İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Darbe olsa da olmasa da, soykırım soykırım kalacak

Halil Berktay

Güncel olaylara mola verip, bir tarih yan-pistine giriyorum geçici olarak. Herhalde Papa Fransiskus’un Ermenistan ziyareti ve tetiklediği resmî Türk reaksiyonu nedeniyle, Madrid’de basılan ve genellikle İspanya’nın en yüksek tirajlı günlük gazetesi olduğu kabul edilen El Pais, 9 Temmuz’da bana 1915’te tam ne olduğunun tarihî gerçekliği ve politik yansımaları hakkında altı soru yöneltti. Yanıtlarımı 13 Temmuz’da tamamlayıp yolladım. O hafta sonu, yani 16-17 Temmuz’da yayınlanacağı söylendi. Ama tabii araya şu başarısız darbe teşebbüsü girdi ve dikkatler bambaşka bir yöne kaydı. Aradan bir ay geçtikten sonra, metnimin eksiksiz ve orijinal İngilizcesini With or without the coup, genocide was and is genocide başlığıyla 15 Ağustos’ta Serbestiyet’e verdim. Aşağıda, birkaç gün gecikmeyle de olsa Türkçesini sunuyorum.

20.08.2016 11:10  
Halil-Berktay
Yaşarken ve Okurken
yazarlar@serbestiyet.com
@HalilBerktay
(1) 1915’te meydana gelen tehcir ve katliamların bir “soykırım” olduğu kanısında mısınız?
Evet, bu kanıdayım ve bunu da geçmişte, 2002’den bu yana artık hesabını tutamıyacağım kadar çok konuşma, yazı, makale veya röportaj aracılığıyla defalarca belirtmiş bulunuyorum.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni tebası, yakın geçmişte Türkçülüğe kayan ve Sosyal Darwinist bir düşünce tarzını benimseyen İttihat ve Terakki önderliğinin gözünde, tümüyle şüpheli ve güvenilmez bir nüfus kesimi haline gelmişti. 1915’te İTC hükümeti, daha özel olarak da Enver, Talât ve Cemal Paşalardan oluşan üçlü zirvesi (isterseniz askerî diktatörlüğü diyelim), söz konusu Osmanlı Ermenilerine karşı sırf Ermeni oldukları için bir takım çok sert ve keyfî önlemleri yürülüğe koydu. Bu çerçevede, ilk tebligattan itibaren azamî 48 saat içinde toplanıp, para ve eşya olarak yanlarına alabildikleri ne varsa o kadarıyla, uzun kafileler halinde Suriye çöllerine doğru zorla göçürüldüler. Geride bıraktıkları evleri barkları ve bütün mülklerine derhal devlet tarafından el kondu.
Dolayısıyla bu kadarı bile, konuyla ilgili 1948 Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin, herhangi bir halkın veya etnik-dinî topluluğun toplumsal varlık koşullarının kısmen ya da tamamen yok edilmesine ilişkin hükümleri açısından, pekâlâ soykırım sayılır. Kaldı ki, söz konusu Ermmeni kafileleri doğu ve güneydoğu Anadolu’ya ulaştığı andan itibaren “esrarengiz” saldırılara da maruz kaldı ve bunlar büyük katliamlara dönüştü.  Çeşitli ipuçlarını bir araya getirmek suretiyle, bu ilk tur saldırıların İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Teşkilât-ı Mahsusa’sının daha önce bu amaçla araziye gönderilen ajanlarının kâh hapishanelerdeki mahkûmlar ile sair ipsiz sapsızlardan devşirdiği ölüm mangaları tarafından, kâh Rus Çarlığının Kafkasya’ya doğru yayılmasının yerinden yurdundan ettiği, dolayısıyla bütün diğer Hıristiyanlara karşı da nefret dolu aşiretler tarafından, ama gene aynı ekibin teşvik ve tahriki sonucu gerçekleştirildiğini, hemen hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde anlıyoruz.
