İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Affedersiniz

Sevan Nişanyan / -@t24.com.tr
Şimdilik günü kurtarmayı amaçladığı anlaşılan bir kararla 38.000 kişi cezaevlerinden tahliye edildi. Bakanlığın verdiği rakamlara göre, Türkiye’de cezaevi kapasitesinin 180.000 civarında olduğunu, buna karşılık tahliyelerden önce tutuklu ve hükümlü sayısının 214.000’i bulduğunu biliyoruz. Tahliyelerden sonra bu sayı 176.000’e düşmüştür. Cezaevlerinin aylık normal artış hızı iki-üç bin civarında olduğuna göre, demek ki, OHAL tutuklamalarını hesaba katmasak bile kapasite limiti bir iki ay içinde yeniden aşılacaktır. Dolayısıyla yeni ve daha kapsamlı bir düzenlemenin kısa sürede gündeme gelmesi kaçınılmaz görünüyor.

İki olguya parmak basalım.
Birinci olgu. 15 Temmuz’dan önce çıkarılan bir dizi yasayla Türkiye’de temyiz yargısının yapısı ve işlevi ciddi ölçüde değiştirildi. Yargıtay’ın daire ve yargıç sayısı yarı yarıya azaltıldı, üst limiti beş yılın altında olan ceza davaları Yargıtay’ın asli yetki alanından çıkarıldı, öbür davaların çoğunda alt mahkeme ile Yargıtay arasına ikinci bir yargı kademesi eklendi. Böylece bir buçuk ila iki yıl olan Yargıtay bekleme süresinin radikal bir şekilde kısaltılması hedeflendi.
Ama bu hedefin önünde büyük bir engel vardır: Birikmiş dosya yükü. Tam rakamlar elimin altında değil, ancak temyizde bekleyen ceza dosyası sayısının yüz binlerle ifade edildiğini sanıyorum. Şimdi, yarı yarıya küçülmüş, tüm üyeleri yenilenmiş, 15 Temmuz’dan sonra büyük bir travma yaşamış olan Yargıtay bu yükün altından nasıl kalkacaktır? Yeni görev tanımının dışında kalan yüz binlerce dosyayı ne kadar sürede tasfiye edecek, yeni yasayla kendisine verilen içtihat mahkemesi işlevini temiz bir ajandayla ne zaman icra etmeye başlayacaktır?
Tahmin ediyorum ki bu konuda radikal bir kararla defterleri temize çekmekten başka sağlıklı bir çözüm yolu bulmak kolay değildir.
İkinci olgu, 15 Temmuz sonrası yargının içine düştüğü sürreel durumdur. Ülkede 14.000 civarında olan yargıç ve savcı kadrosunun resmi beyanlara göre dörtte biri, terör örgütü mensubu olmak, ya da en azından terör örgütü tarafından özel maksatla yerleştirilmiş olmak suçlamasıyla yakalanıp hapse atılmıştır. Bildiğim kadarıyla dünya ihtilaller ve darbeler tarihinde bu çapta bir yargı kırımının benzeri yoktur. Böyle bir alt üst oluşun hukuki sonuçlarının olmaması düşünülemez. Öyle anlaşılıyor ki son yıllarda Türkiye’de verilmiş olan yargı kararlarının dörtte biri teröristler tarafından, yahut en azından doğal hâkim ilkesine aykırı olarak atanmış, “hâkim ve savcı kılığına girmiş” suç örgütü mensupları tarafından verilmiştir.
Bu vahim durumun, medyada sık sık boy göstererek siyasi-askeri mağduriyet ağıtları yakan bir kesimin söylemlerinin aksine, çok dile düşmüş bir takım siyasi dosyaların yeniden açılmasıyla giderilemeyeceği kanısındayım. Mesele sadece Ergenekon-kumpas davaları değildir. En sıradan hırsızlık ve adam şişleme davalarında dahi, en azından, doğal hâkim ilkesi çiğnenmiştir. Falan kişi gerçekten o marketi soymuş olabilir veya olmayabilir. Ama bunun kararı, yargıç ve savcı cübbesi taşımaya yetkili olmayan kişiler tarafından verilemez. O kişilerin vermiş olduğu hüküm geçerli bir yargı kararı sayılamaz.
Kuşkunuz olmasın, 5 Eylül’de adli yıl açıldığında, yahut bilemediniz bayram tatilinden sonra, memleketin hapishanelerinde yatan yüz küsur bin kişi ile hukuk mahkemelerinde çile çeken bir diğer yüz bin kişi, “benim mahkemem dandikmiş, hak isterim, hukuk isterim” feryadıyla devletin kapılarına dayanacaktır. Bunun mercii Anayasa Mahkemesi midir, bilmiyorum. Ama o yüz binlerce başvurunun velev ki bir gün bir tanesi bile kabul görecek olursa kopacak olan kızılca kıyameti tahmin edebiliyorum.
