İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Akın Birdal: CHP’nin dokunulmazlık tavrı tehlikeli boyutları olan bir hendektir

Bilgehan Uçak / Haberdar (Özel)- İnsan hakları savunucusu ve eski  BDP Milletvekili Akın Birdal, dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ilgili CHP ve Kılıçdaroğlu’na çağrıda bulundu. Birdal, “Barıştan yana olmanın testi burası” dedi. CHP’nin dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ilgili tavrını “Hani doğuda hendekler ve tuzaklardan bahsediyorlar ya, CHP’nin bu tavrı çok daha tehlikeli boyutları olan bir hendektir” sözleriyle eleştiren Birdal, “CHP’nin “Kürt Sorunu’nun barışçı çözümü” için meclise sahip çıkması lazım” dedi.

Birdal sokağa çıkma yasağının yaşandığı illerdeki yıkıma da değinerek ‘TOKİ  anlayışı’ olarak nitelendirdi.
Akın Birdal, dokunulmazlıkların kaldırılmasından insan hakları raporuna, sokağa çıkma yasağından tutuklu gazetecilere kadar birçok konuda sorularımızı yanıtladı.
Geçen hafta yayınlanan İnsan Hakları Raporu ile başlayalım. Ne diyor o raporda?
Avrupa Parlamentosu ve ABD’nin yıllık insan hakları raporları yayınlandı. Biz insan hakları savunucuları olarak bu raporları yakından izleriz. Çünkü buradaki fotoğrafı biliyoruz ve bunun dışarda nasıl görüldüğünü de gösteriyor bize bu raporlar.
Rapor geçen sene ne söylüyordu, bu sene ne söylüyor? Bir geriye gidiş var mı?
Örneğin, geçen yıl ve daha önceki yıllarda hem kullanılan dilin biraz daha diplomatik olduğunu görüyorduk hem de hacim küçüktü. Oysa şimdi hem o diplomatik dilden uzaklaşılıp üslup sertleşti hem de hacim epey büyüdü. AP, geçen hafta, referans olarak Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni gösterdi ve bunlar, Türkiye’nin AB tam üyelik sürecinin de olmazsa olmaz başlıkları.
Nedir?
Sayalım. Bir, demokrasi; iki, hukukun üstünlüğü; üç, insan hakları; dört, azınlıkların, ötekilerin ve dışlananların korunması. Ne yazık ki, bu başlıkların hiçbirinde iyi bir durumda değiliz. Hatta her geçen gün biraz daha kötüye gidiyoruz. Yalnız, bir parantez içinde belirtmek istiyorum, insan hakları “çifte standardı” kaldırmaz…
Bütünlüklü olması gerekmez mi?
Kuşkusuz! Bizim referansımız da bu: İnsan haklarının öznesi “herkes”tir. Hiçbir kimsenin diline, dinine, cinsiyetine, ırkına, statüsüne bakmaksızın herkes haklar ve özgürlüklerden eşit yararlanma hakkına sahiptir. İnsan hakları savunucularının da öyle resmi bir aidiyetleri yoktur. Yukarda saydığım ilkelere bağlıdırlar. Evrensel kazanımları biz esas alırız. Gelelim, AP’nin söylediklerine. Ama burada da bir çifte standart var maalesef. AGİT ve AB, kendi hukuk normları ile insan hakları standartlarından, başka bir deyişle Kopenhag Siyasi Kriterleri’nden, uzaklaştılar. En somut örnek, mülteciler konusu. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. maddesi şöyle diyor: “Herkesin başka bir ülkeye sığınma hakkı vardır.”
Geri göndermeye dair de bazı maddeler, kurallar var bildiğim kadarıyla…
Evet, o da şöyle. Türkiye, Cenevre Konvansiyoneli’ne çekinceler koymuştur. Mesela, doğudan buraya iltica edemezler. Burası bir “ara istasyon”dur. Burada üç ay kalır, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin denetimi ve gözetiminde lojistik gereksinmeleri karşılanır ama sonra buradan ya Avrupa’ya gider ya da geri gönderilir. Avrupa bence bu mülteciler konuda ikiyüzlü davrandı ve davranıyor. Kendi çıkarlarını mültecilerin dramından daha çok gözetiyor. Bakın, burada bir “insanlık dramı” yaşanıyor. Kamplar, hapisaneye dönüşmüş durumda. Bu insanlar savaştan kaçtılar. Bunun ekonomik nedenleri var; bölgede yoksulluk korkunç boyutta, savaş hali sürüyor. Bir “haklı nedene” sahipler.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin bir sözü vardır: “Mülteciler konuktur, iyi davranın çünkü bir gün siz de o konuma düşebilirsiniz.” Şu anda “vatandaşlık” meseleleri tartışılırken bunu da anımsayalım. 12 Eylül’ün faşist askeri cunta döneminde 30 bin kişi yurtdışına kaçtı ve 15 bini Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlıktan çıkarıldı. Orada konuk oldu bizim yurtdışına çıkmak zorunda kalan insanlarımız!