Dahası, bir kere bu birincil katliamlar Ermenilerin artık yasaların himayesinde olmadığı (tersine, özel ruhsat gerekmeksizin av mevsiminin açılmış bulunduğu) mesajını herkese verdiğinde, başka şeyler de oldu. Böyle durumlarda sık sık görüldüğü gibi, Türk-Müslüman ahali içindeki,  kıskançlık, açgözlülük veya nefret gibi duygularla dolup taşan en kötü unsurlar, fırsat bu fırsat diye harekete geçip, yerel ve daha küçük ölçekte kendi ikincil veya üçüncül katliamlarını gerçekleştirmeye koyuldu. Canını kurtaranlar perişan halde, âdeta sürüklenircesine güneye ve çöle indiklerinde, son darbeyi indiren açlık, susuzluk ve hastalık, bazen de sırf bitkinlik oldu. 
Sonuçta, bu süreçte kaç kişi hayatını kaybetti? Bu noktada kaba, ruhsuz, duygusuz bir açık arttırma veya eksiltme oyunu maalesef hâlâ sürüp gidiyor. Bir yanda Türk milliyetçiliği ölü sayısını asgarileştirip 250,000 dolayları kadar “az” bir düzeye çekmeye çalışırken, diğer yanda Ermeni milliyetçiliği alabildiğine azamileştirip bir milyon veya yukarısına çıkarmaya uğraşıyor. Bunlardan ilki, her ne kadar 250,000 bile başlı başına korkunçsa da, muhtemelen çok düşük, ikincisi ise muhtemelen aşırı yüksek (zira o zaman mevcut Ermeni nüfusunun neredeyse tamamına karşılık gelmekte). Britannica ansiklopedisinin hemen bütün 20. yüzyıl edisyonlarında zikrettiği 600-650,000 rakamı, herhalde daha gerçekçi bir tahmini yansıtıyor. 
Öyle veya böyle, bütün bunların net sonucu, Osmanlı Ermenilerinin neredeyse tamamen kökünün kazınması ve yok edilmesi oldu. Çok küçük bir azınlık Türkiye’de varlığını sürdürürken, dünya çapında çok daha büyük bir Ermeni diasporası oluştu. Soykırım mıydı? Tabii soykırımdı; açıklamaya çalıştığım gibi, katliam kurbanlarının sayısı ne olursa olsun soykırımdı. Madalyonun diğer yüzünde, bu soykırım deyimi veya teriminde hoşlanıyor muyum? Daha doğrusu, 1915’te ne olduğu tartışmasının “Soykırım mıydı değil miydi?Lütfen cevabınızı kısa tutun; evet mi hayır mı?” noktasına indirgenmesinden hoşlanıyor muyum? Mesele böyle konduğu takdirde, bu sefer cevabım kesinlikle “hayır” oluyor. Niçin? Çünkü bu soykırım sözcüğü, tarihçilerden çok avukatlara ait. Günümüzde soykırım uluslararası hukukta bir suç kategorisi. Dolayısıyla klişeleşiyor, moda oluyor, gerçek tarihsel kavrayışın içini boşaltan indirgemeci bir ikame-sözcük haline geliyor. Kullanıldığı anda bir yargı ve mahkeme atmosferi yaratıyor; tarihsel kanıt ve argümanlar, ister “iddia” ister “savunma” makamı açısından bir hukuk dosyasının eklentilerine dönüşüyor. Nihayet Türkiye’de ve Türk kamuoyunda, insanlığa karşı işlenmiş bir suç yüzünden topluca, hep birlikte sanık iskemlesine oturtulmuşluk hissi uyandırıyor.  Neresinden bakarsak bakalım, diyalogun ilerlemesi ve özgürleşmesindense, kösteklenmesi ve güdükleşmesine yol açıyor. Başka her yerde olduğu gibi bugün Türkiye’de de, 1915’te ne olup bittiğine ilişkin akıllı ve mantıklı bir tartışmayı, “soykırım mıydı, değil miydi”ye indirgemeden, bir dizi soruyu sükûnetle sormak ve sükûnetle cevaplamak şeklinde sürdürmek artık pekâlâ mümkün. Ama soykırım sözcüğü devreye girer girmez durum isterikleşiyor ve nisbeten rasyonel bir tartışma imkânsız hale geliyor. Çok da yazık oluyor, çünkü aslında Türkiye kamuoyunun geniş kesimleri, İttihatçı liderlerinin gerçekten korkunç emirler verdiği ve yaptırdığına ikna edilebilecek bir noktada.
