Ankara dış politikada Avrupa ile pazarlıkçı, ABD ile gergin, Rusya ve İran ile düşmanca konumlara geldiği için Suudi ipine sarılmakta fazlaca bir sakınca görmüyor durumda… Obama yönetimi birçok konuda anlaşmazlığa sahip olduğu Riyad ve ardından Ankara’nın heves ettiği Suudi-merkezli “İslami Blok”a vize vermiş görünüyor. Burada asıl dikkat edilmesi gereken konu ise İslam’i Blok’un İsrail için bir tehdit oluşturmadığının görülmesidir… Aslında Suudi Krallık rejimi kendine yakın selefi cihadizmi destekler ve El Kaide ve IŞİD türü selefizmle bir tür mücadele ederken ya da Mısır’da İhvan karşıtı oluşuma destek verirken “Selefizmi/İslamizmi bölgede finanse ederim ama ABD ve Batı için problem olması durumunda başını da ezerim” mesajını açıkça ortaya koymuş durumda. Türkiye’de dış politika opsiyonları hayli daralmış olan yönetim ise Suriye’de kısmı bir başarı ve nüfuz için Suudilerle ortak davranma konusunda kararlı bir rotaya girmiş durumda.
***
Ortadoğu’da herhangi bir siyasal denklem konuşulacak İse Mısır, İran, Türkiye ve Suudi Arabistan İle İsrail’in hesaba katılması gerekir
Sadece İslam Zirvesi, İslam Ordusu ve İslam Polisi gelişmelerinde değil, Irak, Suriye, Libya ve Yemen’deki savaşlarda ve tüm Ortadoğu, Kuzey Afrika ve hatta Sahra-altı Afrika bölgesinde yaşanan çatışmalarda Suudi faktörü hesaba katılmadan ne süreci anlamak ne de soruna bir çözüm yaklaşımı üretmek mümkündür. Suudi hanedanının Petrol Krallığını kadınlara ehliyet vermeyen, daha düne kadar çadırlarda yaşayan şeyhlerin petrol satıp körfezde ahlaksızca keyif sürdükleri bir devlet olarak tahayyül etmek gerçeği yansıttığı ölçüde aldatıcıdır da. Suudilerin, ABD ve İsrail çıkarlarıyla uyumlu bir selefi devlet olması bir cümlede 3 çelişkili ifade gibi görünse de hakikattir. Dahası Riyad artık finansal gücünü siyasal ve askeri bir bölgesel blok oluşturacak kapasitede ciddi bir güç merkezine dönüştürme noktasındadır.
Ortadoğu’da herhangi bir siyasal denklem konuşulacak ise Mısır, İran, Türkiye ve Suudi Arabistan ile İsrail’in hesaba katılması gerekir. Son 60 yılın bölgesel politika denklemi bu klişe ile anlatılırdı. Ancak yakın dönemde denklemdeki yeri çoğu zaman Mısır, Türkiye ve İran’dan sonra gelen Suudi Kraliyet yönetimi kilit ve başat bir aktör konumunu zorluyor.
Suudi Arabistan’ın yükselen gücünün arkasında petrol gelirleri olduğu bir gerçek. Ancak petrol gelirleri İsrail’in düşmanlarına verilen destek ve ABD yönetimleri ile kurmuş olduğu uzun stratejik ortaklık rejimin belirli noktalarda özerk politikalar geliştirmesine de olanak tanıdı. Yakın zamana kadar yeşil kuşak başta olmak üzere çeşitli Batı-merkezli senaryoların yerel işbirlikçisi olan Riyad giderek daha çok ülke ve bölgede Batı ile stratejik bir çatışma noktasına gelmeden kendi nüfuz sahasını genişletti. Bugün Suudi Arabistan’ın doğrudan ve dolaylı müdahalede bulunduğu çatışma bölgelerinin kısa bir listesine bakmak bile ülkenin dış politika kapasitesindeki artışı anlamak için yeterli anımsatmayı yapacaktır. Yine mukayeseli bir perspektifle bölgesel nüfuz mücadeleleri ve çatışma hatlarının tamamında neredeyse istisnasız olarak başat rol oynamaya başlayan ülke hangisi derseniz artık Suudi Arabistan’ı başa yazmak gerekir: Suriye, Irak, Libya, Somali, Pakistan, Afganistan gibi sıcak iç savaş yaşanan ülkelerde Suudilerin desteklediği güçler oldukça kritik rollere sahipler. Sudan ve Bahreyn’deki rejimlerin ayakta kalması Riyad olmadan hiç de kolay değil. Körfez İşbirliği Örgütü ile Bahreyn’e doğrudan silahlı güçlerini gönderen Riyad 2015 ortalarında daha kapsamlı bir askeri müdahaleyi Yemen’de gerçekleştirdi. Yemen’de Körfez ülkeleri ordularının yanında Sudan, Senegal ve Eritre gibi ülkelerden de askeri birlikleri anti-Zeydi/İrani koalisyonun içine katmayı başaran Krallık rejimi şimdilerde bölgedeki yeni önemli partneri Türkiye ile birlikte Suriye’ye yönelik bir askeri koalisyonun oyun kurucuları arasında hazırlıklarını yapıyor.
