti gündemden çıkarıyordu. Oysa işçi hareketi, sendikalar, sosyalistler, daha önce almış oldukları savaş karşıtı kararlara sadık kalabilseler, belki de “Büyük Savaş” denen ve milyonların katline neden olan o mezbaha hiç yaşanmamış olabilirdi. Bizim savaş temelli milli mutabakatın da benzer felaketlere gebe olduğu aşikâr değil mi?

***
Foti Benlisoy, çok denklemli, çok aktörlü Suriye sahasının son büyük gelişmesi olan Türkiye’nin Cerablus operasyonunu değerlendirdi.
“Amerika’ya güveniyorum. Amerika Kürtler gibi küçük bir halka ihanet etmeyecek kadar büyük bir güç” diyordu Mustafa Barzani 1973 yılında. O esnada ABD, Kürtlerin Irak’taki rejime karşı yürüttüğü ayaklanmayı gizlice silah temin ederek destekliyordu. Söz konusu isyanın ardındaki esas güç ise o dönem ABD’nin bölgedeki en yakın müttefiki İran’dı. Şah, Kürtler aracılığıyla rakibi Irak’ı baskı altında tutmak amacındaydı. 1975 yılındaysa iki ülke arasındaki beklenmedik yakınlaşma her şeyi değiştirir. İran ve elbette o zaman onun “süzereni” ABD, ayaklanmaya bütün desteğini aniden çeker. Barzani o zaman ABD Dışişleri Bakanı olan Henry Kissinger’a yardım çağrısında, ABD’nin Kürt halkına olan “siyasi ve ahlaki sorumluluğunu” hatırlatır. Barzani’nin çağrısı yanıtsız kalır. Irak ordusu karşısında savunmasız kalan Kürt yerleşimleri yerle bir edilir, binlerce kişi ölür, on binlerce insan göç etmek durumunda kalır. Aynı yıl konu hakkında Kongre’nin düzenlediği bir araştırma komisyonu önünde söz alan Henry Kissinger, sinizmde sınır tanımayarak şu sözleri sarf eder: “Gizli bir operasyonu misyonerlik/hayır faaliyetiyle karıştırmamak gerek.”
IŞİD karşısında YPG/J güçlerine ciddi bir destek sağlamış ABD’nin, Fırat Kalkanı operasyonuna açık çek vermesi, bununla da sınırlı kalmayarak YPG’nin Fırat’ın doğusuna çekilmesi hususundaki ısrarcı tavrı, ister istemez Kissinger’ın sözlerini hatırlatıyor. Gerçi, haksızlık etmeyelim, ABD liderliği bu kez hedef ve stratejisi hususunda çok daha açık bir tutum sergiliyor. Her meşrepten (seküler ve İslamcı) milliyetçi kalem erbabınca piyasaya sürülen kuruntunun aksine, ABD’nin Suriye’nin kuzeyindeki hedefi bir “Kürt İsrail’i” kurmak falan değil elbette. ABD, ne kadar etkili olduğunu kanıtlamış YPG güçleri aracılığıyla Suriye’de karşı karşıya olduğu “boots on the ground” krizini (yani karada IŞİD’in karşısına çıkabilecek güçler bulmak sorununu) kısmen çözmeyi hedeflemişti. “Kısmen” kelimesinin altını çizmekte yarar var. ABD askeri ve siyasal eliti, tıpkı Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de IŞİD’i ana gövdesi Kürtler olan güçlerle yenemeyeceğinin farkındaydı. IŞİD’i yerleştiği bölgelerden atabilmenin ve onun yaratacağı boşluğu doldurmanın ancak ilave Sünni-Arap karakterli bir güçle mümkün olduğu, Amerikan askeri ve siyasi karar alıcıları arasında baştan itibaren yaygın bir kanaat idi.
İşte “Fırat Kalkanı” operasyonu, ABD için bu “boots on the ground” sorununu çözme yolunda muazzam bir fırsat teşkil ediyor. Operasyonun aslen IŞİD’in değil, YPG/J güçlerinin ilerleyişini durdurma amaçlı olduğunu sağır sultan gibi Amerikalılar da elbette duymuş olmalı. Ancak neticede Türkiye’nin, gerçek hedefi ne olursa olsun, IŞİD karşısında vekâleten değil de asaleten devreye girmesi, ABD’nin elini rahatlatan, onu sadece Kürtlerle iş yaparak sahada adeta onlara mahkûm olmaktan çıkartan bir hamle. TSK ile YPG güçlerinin doğrudan bir silahlı çatışmaya sürüklenmesi Amerikalılar açısından elbette ciddi bir risk kaynağı. Ancak ABD bu riski telafi edebildiği ve iki taraf arasında bir hakem olarak davranabildiği sürece kendi pozisyonu daha da sağlamlaşacak, iki taraf da ona daha bağımlı hale gelecek gibi görünüyor. Dahası operasyonun, iki ülke arasında özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında gerginleşen ilişkilerde bir yumuşamaya yol açacağı şimdiden belli.