Soykırım olduğunu kabullenmeye zorlanmamak kaydıyla. Shakespeare’in Romeo ve Jülyet’te Adın ne değeri var? Şu gülün adı değişse bile / Kokmaz mı aynı güzellikte? dizeleriyle ne demeye çalıştığını anlasak mı acaba? 
(2) Türkiye niçin geçmişi gözden geçirmeyi reddediyor?
Reddetmiyor ki. Eskiden, örneğin 1980’ler ve 90’larda reddediyordu gerçi, ama artık değil. En azından, aynı ölçüde değil. Geçmişin inkârcılığı bir çeşit atalara tapma inancından, ya da İttihatçılığa ve Atatürkçülüğe ideolojik bağımlılıktan kaynaklanıyordu. 1915’te Ermenilerin başına gelenler, bir yönüyle Türk milliyetçiliği açısından kara bir leke gibi görülmekteydi. Kemalist Cumhuriyet tarafından veya yönetiminde yapılmadıysa da, sonuçta Ermenilerden etnik bakımdan temizlenmiş bir toprak mirasına Cumhuriyet konmuş olduğundan, Kemalist Devrimin arzulanan ak mı ak meşruiyeti açısından kabul edilmesi olanaksız bir kirliliği ifade ediyordu. Dolayısıyla tabulaştırıldı; ağza alınamaz, tartışılamaz, telâffuz edilemez hale getirildi. Şurada burada, genellikle yurt dışında yaşayıp çalışan birkaç akademik konuşuyordu gerçi. Vahşi doğadan yükselen nadir fısıltılardı.
2000’den itibaren bir şeyler değişmeye başladı. Tek tük uluslararası atölyeler öncü bir rol oynadı; inkârcı olmayan Türk akademikleri Ermeni ve Ermeni-Amerikalı meslekdaşlarıyla ilk defa bir araya getirmeyi başardı. Onlar da siyasî pazarlık ve didişme seviyesizliğine düşmektense, bilimsel ölçüler içinde konuşmak ve ortak bir bilgi projesine el vermek suretiyle taze bir başlangıç yapabildiler. İçlerinden bazıları bir adım daha atıp, Türkiye’nin önde gelen gazetelerine röportaj vermek suretiyle “merdiven altı”ndan çıktılar ve sessizlik duvarını çatlattılar. İlk başlarda böyle her adım, milliyetçi bir gümbürtüyle karşılandı. Ama gitgide daha çok cesur ses yükseldikçe böyle reaksiyonlar da ister istemez yumuşama ve yatışma yoluna girdi.
Aşağı yukarı aynı sıralarda, Türk siyasal hayatının geleneksel merkezinden değil uzun süre dışlanmış çeperinden, periferisinden gelen yeni bir güç 2002 seçimlerini kazandı ve sonraki on dört yıl boyunca iktidarını pekiştirme olanağı buldu. AKP İttihatçı-Kemalist devlet geleneğinin bir parçası değildi ve olmadı. İdeolojik duruşu doğrudan milliyetçi olmaktan çok ılımlı İslamcılığa yakındı. Dolayısıyla devletçi milliyetçiliğin eski tabularıyla arasına mesafe koymaya girişti. Bunu Kıbrıs, Kürt sorunu ve nihayet Ermeni sorununda da yaşadık. Bu görece aydınlanmış şüphecilik, hem bazı akademiklerin ve kamusal aydınların yukarıda sözü edilen özgürleştirici çabalarından beslendi, hem de daha önce hiç görülmedik şekilde, o kesim ve çabalara belirli bir himaye ve güvence sundu. En önemlisi, 2002-2016 arasında AKP, ülke içinde, (soykırım sözcüğünü ister kullansın ister kullanmasınlar) 1915 olaylarının tarihsel gerçekliğini dile getirenlere karşı geçmişte yöneltilen türden hiçbir yerli cadı avına veya başka psikolojik terör uygulamalarına kalkışmadı. Gene AKP, Türk Tarih Kurumu gibi devlet kuruluşları aracılığıyla sahte tarih imal edilmesine büyük ölçüde son verdi (TTK’nın şiddetle Ermeni düşmanı eski kalemşorlarının görevine sessiz sedasız son verildi). Öte yandan, 2005 yılında inkârcılığa karşı son derece önemli bir konferansın gerçekleşmesine kol kanat germek gibi dolaysız adımlar atmaktan da geri durmadı.  