Haklı sebepleri vardı onların da…
Olmaz mı?! Adil yargılanamayacaklarından, işkence göreceklerinden ve bir daha birçok sebepten kaygı duydular. Muhalif siyasetçiler, yazarlar, sendikacılar, akademisyenler, gazeteciler yurtdışına çıktılar. Çıkmak zorunda kaldırlar. Bütün bu nedenlerle, ne Avrupa’nın bu mülteci krizi iyi yönetebildiğini düşünüyorum ne de Türkiye’nin.
Batı, “kendi felsefesine ters düştü” diyebilir miyiz?
Tabii. Uluslararası ve bölgesel toplulukların güvenilirliği çok önemli. Ama Soğuk Savaş sonrası, başta BM olmak üzere büyük bir zaafiyet gösterdiler. Avrupa Konseyi de, AGİT de ve hatta AB de.
Bunun sebebi nedir sizce?
Ekonomik emellerin etki alanına girdi birçoğu. Bu, halkların hakları açısından halkları öksüz ve güvencesiz bıraktı. İnsanlık tarihi için bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Midilli’de o mültecilerin halini gördüğümde… İnsanlık adına utanç verici. Başka bir diyemeyeceğim. Mültecileri bir pazarlık konusu yapmanın hiçbir kabul edilebilir tarafı yok.
3 milyar euro…
Türkiye’nin de bunu bir “koz” olarak kullanması karşılıklı olarak “insanlığa karşı işlenmiş suç” kategorisine girer.
Suç mudur peki?
Suçtur. Birgün, özgür ve demokratik bir dünya inşa edildiğinde, bu suç Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde mutlaka yargılanacak. İnsan hakları savunucuları olarak “empati” yaparak yaşananın ne olduğunu anlamaya, gerçeğe ulaşmaya çalışırız. Ezilen, mazlum halkların yerine kendimizi koyarız. Burada bir şey daha var. Örneğin, Anayasa’nın 90. maddesi iç hukukun üstündedir.
Bir çatışma ya da ihtilaf olması durumunda evrensel hukuk dikkate alınır…
Ama ne yazık ki, bu evrensel gözetim ve korumanın içeriği zayıflatıldı. Tekrar ediyorum, insan hakları evrenseldir ve herkes içindir. Gazetecilerin yargılanmasına bakalım. Cumhurbaşkanı kalkıp, Can Dündar ile Erdem Gül’ün yargılanması konusunda “Konsolosların burada ne işi var?” diyebiliyor. Ne işi olacak? Tanıklık yapıyor ve raporlarını hazırlıyorlar. Neden? Sen AB’ye tam üyelik içn adaysın çünkü. Gerçekten hukuk normlarına, insan hakları standartlarına uyuyor musun, uymuyor musun? Konsoloslar kendi ülkelerine bu raporları her ay gönderirler. Bunu bizimkiler de yapıyor. Onlar da raporlarını Dışişleri Bakanlığı’na yolluyorlar. Nerede, ne olduğuna dair… Oysa, kimse de onlara “siz ne arıyorsunuz burada?” demiyor.
E işi o değil mi?
Tam olarak! Ve siz o toplulukların üyesi olmanın, insanlık ailesinin bir ferdi olmanın gereklerini yapıyorsunuz. O nedenle, bu tip sözleri abesle iştigal buluyorum.
Dokunulmazlıkların kalkması diye bir tartışmamız var ama “dokunulmazlık” derken neyin kast edildiği müphem. Kürsü mü yoksa yolsuzluk mu?
