İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Öteki, kimin için öteki?

Aykut Polatlı
Defne Susam, Emanet Zaman ile İzmir’in tarihine farklı bir bakış açısı getirdi. Resmi tarihin aksine, şehirdeki çok kültürlülüğün, İzmir’in Kurtuluşu ile nasıl yok edildiğini, toplumun nasıl ötekileştirildiğine vurgu yapan Susam, kitabı ile tarih ve kişisel bakış açımız üzerine bir kez daha düşünmemizi sağlamaya çalışıyor. Sosyolog olması nedeniyle daha da artan bir titizlikle yaptığı kişisel ve toplumsal gözlemler ile araştırmacılığı onu birden kendisini İzmir tarihini araştırırken bulmasını sağladı ve romanının İzmir’de geçmesine karar verdi. Aklında ‘Osmanlı İzmir’inin kozmopolit dünyası, tavernalardan yükselen Türkçe ve Rumca şarkılar, güzel Levanten kadınlarının yürüyüşleri..’ vesaire vardı. Ama okuyup araştırdıkça gerçek tarihin sadece bundan ibaret olmadığını gördü. İzmir yangınından İzmir’de oturan Rum-Ermeni-Levantenlerin kenti terk etmesine kadar varan acı süreci ve akabinde yaşananlar karşısında hala süren ‘suskunluğu’ fark ettikçe ‘susmamaya’ karar verdi.


 Bir anlamda susmama ve yüzleşme de denilebilecek olan Emanet Zamanı yazmaya karar verdi.
Romanında son moda deyimle ‘ötekiler’ diye adlandırılan İzmir Rumları vardı. Ancak Susam, onları ötekileştiren öteki algısıyla veya mazlum edebiyatı çerçevesinde değil onlarla birlikte yaşanan zengin-uyumlu-renkli yaşamı anımsatma amacıyla kaleme aldı Emanet Zaman’ı.
Kitabı Yunanistan’da da beğeniyle okunan yazar Defne Suman, öteki kavramı üzerinde duruyor ve İzmir’in Kurtuluşu’na farklı bir bakış açısı getiriyor.
Edebiyat, sosyoloji ve roman yazmak… dünyayı gezmek.. bir roman yazarını besleyen en önemli ve de/ veya öncelikli kaynaklar neler?
Bir yazarın başlıca kaynağı kendisi. İçtenliği. Kendine bakabilme yeteneği ve herkesin özünde aynı olduğunu bilmesi. Öte yanda gözlem yeteneği de çok önemli. Dış dünyanın içerideki izdüşümlerini yakalama ve kaleme alabilme becerisi. Ama bunlar için de ne eğitime, ne de dünyayı gezmeye gerek var. Hayran olduğum yazarların pek çoğu bırakın dünyayı gezmeyi, doğdukları kasabalardan, hasta yattıkları yataklardan çıkmadan öyküler, dünya edebiyatına mâl olmuş romanlar, şiirler yazıyorlar. Nasıl yazıyorlar? Hayal gücüne güveniyorlar. İç görüye dayanıyorlar. Yazmak bilinmeyene atılan bir adım, birazcık cesaret meselesi.
Roman okumayan ‘öteki’ni anlayamaz
Ötekiler’i nasıl algılıyorsunuz?
Bu ‘öteki’ sözcüğü beni bir parça irkiltiyor. Özellikle bir gruba, bir zümreye dair kullanıldığında. Kim karar verir bir tarafın asıl, diğerinin öteki olduğuna? Kime göre öteki? Bence bu başlı başlına bir iktidar sorusu. İnsanlar toplumu bir futbol maçı gibi algılamaya yatkınlar. Bu kolaycı bir bakış. Toplumun çok katmanlı, çok karışık dinamiklerinin içimizde uyandırdığı duygularla baş etmek için uydurduğumuz bir karşı takım belki de. Ama ne zaman ki o ‘öteki’nin bir kurmaca olduğunu fark ediyorsun, o zaman ona gerçekten bakıp, onu anlamaya çalışıyorsun. Bunu da insan kendi merkezinden yapmazsa bu sefer de o ötekiyi mazlum konumuna sokabiliyor. O da yine karşılıklı anlayış yerine yabancılaşma yaratıyor.
‘Ben en çok roman okumayan bir insandan korkarım’ demişsiniz bir konuşmanızda. Kendinin dışındakinin, ötekinin farkına varmakla başlayıp onu anlamağa giden yolculuğu mu öğretir romanlar?