Akademik-entellektüel mücadeleler ile hükümet açısından daha ılımlı bir yaklaşım arasındaki karşılıklı etkileşim, Türkiye’nin iç ortamını büyük ölçüde liberalleştirdi; en azından sivil toplum düzeyinde, Ermeni sorunu tartışmalarının yirmi yıl önce hayal dahi edilemiyecek düzeyde normalleşmesini sağladı. Siyaset sahnesinde, 2014’ün başbakanı Erdoğan ile 2015’in başbakanı Davutoğlu’nun, 1915’te hayatlarını kaybeden Ermenilerin ahfadına seslenen peşpeşe iki benzersiz taziye mesajı yayınlaması gibi, geçmişte hiç rastlanmayan adımları beraberinde getirdi. Gerek bu metinler aracılığıyla, gerekse başka vesilelerle, hükümet 1915’teki Tehcir kararı ve uygulamasının kendi içinde, başlı başına hukuk dışı, kriminal bir eylem olduğunu da tanımış ve kabul etmiş oldu.
Dolayısıyla bütün bunları kestirmeden “geçmişi gözden geçirmeyi (ya da geçmişle yüzleşmeyi) reddetmek” şeklinde özetlemenin yanlış olacağı kanısındayım. Bununla birlikte, hükümetin bir yere gelip durduğu ve soykırım sözcüğünü ağzına almadığı da doğru kuşkusuz. Başka bir deyişle, resmiyet kertesinde dahi geçmişi gözden geçirme ve geçmişle yüzleşme açısından önemli gelişmeler oldu; ancak bu, Ermenistan’ın, Ermeni diasporasının ya da dış dünyanın belki büyük bölümünün talep ettiği gibi “hemen şimdi” bir “soykırım tanıması” şeklini almıyor. Benim kişisel tahminim, bunun artık bir tarih sorunu değil bir diplomasi sorunu olabileceği yönünde. Belki cevabı, aşağıdaki 4-5-6 numaralı sorularınızla ilgili. Bir ihtimal, Türkiye hükümetinin “evet, soykırımdı” demesi halinde neler olacağını bilememesi. Ermenistan ne yapacak, ya da ne talep edecek? Tazminat ya da hattâ toprak isteyebilir mi? Radikal Ermeni milliyetçisi Daşnaklar hep bunu söyleyegeldi; İngilizcelerindeki üç R karşılığı üç T biçiminde Türkçeleştirebiliriz: Tanıma, Tazminat, Toprak. Bunlardan hele sonuncusu, dün, bugün veya yarın herhangi bir Türkiye hükümetinin asla veremiyeceği bir taviz. Dolayısıyla başka herhangi bir adım atmadan önce, Ermenistan’ın kendi elini açmasını istiyor olabilirler. Tersten söyleyecek olursak, Ermenistan elini sımsıkı kapatıp sakladığı sürece, soykırımı soykırım olarak tanımak daha çok bekleyebilir.  Hemen belirteyim ki burada Türkiye’nin izlediği siyaseti ne “ikinci kanal”dan desteklemek gibi bir amacım var, ne de aynı yolla eleştirmek gibi. Mümkün olduğu kadar nötr ve olgusal kalmaya çalışıyorum. Şu son yorumlarım, hangi bilgi zeminine yaslanırsa yaslansın tek bir gözlemcinin tahminleri olmaktan başka bir anlam taşımıyor.     
(3) Soykırımı tanımak diye yasal bir yükümlülük söz konusu mu?