Sadede gelelim. Bu iki düğümün genel ya da genelimsi bir aftan başka çözümü yoktur. Adı af olur, olmaz, bilemem. Belki dosya başı beş yıl gibi bir ceza indirimi ya da “ertelemesi” olur. Yahut başka bir formül bulunur. Ama eğer devlette taze bir başlangıç yapmaktan söz ediliyorsa, sayın cumhurbaşkanının kendisine yönelik “hakaret” davalarını toptan sildirmesi gibi radikal bir adımdan aşağısının amaca hizmet etmeyeceğini düşünüyorum.
Hırsızla uğursuzu salacak mıyız?
Dillerde dolaşan üç itiraz ya da soruya değinerek konuyu toparlayalım.
Birinci soru: “Katilleri, hırsızları, tecavüzcüleri, efendime söyleyeyim, çocuk istismarcılarını, uyuşturucu satanları, teröristleri salamayız. Sınırı nerede çizeceğiz?”
Bunca yıllık hapishane müdavimi olarak şöyle söyleyeyim: Geçmişteki suç tipi ile gelecekteki suç tipi arasında hiçbir korelasyon yoktur. Katiller arasında dünyanın en mülayim, en efendi insanları vardır. Bir katilin cezaevinden çıkar çıkmaz gene katil olacağı düşüncesinin dayanağı yoktur, hatta yanlıştır. Tecavüzcülerin çoğu büluğ çağının fırtınaları arasında yolunu kaybetmiş âşıklardır. Uyuşturucu satanlar arasında Breaking Bad vakaları zannettiğinizden daha yaygındır. Elbette az da olsa öbür türlüsü de vardır. Ama insanları suç tipine göre tasnif ederek varılabilecek bir yer pek yoktur.
En iyisi bence suç tipi ayrımı yapmadan insanlara eşit şans tanımaktır. Kaldı ki kanun zaten ceza sürelerini ayırarak suç tipleri arasında gereken farklılaşmayı getirmiştir. Katille tecavüzcünün cezası zaten kredi kartı dolandırıcısından ya da sit alanına kulübe yapandan yıllarca daha fazladır. Af ya da indirim verirken bu farkı daha da katmerlendirmenin akla ya da vicdana uyan bir yanını göremiyorum. Herkesten maktu şu kadar yıl ya da yüzde şu kadar oran kesilirse, ağır suçu olan hafif suçu olana göre daha fazla ceza almış olur ve adalet yerini bulur.
İkinci soru: “Bunlar gene suç işler. Neden bu riski alalım?”
Doğrudur, işlerler. Aynı suçu olmasa da başka bir suç işlerler. İçeridekilerin dörtte üçü, senin ve benim “aman bunlar çıkmasın, hep içerde kalsın” diyeceğimiz tiplerdir. Topluma intibak etme ihtimali, balığın kavağa çıkması ihtimali kadardır. Kuşkunuz olmasın, afla çıkacak olanların matematiksel olarak kestirilebilir bir oranı altı ayda, bir başka oranı, belki üçte ikisi, bir yılda kendini yeniden demir parmaklıklar arkasında bulacaktır.
Peki neden o riski alalım? Aslında risk almıyorsun, yarın ister istemez almak zorunda olduğun riski bugüne aktarıyorsun. Bu insanların yüzde kaçı cezaevinde ölür, bilmiyorum. Ama çok büyük bir bölümü eninde sonunda dışarı çıkacaktır ve bugün afla çıktığında icra edeceğinden korktuğunuz marifeti o zaman icra edecektir. Af vermekle problemi büyütmüyorsunuz, sadece süre açısından konsantre ediyorsunuz. Ayrıca böylece afla çıkanları daha yakından izleme ve mükerrirleri daha ağır cezalarla cezalandırma fırsatı bulursunuz.
Daha önemlisi: İnsanlara ikinci bir şans tanımak her zaman iyidir. O şansı iyiye mi, kötüye mi kullanırlar bilemezsin. Ama iyiye kullanacak olanlarla kötüye kullanacak olanları ayırmanın bundan başka bir sağlam yöntemini bilmiyorum.
Üçüncü soru: “Cezalarla olur olmaz oynayınca cezaların caydırıcılığı ilkesi zedelenmez mi?”
Vallahi cezaların caydırıcılığının Türk adaletine duyulan güvenden kaynaklandığını zanneden birine “Allah ıslah etsin” dışında ne cevap verilir, ben bilmiyorum. Yani kümes gibi bir odada sabah akşam hakaret işiterek yirmi sene değil otuz sene oturacağını bilen adam, mesela karısına göz koyan herifi şişlemekten vazgeçecek, ya da o son marketin kasasını soyarsa hayatının nihayet düzene gireceği inancını terk edecek, öyle mi? Biraz ciddiyet lütfen!

Yorumlar kapatıldı.