Ben okumayı söktüğüm an roman okumaya başladım. Ve çok kısa zamanda roman okumanın yalnızlığıma ilaç olduğunu fark ettim. Tek çocuk olarak bir apartman dairesinde büyüyordum. Sokaklarımız çocukların bir araya gelip bütün gün koşturacağı sokaklar değildi. Roman kahramanları eksikliğini çektiğim kardeşlerim oldu ve hiç sahip olmadığım mahalle arkadaşlarım. Bir yandan yalnızlığıma şifa olurlarken, öte yandan bana başka türlü düşünülebileceğini de onlar öğretti. Hepimiz büyürken kafamızda bir takım kodlar oluşuyor. Romanlar sayesinde benimsediğim kodlarımın illa ki doğru olmadığını, başka çocukların aynı durumda başka tepkiler verdiğini, benim çektiğim dertlere farklı çözümler ürettiklerini öğrendim. Tek doğrunun benimki olmadığını kavramak beni müthiş özgürleştirdi. Hafifletti. Roman okumayan ya da roman okumayı zaman kaybı olarak gören insanların kendi doğrularını dayatmak konusundaki inatlarını da başka kafaların içinde gezmeyi bilmemelerine bağlıyorum ben.
Anadolu ‘çok kültürlülüğün’ ve ‘antik medeniyetlerin’ beşiği olarak bilinir. Böyle bir coğrafyanın çocuğu olmağı nasıl değerlendiriyorsunuz? Üzerine dünyayı dolaşarak çok kültürlülüğü daha fazla duyumsadınız sanırım?
Ben bu tip terimlere şüpheyle yaklaşıyorum. Bu çok kültürlüğün, antik medeniyetlerin izlerini ben benliğimde buluyor muyum? 1970li yılların İstanbul’una doğan bir orta sınıf çocuğu olarak ben son derece tek kültürlü bir Türkiye’de büyüdüm. Tek kanallı televizyonda gösterilen programlar aileden öğrendiğim kodlarla örtüşüyordu. Büyükada’da kalmış son bir kaç Rum aileyi saymazsak, çevremde sadece Türkçe konuşuldu. Gittiğim cenazeler hep camiden kalktı. Antik medeniyetlerden kalma harabeleri de yazın güneye arabayla giderken annemin, babamın zoruyla gezdim. Sıcak geldi, ofladım, bir an önce plaja varmak için sabırsızlandım. Beni ben yapan unsurlar mıydı onlar? Şüpheliyim. Ben evrensel bir insanın varlığına inanıyorum. Özümüzde hepimizin aynı olduğuna. Asabımızı en çok bozan kişiden, biricik aşkımıza, Laos dağlarında dünyanın geri kalanından kopuk bir hayat süren çocuğun da özünde bana benzediğine inanıyorum. Dünyayı gezmek bende en çok bu inancı pekiştirdi.
Sizce çok kültürlülüğün-farklı etnik ve dinsel kimliklerin kendine en fazla yer bulduğu Anadolu hala böyle mi? Süryanilerden tutun da Rumlar ve Ermenilere kadar birçok etnik topluluk artık yok ya da yok denecek kadar az. Bu Anadolu insanı için kayıp mı?
Elbette. Büyük bir kayıp. Ayrıca Tanzimat döneminden beri süregelen bir uluslaştırma projesinin nihai sonucu. Bu kayıplar beraberinde pek acıyı getirdi. Hâlâ getiriyor. Türkiye’nin insanları bu kayıpla daha yeni yeni yüzleşiyor. Geçen yüzyılda, üzerinde Türkiye Cumhuriyet’inin kurulduğu toprakların Türkleşmesi projesi insanlar tarafından heyecanla karşılanıyordu. Cumhuriyet’le birlikte modern bir devlet kurulmuştu. Çoğunluk da bu projenin arkasındaydı. Ama ağır da bir bedel ödendi. Gayri Müslimlerin neredeyse tamamı bu topraklardan ayıklandı, sürüldü. Bugün artık bu projeye şüpheyle yaklaşıyoruz. Torunlar ninelerinin tutmadığı yasları tutarmış. Biz de öyle bir yerdeyiz sanırım.
Çok dillilik ve kültürlülükten tek’e inmek neler kaybettirir bir insana?
Esnek ve ince düşünmeyi yitiriyoruz. Kalıplara takılıyoruz. Kabalaşıyoruz. Bunu hem insan ilişkilerinin, davranışlarının kabalaşması olarak söylüyorum hem de zihinlerin kabalaşması, merakın güdükleşmesi, dogmanın ötesinin hiç sorgulanmadığı kafa yapılarının artması olarak söylüyorum. Teklik biraz önce bahsettiğim ve korktuğum ‘benim doğrum tek doğrudur’ inadını getirir beraberinde. Bu inat peşinden şiddeti de sürükler, şiddetin meşrulaşmasını da.