Bu sorunuzu hiç anlamadığımı söylemeliyim. (Türkiye’de) Ermeni soykırımını tanımak nasıl bir yasal yükümlülük olabilir ki? Eğer olsaydı, konu çoktan bitmiş ve kapanmış olurdu zaten. Acaba tersini mi soruyorsunuz, yani Ermeni soykırımını tanımamanın yasal bir zorunluluk olup olmadığını mı? Ama hayır, bu da doğru değil. Başka bir deyişle, Türk hukuku 1915’te ne olduğunun tarihsel gerçeklere sadık, inkârcı olmayan bir şekilde konuşulup tartışılmasını yasaklamıyor. Böyle bir kanun veya madde yok ve olmadı. Özellikle 2002’den önce, ama aynı zamanda (artık hükümet eliyle olmasa da) 2002’den sonra, benim gibi düşünen insanların informel, hukuk dışı ve yasa dışı ölçülerde büyük baskılarla karşılaştığı doğrudur. Tehditler, şantaj, küfür ve hakaret, başka psikolojik terör biçimleri — ben de, başkaları da hep bunlarla baş etmek zorunda kaldık. Ama hayır, hukuki kovuşturma zemini hiç olmadı. Düzelteyim; “bütün Türkler alçak ve katildir” gibi ters ırkçılık örnekleri verip, spesifik olarak 1915’le ilgili olmayan, genel Türk kimliğine kara çalmak diye tarif edilebilecek başka bir maddenin kapsamına girmediğiniz takdirde, hiç olmadı. Örneğin ben, 2000’den bu yana 1915 hakkında (bazen soykırım sözcüğü de dahil) sürekli kendimce doğru olan şeyleri söylediğim halde, hakkımda hiçbir soruşturma açılmadı. Tabii şu da doğru: ben özel bir siyasî ihtiyatlılıktan ötürü değil, doğrudan doğruya tarihçilik eğitimim nedeniyle, tarihin aktörlerini daima dikkatle belirlemeye çalışırım. “Bütün Türkler” (ya da “bütün Yunanlılar” veya “bütün Almanlar” veya “bütün İspanyollar” veya “bütün Ermeniler”) hakkında genelgeçer suçlamalarda bulunmamak, bu profesyonel terbiye ve titizliğin icabıdır.
  
(4) Türkiye, bu soykırımı tanıma talebinin ardında, (ölenlerin ahfadına tazminat sorununun da ötesinde) Ermenistan’ın haksız toprak taleplerinin yatabileceğini mi düşünüyor?
Evet, olabilir. Soru 2’ye cevabımın son paragrafında anlatmaya çalıştığım gibi, mutlak bir kesinlik değilse de en azından ciddi bir olasılık olarak görülüyor ve dolayısıyla endişe kaynağı oluyor. Yukarıda söylediklerimi tekrarlamama izin verin —
Bir ihtimal, Türkiye hükümetinin “evet, soykırımdı” demesi halinde neler olacağını bilememesi. Ermenistan ne yapacak, ya da ne talep edecek? Tazminat ya da hattâ toprak isteyebilir mi? Radikal Ermeni milliyetçisi Daşnaklar hep bunu söyleyegeldi; İngilizcelerindeki üç R karşılığı üç T biçiminde Türkçeleştirebiliriz: Tanıma, Tazminat, Toprak. Bunlardan hele sonuncusu, dün, bugün veya yarın herhangi bir Türkiye hükümetinin asla veremiyeceği bir taviz. Dolayısıyla başka herhangi bir adım atmadan önce, Ermenistan’ın kendi elini açmasını istiyor olabilirler. Tersten söyleyecek olursak, Ermenistan elini sımsıkı kapatıp sakladığı sürece, soykırımı soykırım olarak tanımak daha çok bekleyebilir.  Hemen belirteyim ki burada Türkiye’nin izlediği siyaseti ne “ikinci kanal”dan desteklemek gibi bir amacım var, ne de aynı yolla eleştirmek gibi. Mümkün olduğu kadar nötr ve olgusal kalmaya çalışıyorum. Şu son yorumlarım, hangi bilgi zeminine yaslanırsa yaslansın tek bir gözlemcinin tahminleri olmaktan başka bir anlam taşımıyor.    
(5) Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni vatandaşlarının ahfadına tazminat ödemeli mi? Ya da Ermenistan devletine?