Dokunulmazlık meselesinin özü Kürt sorunudur. Bu coğrafyada yaşayan halkların birarada ve barış içinde yaşayıp yaşayamayacakları sorundur. 1994’te DEP milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı. Ne oldu? Kürt düşmanlığını tetikledi. Başka da hiçbir işe yaramadı. Şimdi HDP vekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmanın ise çok daha değişik boyuları var. Sadece Kürtler’e değil, demokrasiye, düşünce ve ifade özgürlüğüne, insanlığın ortak kazanımlarına ve insanlık onuruna düşmanlıktır bu. Halkın iradesine ve birarada yaşama kültürüne karşıdır ve bu özellikleri yüzünde çok tehlikelidir. Bu tehlikenin en azından CHP ile HDP tarafından geri savrulacağı beklenirken anamuhalefetin de böyle bir tuzağa düşmüş olması çok endişe verici. Hani doğuda hendekler ve tuzaklardan bahsediyorlar ya, CHP’nin bu tavrı çok daha tehlikeli boyutları olan bir hendektir. Ama ne diyor Başbakan? “CHP, bizi desteklemek zorundaydı” diyor.
Neden?
Şimdi buna Kılıçdaroğlu yanıt vermeli. Böyle bir zorunluluk var mı? Varsa, neden var? Kamuoyu bilgilendirilmeli. AKP’nin getirdiği bu değişikliği neden CHP kabul etmek zorunda? Doğrusu, ben merak ediyorum.
Anayasa aykırı olduğu halde evet diyeceğiz, dedi
Büyük bir paradoks ve büyük bir handikap. Bir grup kararı alınamadığı için ben bu dokunulmazlıkların kaldırılacağını düşünmüyorum. CHP’li vekillerden vicdanı olanlar bu duruma karşı çıkmalı ve bunu açıkyüreklilikle söylemeliler. Kardeşlik, işte burada testten geçiyor. Barıştan yana olmanın testi burası. Kılıçdaroğlu, adaletten, demokrasiden yana mı değil mi göreceğiz. Bu testten şu anki haliyle sınıfta kalacak ama sadece o kalsa iyi…
Ülke olarak kalacağız…
Bu “dokunma” çok ağır yaralar açacak. AKP’nin sargısıyla falan da iyileşebilecek bir yara değil bu. Orada sadece Kürt siyasetçiler yok, Türkiye solundan çeşitli isimler de HDP çatısı altında siyaset yapıyorlar. Ezilenlerden, emekçilerden yana bir blok çünkü bu parti. O nedenle diyorum bu dokunma herkese karşıdır diye. Çok büyük riskler ve tehlikeleri içinde taşıyan, savaşı boyutlandırabilecek kadar ciddi bir durumdan söz ediyoruz. Birileri, bu büyük tozduman içinde Türkiye’nin gerçeklerini örtebileceklerini falan zannediyorlar ama mümkün değil.
Dokunulmazlıklar nasıl kalkmalı? Bugün konuşulan ile olması gereken arasında ne gibi farklılıklar var?
Düşünce ve ifade özgürlüğüdür bunun aslı. “Dokunulmazlık” deyince “kürsü dokunulmazlığını” anlıyoruz. Başka bir şey değil. Bir milletvekili, hiçbir kaygı ya da çekince duymadan istediğini konuşabilmeli.
Her şeyi hem de!
Evet, her şeyi. Dokunulmazlık budur yoksa yolsuzluk, usulsüzlük, görevi kötüye kullanma gibi işlere girdiyse bir vekil, o zaman ona mutlaka dokunulmalı. Oraya birtakım değerlerle geliyor çünkü ve başka bir yola giriyorsa bunun da hesabını topluma vermeli. Kendi nüfuzunu kullanmanın kabul edilebilir hiçbir tarafı var mı?
Bugün gelen taslak tam olarak ne söylüyor?
Herkesin dokunulmazlığı kalkacak, diyor. CHP, önce bakanları da kapsasın diyordu ama olmadı. Öneride bulundukları üç önerge de reddedildi. Buna karşılık, hâlâ neden evet dediklerini anlamıyorum. “Yanlış ama evet” diye bir formül buldular, hatırlarsan Referandum’da da AKP’ye “yetmez ama evet” diye destek…
Biri de bendim!
Bazı arkadaşlar bu konuda özeleştiri yaptılar ve yapıyorlar. Bir umuttu herhalde sizinki, iyimser bir yaklaşımdı ama yetmedi. CHP’nin “Kürt Sorunu’nun barışçı çözümü” için meclise sahip çıkması lazım, bu meclisin heba edilmemesi gerekiyor.