Rumlar ya da Ermeniler ya da Keldaniler, Süryaniler gibi bu coğrafyanın kadim topluluklarının istendik olmayan gidiş öykülerini kitaplarınıza yansıtma taraftarısınız sanırım. Emanet Zaman da Rumların gidişlerine odaklanmış.
Aslında Emanet Zaman’a öyle bir niyetle başlamadım. Aklımda Osmanlı İzmir’inin kozmopolit dünyasını kurmak ve orada hoşça vakit geçirmek vardı doğrusu. Tavernalardan rıhtıma Rumca şarkılar yayılsın, güzel Levanten kadınlarını şemsiyelerini çevire çevire kordonda yürüsünler, Türk konaklarında yemekler pişsin. Böyle şeyler vardı aklımda. Roman yazmak demek günün en az altı saatini yazdığınız dünyada geçirmek demek. Ben de her gün böyle bir dünyaya girsem çıksam ne güzel olur diye düşünüyordum başta. Yangınla, yıkımla bitirmeyebilirdim. İzmir’in Cadıları diye bir kitap var mesela, aynı bu bahsettiğim dünyada geçiyor, yıkıma değinmeden de bitiveriyor. Ama ben bunu yapamadım. Okudukça, araştırdıkça, dönemin fotoğraflarına baktıkça yaşanan kaybın büyüklüğünü hissetmeye başladım. Sadece kaybı değil. Kayıp karşısında bir ulus olarak takındığımız suskun tavrı. İzmir yangınını kim çıkardı, kavgasının arkasında esas kaybı unuttuğumuzu fark ettim. İzmir’in eski kozmopolit dünyasından, farklı din ve mezhepte insanların bir arada değil ama yan yana yaşamalarına imkan tanıyan yapısından artık kimsenin haberi olmadığını anladım. Rumların gitmesi meselesi değildi sadece. Ermeniler, Levantenler, Avrupalılar da Büyük Yangından sonra İzmir’i terk ettiler. Mesele bir o renkli, zengin, uyumlu dünyanın yıkımı ve unutuluşuydu benim için.
Emanet Zaman İzmir’de geçiyor. Yunanca da basılıyor sanırım. Tarihin tozlu sayfalarında kalıyor mu sizce acılar yoksa aslında kuşaktan kuşağa/dilden dile aktarılıyor mu…
Evet, Emanet Zaman Yunanistan’da da basıldı ve sevilerek okunuyor. İnsanlar bir Türk yazarın kaleminden çıkan İzmir romanını merak ediyorlar. Acılar kulaktan kulağa aktarılıyor ama resmi tarihinkinde daha farklı bir söylemle. Yunanistan’ın bugünkü nüfusunun yarısı Anadolu göçmeni. Hepsinin ninelerinden, dedelerinden duydukları acılı bir hikayeleri ve kuşaktan kuşağa aktarılan hasretleri var. Hepimizin var. Benim anne tarafım da Üsküp göçmeni. Baba tarafım Çerkez sürgünü sırasında Anadolu’ya kaçmış. Onların kayıpları hafızamda saklı. Bana bir şey anlatmasalar da hafızamda kayıtlı. Konuşulmasa da kayıplar kuşaktan kuşağa aktarılıyor.
Halkların/toplumların ve devletlerin tarihlerinde geçen acı ve de istendik olmayan olaylarla ‘yüzleşmesi’ nin önemi nedir/ Toplumlar ile devletlerin yüzleşmesi nasıl olmalı? Toplumsal bellek yüzleşmenin ardından ‘iyileşme’ safhasına atlayabilir mi sizce? Bunun için her birimize düşenler neler?
İnkar ettiğimiz her tür zulüm iç dünyamızda utanç olarak intikal ediyor. Utanç ağır bir duygu ve onunla hesaplaşmadığımız takdirde bizi şiddete iten bir ağırlık. Yapılan zulüm de birebir rol almış olmamıza gerek yok ama yaşananlara gözlerimizi kapatmamız, ya da ‘benim doğrum tek doğru’ diye inat etmemiz bu zulmü meşru kılan bir şey. Ne yapılabilir? Tarihe yeniden bakmak önemli. Bize öğretilen resmi tarihin karanlıkta kalmış parçaları var. Onları araştırmak, bir dogmaya inanmamak, bir gerçeğe sıkı sıkıya bağlıysak özellikle onu başka pencerelerden görmeye çalışmak işe yarar gibime geliyor. Aynı tarihi yaşamış başka toplumların insanlarıyla bir araya gelip, hikayeyi bir de onların ağzından dinlemek, merak etmek, şaşırmak, beraber üretmek, mevcut egemen diskurlara alternatifler üretmek… Sanat, edebiyat, felsefe, düşünceyi esnetip inceltecek faaliyetler. Bunlar bizi iyileştirecek şeyler diye düşünüyorum. Öte yandan tarih durmadan tekerrür ediyor. Geçmişe dalıp da zulmün bittiğine inanmak, ya da var olan savaşların, baskıların geçmiştekinden farklı olduğu yanılgısına düşmek daha önce bahsettiğim suskunluğu ve utancı sürdürmek anlamına geliyor.