Bunlar, açık söyleyeyim, benim her zaman ilgilenmeyi reddettiğim ve dolayısıyla çok da bilmediğim hukuki ve siyasi sorunlar. Tarihçi olarak benim öncelikli meselem, tarihsel gerçeğin ne olduğu. Buna, aynen yerçekimi yasası veya biyolojik evrim kadar bu konuda da yazma, konuşma, tartışma ve yayın yapmanın normalleşmesi de dahil. Bu, benim için mutlak ve pazarlığı yapılamıyacak bir özgürlük alanı. Bunu savunmayı kendime, mesleğime ve vatandaşlarıma borçluyum.  Sonuçları ne olursa olsun. Bu noktada hemen eklemeliyim ki, bu tür sonuçlar, tarihçilerin bulgu ve vargılarından dümdüz, doğrusal biçimde, otomatiğe alınmışçasına çıkarsanamaz.
Ancak siyasetten, diplomasiden, dolayısıyla herhangi bir anda ulus-devletler arasında kâh şu, kâh bu şekilde kristalize olabilecek güç ve iktidar ilişkilerinden hareketle ulaşılabilir. Bu ise tarihçilerin değil avukatların ve politikacıların oyunu.
(6) Ermeni soykırımının inkârı, Türkiye’nin diplomatic ilişkilerini derinden etkiliyor. Öyleyse Türkiye neden geçmişi gözden geçirmeyi hâlâ reddediyor?
Mevcut durumun artık kestirmeden “geçmişi gözden geçirmeyi reddetmek” şeklinde tarif ve tasvir edilemiyeceğini daha önce uzun uzadıya anlattım (yukarıda Soru 2’ye bakınız). Dolayısıyla burada kendimi dar kelime anlamıyla “soykırım” (adımını atıp atmama) sorunuyla sınırlayacağım.
Herhangi bir ülkenin bütün sorunlarını sırf dışarıdan, uluslararası diplomasi çerçevesinde belirleyemezsiniz. Bir de o toplumun kendi yerli kütlesi, özgül ağırlığı, ataleti, tersyüz edilmesi çok zor olabilecek kendi dinamikleri söz konusu. Ayrıca bu, yüzde yüz rasyonel bir fayda-maliyet analiziyle de çözülemez. Bazen geçmiş, sırtımızda büyük bir kambura, ölü bir ağırlığa dönüşür. İşin ideolojik boyutlarını ve buna bağlı siyasi rekabetleri de hesaba katmak gerekir.    
2000 yılından bu yana kaydedilen bütün ilerlemelere karşın, Türk milliyetçiliğinin gücü ve direnci tabii süregelen bir sorun. Kaynağında 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarındaki horlanmışlık yatıyor. O sırada hemen herkes “Avrupa’nın Hasta Adamı”nı itip kakıyor, parçalayıp kendi payını kapmaya bakıyordu. Yeni yükselen Balkan milliyetçilikleri kendi Türk-Müslüman nüfuslarını eziyor ve etnik temizliğe tabi tutuyor; bu da Güneydoğu Avrupa’dan (ve Kırım’dan ve Kafkasya’dan) Anadolu’ya kitlesel kaçışı besliyordu. Büyük Devletler ise genellikle “Müslüman öteki”ne karşı kendi Hıristiyan dindaşlarına müzaheret etmekteydi. İmparatorluğun bu hengâmede yitirilip gitmesi, büyük bir travma demekti. Henüz yeni doğmakta olan Türk milliyetçiliği de bu travmaya karşı kendi mağduriyet duygusu ve öfkesini geliştirdi (ki bu da sonunda Ermeni soykırımını gerçekleştiren caniyane intikamcılığa dönüştü). Temelindeki, Batı’nın hep negatif ayırımcılığına maruz kalmışlık hissi, bugün de sürüyor. AKP’ye gösterilen çok net, hattâ skandal boyutlarına varan İslamofobik tepkiler bu hissi daha da güçlendirdi. “Bizi asla eşit saymayacaklar; asla AB’ye kabul etmeyecekler; biz Müslümanlara Oryantalist, Avrupa-merkezci tepeden bakışları asla silinmeyecek.” Hele şimdilerde, Türkiye’de nereye