Hayır diyeceğini açıklayan vekiller de var CHP saflarında…
Göreceğiz… İfade ve basın özgürlüğü bugün hapiste. İçeride 31 gazeteci arkadaşımız var. Savunma desen, o da içeride. Avukat arkadaşlar hapiste yatıyorlar. Özgürlüklere bir bütün olarak sahip çıkmaya devam edeceğiz. Burası bir “cinnet toplumuna” dönüştü…
“Cinnet toplumu”…
Maalesef. Aslında hapsedilen Türkiye. Bu ülkenin vicdanı, adaleti, umudu, geleceği hapse tıkılıyor. Esas tehlike budur bence. Yoksa hepimiz girip çıktık, çok da önemli değil… O ara duraklarda, faşist dönemler de diyebiliriz, hapse uğramışlığımız var! Özgürlüğümüzden yoksun bırakıldık ama insanlık tarihi de benzer bir şey söylüyor: Hiçbir özgürlük bedeli ödenmeksizin alınmıyor. Ama 21. yüzyılda bizim hâlâ ifade ve basın özgürlüğünü konuşuyor olmamız saçmalık. Bunları aşmamız gerekiyor. Ortaçağ’da yaşamıyoruz. AİHM’de hep ilk sıralardayız, olur mu böyle bir şey?
Rusya ile çekişiyoruz…
Bazen kaptırsak da birinciliği bırakmıyoruz öyle kolayından!
Hapisaneye gelmişken bir soru: Suçu ne olursa olsun bütün mahkûmların “yaşam hakkı” yok mudur?
Kuşkusuz. Bu insan haklarına aykırı. Örneğin, BM ve Avrupa Konseyi, tutuklu ve hükümlülere uygulanması gereken minimum standart kurallar getirir. Herkesin, cezaevinde yaşam hakkı vardır ve bunu korumak devletin asli görevidir. Özgecan’ı öldüren o adamın, ki insalığa karşı bir suç işlemiştir, cezaevinde yaşama hakkını devletin koruması gerekir. Bu nefret ve şiddet dili çok tehlikeli boyutlarda. Baştakiler bunu içselleştirmiş bir vaziyette kullanıyor. “Ölmeye ölmeye geldik” diye tezahüratlar yapılıyor. Çok yazık…
Biraz eskiye dönüp sizin andıçlanmanızı sorayım istiyorum. Bugün de alenen hedef gösterilen insanlar var
Sıfır tansiyonla hastaneye götürüldüm ve ölmeyince aslında iyi şeyler göreceğimi de ummuştum. Meğer, daha da kötüsünü görecekmişim! “Andıçlı demokrasi” diyebilirim o günler için. Neydi bu? Genelkurmay karargâhında hazırlanmıştı. O andıçtan dolayı başta Çevik Bir olmak üzere 103 kişiye dava açıldı. Oysa, şimdi hepsi dışardalar. Andıç davasının mağdurları olarak Tansu Çiller ile Mehmet Ağar falan çağrılıyor…
Mağdur mu?
Evet, mağdur! Daha hiç kimse bana gelip de “28 Şubat’ta senin ve İHD’nin üstüne çarpı konuldu, hatta vuruldun, gel de bir anlat” demedi. Demokrasi çoğulcu bir yapıdır, düşünce ve ifade özgürlüğünün serbest olduğu bir rejimdir, hukukun üstünlüğünü esas alır. Bunlar sağlanmadıkça demokrasimiz, adı demokrasi olsa da, Andıçlı olacaktır.
Doğu’da yaşananlara gelelim. Akla hayale gelmez şeyler oluyor… Bombalar, hendekler, tanklar, toplar, sokağa çıkma yasakları…
Orada büyük trajediler yaşanıyor. Bakın, böylesini ilk kez görüyoruz. Bu noktada, ikibuçuk yıl süren ve çok önemli olan “çatışmasızlık sürecine” ne olduğunu sormamız lazım. Henüz bir hukuka bağlanmamıştı belki ama bir diyalog vardı, bir umut yeşermişti. Müzakere sürecinin ardından silahların bırakılacağına dair kuvvetli bir beklenti oluşmuştu. Çok önemliydi. O süre boyunca cenaze gelmedi. Peki ne oldu da süreç bir anda bitirildi?
Kim bitirdi?
