İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Radikal Kötülük…

Eren Keskin
Hannah Arendt, ‘Totalitarizmin Kaynakları’ kitabında RADİKAL KÖTÜLÜK’ten söz eder. Kendisi de SOYKIRIM mağduru bir halkın bireyi olan Arendt, aslında TOTALİTER ve SOYKIRIM’CI devlet yapılanmasının insanlara yaptığı kötülüğü anlatırken, ‘RADİKAL KÖTÜLÜK’ kavramını kullanıyor. Evet, 1915 SOYKIRIMI, radikal bir kötülüktü! 101 yıl önce, yaşadığımız coğrafyada, telafisi mümkün olmayan, geri dönüşsüz, bağışlanması imkansız olan büyük bir suç işlendi. Sistemli bir imha politikası ile Ermeni ulusu, yaşamları, toplumsal örgütlenmeleri, ekonomileri, sanat ve zanaatları, tarih ve kültür mirasıyla birlikte yok edildiler. Bu büyük suçun faili İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, 1915 yılı başlarında düzenlenen gizli oturumunda, teşkilat üyesi Doktor Nazım aynen şunları söylüyordu; “…Ermeniler ölümcül bir yaraya benzer. Zamanında doktor muamelesi görmezse muhakkak öldürür. Ermeni halkını topraklarımızdan kökten temizlemeliyiz. Bir kişi bile kurtulmamalı ve Ermeni ismi unutulmalı…”