gitseniz bunları duyuyorsunuz. Hele Ermeni soykırımını tanımak gibi çok özel bir zorluk karşısında, sırf AKP değil Türk kamuoyunun geniş kesimleri de pekâlâ sorar, nitekim sormaya devam edecektir de: Neden biz? Ve neden sadece biz? Her ülke kendi geçmişinin hesabını vermesi için aynı katılıkla sıkıştırılıyor mu? Ya da bu sırf Türkiye’ye mi uygulanıyor? Peki, ya “onların” daha önce “bize” yapmış olduklarına ne demeli? Biz Ermeni soykırımını tanırsak, onlar da çok Girit’in, Yunan anakarasının, Bulgaristan’ın ve Sırbistan’ın Müslüman Türklerinin yaşadığı trajediyi çok kıyısından köşesinden bile olsa az buçuk tanıyacaklar mı? Var mı bizim adımıza konuşacak? Dünyada kim bizden yana? (Ben de kendi payıma şunları ekleyebilirim: Rus kamuoyunun ne kadarı Katyn Ormanı Katliamını tanımaya hazır ve Polonya’dan resmen özür dilenmesi fikrini desteklemekten yana? Kaç İsrailli, 1948’ten bu yana Filistinlilere yapılanları yüksek sesle lânetliyor ve politik duruşunu buna göre belirliyor? Ya da, cehaletimi bağışlayın, İspanya Kilisesi İç Savaş’taki rolüyle veya daha sonra Franco diktatörlüğüne verdiği destekle tamamen yüzleşti de benim mi haberim olmadı?)         
Bütün bunları gündeme getirmekle, Ermeni soykırımını ne başkalarının günahlarıyla karşılaştırıp görelileştirme ve küçültmeyi amaçlıyorum, ne de (bazı aşırı-milliyetçilerin yapmaktan hoşlandığı veçhile) Ermenilerin gerekli bir intikam doğrultusunda, ya da belki emperyalizme karşı vatan savunması çerçevesinde katledildiğine dair zalim imâlarda bulunmak suretiyle çok daha doğrudan mazur göstermeyi, haklı çıkarmayı. Benim tek yapmaya çalıştığım şey, dış dünyanın kaydetmesi gereken, ama Türkiye’yi hiç içeriden göremediği için bir türlü kaydedemediği, gene de son derece gerçek, son derece elle tutulur bir psikolojik denge ihtiyacına dikkat çekmek. Bu ihtiyaç, olanca çoğunluğuyla AKP hükümetinin de ne kadar iyi niyetli olursa olsun görmezden gelebileceği bir şey değil — hele, daha şimdiden iç siyasetteki rakiplerinden, Atatürkçü CHP’den veya daha faşistimsi MHP’den maruz kaldığı ve daha da kalacağı milliyetçi şantajlar karşısında.  
Buna, olası tazminat veya toprak talepleri karşısında duyulan endişeleri ekleyin, daha önce sözünü ettiğim. Son olarak, bir de şu resmi algıyı ekleyin: AKP kutusundan çıkıyor, risk alıyor, içeride daha sessizce attığı bütün adımların yanısıra bir de hükümetin 2014-2015 mesajları gibi jestlerde bulunuyor… Belki yarım yamalak da olsa biraz fark ve takdir edilmesini bekliyor bütün bunların. Ama tam tersi oluyor. Hepsi, külliyen yok sayılıyor. Ermenistan ve/ya Ermeniler uzatılan eli sıkmayı reddediyor. Hattâ belki zaaf alâmeti sayıyor ve dereye düşen atı habire kırbaçlamaya devam ediyor… 
Tekrar belirteyim; Türk diplomasisinde varlığını koruyan négationnisme unsurlarını savunma veya mazur göstermeye çalışmıyorum. Gözlemlerimi kaydetmekle yetiniyorum.
Ama nasıl alırsanız alın; bütün bunlar, “üçüncü ülke”lerin soykırımı tanıma kararlarının veya başka dış baskı biçimlerinin neden işe yaramayacağına dair bir anlayışın filizlenmesine yarayabilir mi acaba?

Yorumlar kapatıldı.