Suudi bloku ve İslam Ordusu
2015 Aralık ayında Suriye muhalefetini Riyad’da bir araya getiren Suudi Arabistan bu girişimine paralel olarak sözde İŞİD karşıtı Müslüman ülkeler koalisyonu arkasına da 34 ülkenin imzasını attırmayı başarmıştı. Riyad’ın bir bildiriye 34 imza toplamasını ciddiye almak gerekir. Öte yandan 34 ülkeyi bir araya getirebilmenin siyasal anlamı kadar hangi biçimde bir araya getirdiğine de bakmak gerekir. Nitekim söz konusu ülkelerin İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), Arap Ligi ve doğrudan ikili ilişkiler düzeyinde Riyad’a verdikleri desteğin kaynağı ise Suudi gücünün kırılganlığını ifade ediyor. Suudilerin Yemen’e müdahaleye, ya da Esad karşıtı muhalefet güçleri koalisyonuna kattığı her ülke için her seferinde kesenin ağzını epey açtığı artık herkesin bildiği bir sır!
Suudi Bloğu’nun inşasında İslam İşbirliği Teşkilatı
İslam İşbirliği Teşkilatı’na teşkilat tüzüğüne aykırı biçimde alınan ülkeler ile Suudilerin organize ettiği uluslararası bildirilere imza veren ülkeler arasında bir korelâsyon olması dikkat çekicidir. Teşkilat tüzüğü İİT’ye üye olma koşulu olarak aday ülkenin Müslüman nüfus çoğunluğa sahip olmasını şart koşar. Nitekim Putin Rusya’sı 2003’de teşkilata üyelik başvurusu yaptığında Rusya Federasyonu’nda önemli bir Müslüman nüfus bulunmakla birlikte ülkede çoğunluk olmadıkları gerekçesiyle reddedilmişti. Rusya Federasyonu şu anda gözlemci ülke statüsündedir. Ancak bu kural gerçekte 1974’den bu yana en az 8 ülke başka bir hesapla 11 ülke için ihlal edilmiştir.
Nüfusunun %12’si Müslüman olan Gabon 1974’te o zamanki adı İslam Konferansı Örgütü olan İİT’ye tam üye olarak alınmıştır. Ardından nüfusunun %11’i Müslüman olan Uganda, %18’i Müslüman olan Kamerun, %24’ü Müslüman olan Benin, %18’i Müslüman olan Mozambik, %14’ü Müslüman olan Surinam, %20’si Müslüman olan Togo ve sadece %7’si Müslüman olan Guyana İİT’ye kabul edilmişlerdir. Bunlar hem mutlak hem de nispi olarak Müslüman nüfusun azınlıkta olan ülkelerdir. Başvuru sırasında nüfusunun %41’i Müslüman olan Nijerya, ile halihazırda ülkedeki en büyük dini grup olmakla birlikte %50’nin altında Müslüman nüfus barındıran Fildişi Sahili (%38), Gine-Bissau (%45) gibi üye ülkeleri eklediğimizde tüzüğe aykırı kabul edilmiş toplam 11 ülke görürüz.
Bu ülkelerin birkaç tanesi ülkede azınlık olmasına rağmen sonradan Müslüman olan liderlerinin tercihi ile İİT’ye başvuran ülkelerdir. Tamamının ortak özelliği ise İİT’nin asıl patronu Suudi Arabistan’dan çeşitli mali destekler alabilme olanağındır. Bu ülkelerin önemli bir kısmı üzerindeki mali etkisi Riyad yönetimine bölgesel ve uluslararası örgütlerde ciddi bir “oy bloğu” olarak destek sağlayabiliyorlar.