İşte Radikal Kötülüğü oluşturan bu zihniyetin harekete geçmesiyle, bu büyük suç işlendi.
Ne yazı ki, ‘NORMAL’ sayılanı iktidarlar belirliyor. Ve hukuk, normal kavramının içini doldurmak için, dünya egemenleri tarafından bir araç olarak kullanılıyor.
Ermeni SOYKIRIMI’NIN ardından, İtilaf devletlerinin baskısıyla yapılan bir kısım yargılamalar, tam da bu anlayışla, ‘sözde’ kalarak, tarihin tozlu raflarında yerini aldı.
SOYKIRIM sonrası, Avrupa baskısıyla oluşturulan, ‘Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemeleri’ yargılamaları yarım kalırken, ‘Malta sürgünleri’ olarak anılan bir kısım SOYKIRIM suçlusu da, bir süre sonra serbest kaldılar.
 Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Lozan Antlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğu’nun mali borçlarını, devir aldı. Ancak, dönemin en büyük suçunun özür borcunu devir almadı. Bununla da kalmadı, SOYKIRIM’I gerçekleştiren İttihatçı zihniyeti ‘kuruluş ideoloji’si olarak kabul etti.
Kendisi de, zamanında bir İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olan Mustafa Kemal, SOYKIRIM’da bizzat yer alan ve yargılanıp serbest bırakılan İttihatçıların bir çoğuna, devletin kuruluşunda yer verdi, birçoğu bakan yapıldı.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşunun, bir ‘kopuş’ ya da, bir ‘devrim’ olarak sunulması, büyük bir yalandı.
Ve Türk resmi ideolojisi, bu yalan üzerine tanımlandı.
Devletin hukuki yapısı da bu büyük yalanın, hukuki kavramlar ile şekillendirilmesiyle oluştu.
Cumhuriyet öncesi çıkarılan Emval-i Metruke Yasası ile YAĞMANIN ve TALANIN yasası oluşturulmuştu.
Emval-i Metruke, ‘SAHİPSİZ MAL’ demektir.
Böylece Ermenilerin sahip oldukları tüm mal varlıkları, bir devlet yalanıyla SAHİPSİZLEŞTİRİLDİ ve ardından YAĞMALANDI.
Ermenilerin malları üzerindeki TALAN ve YAĞMA, Cumhuriyet döneminde de devam etti.
Aslında Lozan Antlaşması, Emval-i Metruke’ler konusunda kısmı bir iyileştirme getirse de, Türkiye Cumhuriyeti devleti, söz konusu anlaşmayı kendi istediği biçimde yorumlayarak YAĞMANIN devamı yönünde davrandı.
Aslında söyle de diyebiliriz: Türk milli burjuvazisi, Ermeni ve Rum malları üzerindeki YAĞMA üzerinden oluşturulmuştur!
Cumhuriyet döneminde, toplum iki anlayış arasına hapis edildi.
Militaristler ve İslamcılar arasında aslında, ‘gerçek olmayan bir kavga’ etrafında toplum ayrıştırıldı.
Aradan, demokratik ve sorgulayıcı bir yaklaşımın çıkması engellendi.
Aslında bir kavga varmış gibi yansıtılan militaristler ve İslamcılar, devletin, ‘kırmızı çizgileri’ konusunda daima aynı düşündüler ve aynı davrandılar.
Devletin, ‘kırmızı çizgilerinin’ başında Ermeni SOYKIRIMI konusu geldiğine göre, bu durumu tipik bir örnekle açıklamak istiyorum.
Bilindiği gibi 2005 yılında Doğu Perinçek, Ermeni SOYKIRIMI’NI tanımış ve SOYKIRIMIN inkarını suç kabul etmiş bir ülke olan İsviçre’ye giderek, “Ermeni SOYKIRIMI’NIN bir yalan olduğuna” dair açıklama yapmıştı.
2007 yılında Lozan Mahkemesi, Perinçek’i ülke yasalarını bilerek ihlal etmekten suçlu bulmuş ve mahkum etmişti. Perinçek’in itirazı üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2008 yılında, Perinçek lehine karar vermiş ve Lozan Mahkemesi’ni, ‘ifade özgürlüğü hakkının ihlal ettiğine’ hükmetmişti.
İsviçre’nin bu karara itiraz etmesi sonucunda, dava bu kez Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Daire’de görüşmeye başlanmıştı.
Bizler 3 insan hakları kuruluşu, İnsan Hakları Derneği, Hakikat Adalet Hafıza Merkezi ve Kanada’dan Uluslararası SOYKIRIM  ve İnsan Hakları Çalışmaları Enstitüsü olarak, büyük dairede görülecek davaya, 3’üncü taraf olarak görüş bildirmek üzere başvurmuştuk.
Davanın sonucunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, maalesef Doğu Perinçek lehinde bir karar vermişti.
O davayı Türkiye’den izlemeye giden militer Kemalist görüşün temsilcisi CHP, ırkçı görüşün temsilcisi MHP, ve İslamcı görüşün temsilcisi AKP temsilcileri kol kola pozlar vermiş ve ‘kazanan Türkiye’ oldu şeklinde açıklamalar yapmışlardı.
İşte bu örnek, ‘resmi ideolojinin’ toplumsal olarak nasıl şekillendirici bir rol oynadığının da en açık göstergesiydi.
Oysa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, biz insan hakları savunucularına göre çok yanlış bir karar vermişti. Konunun İsviçre sınırları dışındaki özellikle SOYKIRIMIN yapıldığı coğrafyadaki etkilerini, tartışmamıştı. Oysa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, Avrupa Konseyi coğrafyası açısından bağlayıcıdır ve emsal alınan kararlardır. Ve dolaysıyla, SOYKIRIM suçunun işlendiği coğrafya dahilindeki ihlaller açısından da önem taşımaktadır.
Şunu unutmayalım! Şu anda Kürdistan’da düzenlenen operasyonlarda askerler, panzerlerden megafonla halka, “Hepiniz Ermeni’siniz, hepiniz piçsiniz” anonsları yapmaktadır. Bu anonslar Ermeni SOYKIRIMI’NIN inkarı ile Türkiye’de yaşayan Ermeni halkının can güvenliğinden yoksun yaşamı arasındaki bağlantıyı açıkça ortaya koymaktadır.
Ermeni halkının, bir ‘inkar ülkesi’ olan Türkiye’de can güvenliğinin olmadığını, son yıllarda Hrant Dink, Sevag Balıkçı ve Maritsa Küçük cinayetleriyle de hatırlayabiliriz.
Ermeni SOYKIRIMI, aynı zamanda toplumsal bir suçtur. Sağcısı ve solcuyla İttihatçı zihniyetten beslenen tüm toplum, inanarak, onaylayarak, inanmasa bile susarak bu suçun ortağı olmuşlardır.
Bizler İnsan Hakları savunucuları olarak, bu kolektif suçun dillendirilmesi ve sonuçta SOYKIRIMIN tanınması ve SOYKIRIMdan oluşan tüm zararların TAZMİNİ amacıyla çalışmalar yapmaktayız.
Ancak bu çalışmalar sırasında ne kadar yalnız olduğumuzun da bilincindeyiz.
Ne yazık ki dünya çapında devletlerarası çıkar ilişkileri, Uluslararası hukukun da oluşumunu belirliyor.
Bugün, 1915 Ermeni SOYKIRIMI’NIN tanınması ve TAZMİNİ açısından etkili bir hukuk yolu bulunmuyor.
Hukukçular, hukukta ‘süre’lerin ne anlama geldiğini iyi bilirler.
1915 Ermeni SOYKIRIMI uluslararası çapta bugüne kadar, ‘çıkar ilişkileri’ ve uluslararası hukukta oluşturulan, ‘süre kısıtlamaları’ nedeniyle sonuçsuz kaldı.
Ancak bu böyle devam edecek değildir.
Uluslararası SOYKIRIMI Önleme Sözleşmesi’ni hazırlarken, hukukçu Lemkin, aslında Ermeni SOYKIRIMI’NI temel almıştır.
İttihat ve Terakki cemiyetinin işlediği SOYKIRIM suçunu ve suçun ardındaki zihniyeti temel alan Türkiye Cumhuriyeti devleti de, bu suçun sorumlusu olarak bir gün mutlaka, bu büyük suçun TANINMASI ve TAZMİNİ yönünde bir noktaya gelecektir.
İnsan Hakları savunucuları bilirler ki, gecikmeli de olsa uluslararası hukuktaki her kazanım mücadeleyle gerçekleşir.
Bizler de, yüzyılın bu en büyük suçunun, Ermeni Ulusu üzerinde yarattığı tahribatın hiçbir zaman telafisinin mümkün olamayacağını bilsek de, SOYKIRIMI’NIN tanınması ve TAZMİNİ yönünde çabalarımızı sonuna kadar devam ettireceğiz.

Yorumlar kapatıldı.