“400’ü verirseniz huzur içersinde yaşarsınız” diyenler. Bu kadar basit. Gizlenmiyor ki zaten. Eskiden böyle işler biraz gizli kapaklı yapılırdı ama artık her şey alenen ortada. İlginçtir, bölgede bir sıkıyönetim ya da OHAL ilan edilmiyor. Neden? Çünkü OHAL ilan ederseniz, Avrupa’dan gelenler sizi bir denetime tabi tutacaklar. Onun da bir hukuku var. Sivil insanlar, yaşlılar, çocuklar ölüyor. Kim bunun sorumlusu? Hukuka uyacağını söyleyen bir devlet var ve benim muhatabım da o. Yalnız temel hak ve özgürlükler değil, bir bölgenin tarihi ve kültürel hazineleri de yok edildi. Yeniden inşa edecekmiş… Bu bile durumun vahametini göstermeye yeterli. TOKİ anlayışı…
Hasankeyf’i de başka yere taşımayacaklar mı?
Böyle bir şey olur mu? Bakın, bir çınar ağacını kökünden söküp inşallah tutar diyerek başka bir yere dikemezsiniz. Geçenlerde, bu anlayış başka bir şekilde tezahür etti. Bodrum Bitez’de ağaçları söküp bina diktiler. Söktükleri ağaçları da başka bir yere taşıdılar. Ama bu naklin nasıl yapılacağı bilinmediği için ağaçların hepsi kurudu. Geriye, kupkuru ve çıplak dallar kaldı. Bir gece, o dalları yeşile boyayıp sorunu çözdüler! İnsanlar sabah kalınca yeşili görmüş oldular böylece -onlara göre! İşte Türkiye’nin demokrasi anlayışı da buna çok benziyor; kurudu ama geceleri yeşile boyayanlar var! Ben bir dönem Amed milletvekilliği yaptım. Her yerde ayak izlerim var. O insanları tanıyorum. Bunu hak etmiyor o şehir. Diyalog ve müzakere ile çözebilecekken şiddet ve savaşta ısrarın faturası çok yüksek olacak.
Öcalan’a bir tecrit var mı?
5 Nisan 2016’da birinci yılını doldurdu. Görüştürülmüyor. Bu olmaz. Uluslararası hukukta tutukluların da özgürlükleri vardır ama bırakın bunu, Öcalan sıradan bir tutuklu da değildir. Bu tecrit halkta büyük bir tepki yaratıyor çünkü. Daha önce, ailesi, avukatlar ve bir de heyet gidip görüşebiliyordu. Devletin nezareti ve bilgisi dahilinde gerçekleşiyordu bu süreç. Şimdi o insanlara terörist diyerek vekillikleri düşürülmek isteniyor. Peki, izin veren kim? Bir mutabakat sonucu yapılmadı mı? Bunlardan vazgeçilmeli, bir ortak akıl ve vicdan yaratmalıyız. Emin olun, bu savaş bugün bile bitse, yaralarını sarmak yirmi yıl sürecek. 90’lardaki çocuklardır bugün savaşanlar. Biz bunu gerçekten tolere edebilecek, bu yaraları barışçıl bir anlayış ve hukukla sarabilecekken kaşıdık. Savaşın ilk kurbanı hakikattır, derler ya, şu an oradayız. Ama hakikat elbet bir gün ortaya çıkacak.
Kötü günlerdeyiz…
Bugün taraf olma zamanı. Çok açık söylüyorum; demokrasiden, insan haklarından, barıştan, gerçekten, özgürlükten, adaletten, insanlık onurundan yana taraf olma zamanı. Tarafsızlık, taraf olmaktır. Bir yol ayrımındayız çünkü. Ya bunlardansınız ya da değilsiniz.
Eski milletvekilleri olarak bir oluşumunuz var…
Evet. Taraf olmak dedik ya, biz de o sorumluluğu alalım istedik. Aralık ayında bir grup arkadaş biraraya geldik. DTP, BDP, SHP, HDP ve CHP’li vekiller var oluşumumuzda.
Kimler var?
Binnaz Toprak, Melda Onur, Ufuk Uras, Ziya Halis, Salman Kaya, Levent Tüzel, Hasip Kaplan… Vicdan sahibi, kamuoyu önünde sözünün karşılığı ve gücü olan demokrat insanlarla toplantılarımız sürüyor. Önümüzdeki günlerde kamuoyunun karşısına da çıkacağız. Çatışmalı sürecin derhal sona erdirilmesi için ciddi çalışmalar yapacağız. Sadece bir imza kampanyası falan olmayacak. Sözcülüğünü Altan Öymen’in bir diyalog grubu ilk açıklamasını  söyleşimiz yayınlanmadan iki gün önce, yani 23 Nisan Cumartesi günü yapacak.
twitter: @bilgehanucak

KAYNAK: HABERDAR

Yorumlar kapatıldı.