Romanınızda İzmir yangınından da bahsediyorsunuz… ve bu yangınla birlikte yok olan ve İzmir’i terk etmek zorunda kalan Ermeni ve Rum komşularımızın bir anda unutulmasından.. Sizce bu unutmak mı yoksa hatırlamak istememek mi?
Bu bir proje. Genç Türkiye Cumhuriyet’inin milliyetçilik projesi. Bilinçli bir unutturma süreci. Ama Türkiye’ye özgü bir şey değil. Yirminci yüzyılda kurulan ulus devletlerin hepsi kendilerine bir tarih kurgulayıp halkın bu tarihe inanmasını istemişler. Bir varoluş stratejisi de denebilir. Ulus devletler Benedict Anderson’ın dediği gibi hayali cemaatler ve kurulmaları için bir takım grupları birbirine bağlayacak bir geçmişin kurgusuna ihtiyaç duyarlar. Bu kurgu içinde düşman olmalıdır ki ulus devlet varlığını meşru kılsın. Elbette kurgu çok milletli yaşamların, zamanların şimdikinden daha iyi olduğunu söylemeyecek. Aksine kendinden önceki geçmişi insanlarına unutturmaya çalışacak.
Hangi irade?
Bu toprakların yüzleşme ve acılarının öykülerini yazan edebiyatçıların Türk tarafını genellikle ‘kötülediği’, ‘acımasız’ gösterdiği, savaş koşullarını unuttuğu ve tek taraflı baktığı eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin romanınızda İzmir yangınında ve Türk askerlerinin İzmir’e girişinde tecavüzden katliama kadar çok sayıda suçu işlediği belirtiliyor; ‘Türk ordusunun yaklaşırken, intikam ateşiyle Batı Anadolu’nun bütün Hıristiyan nüfusunu katledeceğini işitip can havliyle yollara düşmüşlerdi….’ Ya da ‘askerlere sürekli olarak İzmir’e ulaşıldığında zengin gavur malları, güzel kızları vaadedilir. Böylece, “şehri talana girişen sivil haydutlar gibi Gazi Paşa’nın ordusunun neferleri, onbaşıları, çavuşları da kendilerinden geçmişti. Daha bir hafta öncesine kadar mum gibi hareket eden o mükemmel askerler İzmir’e girince ordu disiplini ve ahlakını bir anda unutmuş, eski çete reisleri liderliğinde evleri, dükkanları talan ediyor, sokak ortasında adam öldürüyor, Hıristiyan kızlara, kadınlara, ortalık yerde, onları güverteden dürbünle izleyen Frenk generallerin gözü önünde acımasızca tecavüz ediyorlardı….’ Gibi…
Burada bağlamı vermek çok önemli yoksa az önce bahsettiğim mazlum edebiyatına kaçıveriyor insan. Melodram dili okurda etki bırakmaz, edebiyata da katkı sağlamaz bence. İzmir’in yağmalanması sahneleri var benim kitabımda evet, ama bu askerler dahil herkesin bu noktaya nasıl sürüklendiğini de ince ince vermeye gayret ettim. Elbette sonunda yağmalayan asker de, tecavüz eden subay da bunları kendi iradeleri doğrultusunda yapıyorlar ama onlara bu imkanı sağlayan olaylar dizisi bireysel iradelerinden daha geniş bir perdeye yayılıyor. Sonra, Miralay Hilmi Rahmi gibi bu savaş, kıyım ve yağma ortamının ortasında bulunup hüngür hüngür ağlayan Türk askeri de var. Hilmi Rahmi bir yandan etrafında yaşanan ıstıraba ağlarken bir yandan da o güne kadar müthiş bir teşkilat ve disiplinle savaşan ordunun birden gözü dönmüş canavarlara dönüşmesinin getirdiği hayal kırıklığına da ağlıyor.

Yorumlar kapatıldı.