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 56 İİT ülkesinden sadece 20 tanesinin aidat borcunu ödediğini anımsatan konuşmasının Suudi yetkililer tarafından geçiştirilmesi çabası yukarıda andığımız tablonun basit bir yansımasıdır sadece.
İslam Ordusu ve polisi
2015 sonunda Suriye muhalefetinin dizayn edildiği Riyad toplantılarında üzerinde anlaşılan, geçtiğimiz ay Suudi Arabistan’da askeri bir tatbikat ile çalışmalarına başlayan ve kamuoyunda İslam Ordusu olarak bilinen “Teröre Karşı İslam ittifakı” ordusu Türkiye’de Yeni Akit ve Yeni Şafak gibi gazetlerce bir Türk Projesi olarak lanse edilse de gerçekte Suudilerin yukarıda ortaya koyduğumuz siyasi blok yaratma çabalarının bir ürünü. Nitekim “İslam Ordusu”nun 34 üyesinden Benin, Sierra Leone, Gabon, Fildişi Sahili ve Nijerya gibi üyelerinin orduları esas olarak gayrimüslim askerlerden müteşekkil durumdadır.
Aynı şey “İslam İnterpolü” olarak lanse edilen İİT üyesi ülkeler Polis teşkilatları işbirliği yapılanması için daha da fazla geçerlidir.
Erdoğan ve AKP yetkililerinin İslam zirvesinin adeta merkezi, lideri gibi davranmaları ise büyük ölçüde iç politikada güçlü görünme gayretleri ile alakalı. Gerçekte İİT, İslam ordusu ve İslam Polisi süreçlerinin merkezi de lideri de Riyad’dır.
Ankara dış politikada Avrupa ile pazarlıkçı, ABD ile gergin, Rusya ve İran ile düşmanca konumlara geldiği için Suudi ipine sarılmakta fazlaca bir sakınca görmüyor durumda. Suudi liderliğinde bir İslami Blok, İsrail ve ABD’deki İsrail lobisi ve onlara yakın cumhuriyetçilerden destek almış görünüyor. Suudi yetkililerin ve Erdoğan’ın ABD ziyareti sırasında AIPEC başta olmak üzere İsrail lobisinin görkemli toplantılar organize etmeleri bunun en açık yansıdığı alanların başında geliyor. Obama yönetimi için ise bu kontrol altında tutulması gereken ama son tahlilde geleneksel ABD politikasının bir enstrümanı olarak iş görebilecek bir süreç olarak okunuyor. Obama yönetimi birçok konuda anlaşmazlığa sahip olduğu Riyad ve ardından Ankara’nın heves ettiği Suudi-merkezli “İslami Blok”a vize vermiş görünüyor.
Burada asıl dikkat edilmesi gereken konu ise İslam’i Blok’un İsrail için bir tehdit oluşturmadığının görülmesidir. Tıpkı Filistin davasına destek için kurulduğu söylenen İİT’nin geride bırakılan 47 yıl içinde Filistinler ile aynı safta olmaktan ziyade ABD-İsrail eksenli rejimlerce İsrail politikalarına uyumlu siyasi tarihinin her dönüm noktasında görüldüğü gibi bu gelişme de daha ziyade bölgesel sorunlarda Batı çıkarlarını zedelemeyen İslamcı devletlerin statükosunu koruyacak enstrümanlar arasına girecektir.
Aslında Suudi Krallık rejimi kendine yakın selefi cihadizmi destekler ve El Kaide ve IŞİD türü selefizmle bir tür mücadele ederken ya da Mısır’da İhvan karşıtı oluşuma destek verirken “Selefizmi/İslamizmi bölgede finanse ederim ama ABD ve Batı için problem olması durumunda başını da ezerim” mesajını açıkça ortaya koymuş durumda. Türkiye’de dış politika opsiyonları hayli daralmış olan yönetim ise Suriye’de kısmı bir başarı ve nüfuz için Suudilerle ortak davranma konusunda kararlı bir rotaya girmiş durumda.
Lakin Yemen’de Körfez Ülkeleri’nin yanına Sudan Senegal Eritre gibi ülkeleri yanına aldığı halde başarı sağlamaktan henüz hayli uzak olan Riyad’ın Suriye’de Rakka’nın yeni hamisi olabileceği bile hayli tartışmalı görünüyor.
*Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yorumlar kapatıldı.