Mesele ABD ile sınırlı değil elbette. Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesinin ardından Türk Hava Kuvvetleri Suriye semalarından dışlanmıştı. Dolayısıyla bu operasyonun gerçekleşebiliyor olması bile Rusya’nın buna bir biçimde yol verdiğinin aleni işareti. Bu tavrı, “sultan” ile “çar” arasında yakın zamanda gündeme gelen yakınlaşma ve özellikle Türkiye’nin “Esad’lı geçiş” çizgisine geldiğine dair beyanlar bağlamında değerlendirmek gerekiyor elbette. Operasyonla ilgili Rusya’dan (keza İran’dan) gelen açıklamaların oldukça yumuşak oluşu zaten herkesin malumu. Bütün bunlar, Rusya’nın yaygınlaşmaması ve uzamaması kaydıyla Türkiye’nin bu girişimine karşı durmayacağını gösteriyor. Bu arada daha düne kadar “Erdoğan ve ailesinin IŞİD’le bağlantılarından” dem vuran Rus liderliğinin sinizminin Kissingergil Amerikan versiyonundan zerre farkı olmadığını, bizdeki “Putin reis”çilere hatırlatmaya lüzum yok herhalde.
Neticede, medyatik tabirle “yeni Soğuk Savaş’ın” tarafları, Türkiye’nin Cerablus harekâtına açık ya da zımni onay vermiş durumda. Bu mutabakatı şöyle izah etmek de mümkün: “Neo-Osmanlıcı” alt-emperyal heveslerin kışkırttığı Suriye’ye dönük agresif dış politika, Türkiye açısından uluslararası alanda yalnızlaşmaya neden olan bir yük haline gelmişti. Suriye’ye dönük olarak (gerek iç savaşta siyasi çözüm/geçiş gerekse IŞİD’le mücadele konularında) uluslararası aktörlerin önceliklerini gözeten daha pragmatist ve esas itibariyle Türkiye’nin ulusal güvenlik öncelikleri temelli bir politikaya geçiş, Türkiye’nin diplomatik yalnızlaşmadan çıkmasına ve Cerablus harekâtına açık ya da zımni desteğe neden olmuş durumda. 
Böylece Türkiye (elbette geçmişteki tantanalı iddialarında ciddi bir revizyona ve ıskontoya giderek) “Suriye masasına” dönmüş oluyor. Ancak Türkiye’nin Suriye politikasında yaşanan keskin dönüşün orta ve uzun vadedeki sonuçlarını şimdiden kestirebilmek mümkün değil. Henüz yanıtını bilemeyeceğimiz bir dizi soru var. Suriye rejimiyle çeşitli kanallardan dolaylı temasta bulunulduğu haberleri yalanlanmış değil mesela. Böyle bir temasın sonuçlarının ne olabileceğini, mesela Suriye ve hatta İran ile birlikte eski tipte bir Kürt karşıtı yakınlaşma ve birleşik tutumla sonuçlanıp sonuçlanmayacağını kesin olarak söylemek güç. Yine Rusya’nın Fırat Kalkanı operasyonuna verdiği rızanın mesela Halep cephesinde bir değişiklik yaratıp yaratmayacağını, yani bu alanda bu kez Türkiye’nin belli tavizlerinin söz konusu olup olmayacağını bilmiyoruz. Emin olabileceğimiz tek şey, Türkiye’nin Suriyeli Kürtlerin statü talebine dair itirazının daha da güçlü bir biçimde ortaya konacağı. Üstelik artık Türkiye’nin “IŞİD ile sahada mücadele eden güç” görüntüsüyle uluslararası kamuoyunda belli bir meşruiyet iddiasında bulunacağını da iddia etmek mümkün.
Ancak iç kamuoyunda estirilen “Mercidabık” havasının da hiçbir gerçekçi yanı olmadığını not etmek gerek. Artık Türkiye’nin Suriye politikası, esas olarak güney sınırı boyunca kesintisiz bir biçimde uzanan bir Kürt siyasal biriminin oluşmasına mani olmakla sınırlı bir hal almış, o malum 98 kilometreye sıkışmıştır diyebiliriz. Abdülhamidvari “denge oyunlarının” gizleyemeyeceği şey, Türkiye’nin Suriye’de “otonom” hareket edebilme kabiliyetinin iyiden iyiye azalmış olmasıdır. Bu anlamda Cerablus harekâtı, Davutoğlu’nun zamanında çokça kullandığı tabirlerle “oyun kurucu” veya “proaktif” bir hamle olmaktansa reaktif, YPG güçlerinin ilerleyişine karşı verilmiş tepkisel ve dolayısıyla sonuçları öngörülemez bir hamledir.
Öngörülebilir olan, içeride ve dışarıda “teröre karşı savaşın”, yeni ve buz gibi milliyetçi milli mutabakatın zamkı olacağıdır. Fransa Birinci Dünya Savaşı’na girerken “kutsal birlik” (l’ union sacrée) adı altında, (kiliseyi devletten ayıran 1905 yasasına karşı çıkan) Katolikler ve sosyalistler gibi muhalefet güçleriyle hükümet arasında yurtseverlik temelinde bir “ateşkes” sağlanmıştı. Bu “kutsal”, yahut milli mutabakat, savaşa karşı her tür potansiyel itirazı, hükümetin savaş politikalarına karşı muhalefeti gündemden çıkarıyordu. Oysa işçi hareketi, sendikalar, sosyalistler, daha önce almış oldukları savaş karşıtı kararlara sadık kalabilseler, belki de “Büyük Savaş” denen ve milyonların katline neden olan o mezbaha hiç yaşanmamış olabilirdi. Bizim savaş temelli milli mutabakatın da benzer felaketlere gebe olduğu aşikâr değil mi?

Yorumlar kapatıldı.