İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hem Ermeni Hem Yetimdik: Soykırım Tanıklıklarında Çocukluk ve Büyümek

Nazan Maksudyan
Soykırım ve çocuklar başlığı da büyük oranda kurbanlık durumunu düşündürüyor. Çocuklar zayıftır, mecburdur. Alınır satılır, kaçırılır kurtarılır. Hep göz yaşartıcı enstantaneler gelir gözümüzün önüne: korkunç koşullar yüzünden aç kalan, yol kenarlarına bırakılan, durmadan ağlayan, zayıflıktan iskelete dönmüş çocuklar, soykırım kurbanları… Dolayısıyla Ermeni yetimleri boynu bükük, gözü yaşlı düşünüyoruz hep; bir nevi “acıların çocuğu”. Bunlar ne abartı ne de duygu sömürüsü. Elbette soykırım çocuklar için her şeyden çok açlık, yoksunluk, ıstırap demekti. Yine de çok sayıda tanıklık, çocukların güçlü, soğukkanlı, becerikli özneler olduğunu ortaya koyuyor. Henüz çocukken yazılan günlüklerde, mektuplarda, verilen mülakatlarda, yetişkin olduktan sonra yazılan otobiyografi ya da hatırat türünden eserlerde çocukların da tarihsel bir kimlik ve aynı zamanda eylemlilik sahibi olduğunu görmek mümkün. En basit tercihlerden en zorlu mücadelelere fail olabilmiş çocuklar var karşımızda.

*** (Armenian_Orphans,_Merzifon,_1918-19)
Dolayısıyla Ermeni yetimleri boynu bükük, gözü yaşlı düşünüyoruz hep; bir nevi “acıların çocuğu”. Bunlar ne abartı ne de duygu sömürüsü. Elbette soykırım çocuklar için her şeyden çok açlık, yoksunluk, ıstırap demekti.
On sekizinci yüzyılda romantizm akımıyla güçlenen çocukların kırılganlık, masumiyet ve cehaletlerine atıfla idealize edilmiş anlamda özel oldukları iddiası geçerliliğini korumaktadır. Bu anlayış çocuklara ve çocukluk dönemine belli ayrıcalıklar sağlasa da neticede çocukları toplumsal olarak önemsiz kılar. Çocukluk hem yasal hem de biyolojik olarak bir bağımlılık dönemidir. Onların yeterince gelişmemiş oldukları ve bu yüzden de henüz tam-insan sayılamayacakları gibi bir yaklaşım, sadece Türkiye’de değil modern burjuva aile yapısının (çekirdek aile) norm olduğu tüm toplumlarda yaygındır. Çekirdek aile yapısı ideali içinde çocuk bir yandan gözbebeği, baş tacı edilmiş, öte yandan çocuklar irade ve eylemlilik sahibi ol(a)mayan biblolara dönüştürülmüştür.
Orta sınıf, şehirli, modern toplumsal normlar bağlamında, çocuk okula gider, parkta oynar, kitap okur, ödevini yapar, ailesiyle birlikte ev hayatının korunaklı ortamında yaşar. Tüm bunlar klişe gibi görünse de, toplumsal olarak idealize edilen çocukluk budur. Çocuk çalışmamalıdır, okuldan kaçmamalıdır, sokaklarda aylak, haylaz, boş gezmemelidir, ailesinin dizinin dibinden ayrılmamalıdır. Çünkü çocuk, masum, cahil ve savunmasızdır. Her an başına kötü bir şey gelebileceği için korunmaya muhtaçtır. Bu romantik bakış açısına göre çocuklar bir olayın öznesi değil, ancak kurbanı olabilir.
Soykırım ve çocuklar başlığı da büyük oranda kurbanlık durumunu düşündürüyor. Çocuklar zayıftır, mecburdur. Alınır satılır, kaçırılır kurtarılır. Hep göz yaşartıcı enstantaneler gelir gözümüzün önüne: korkunç koşullar yüzünden aç kalan, yol kenarlarına bırakılan, durmadan ağlayan, zayıflıktan iskelete dönmüş çocuklar, soykırım kurbanları… Dolayısıyla Ermeni yetimleri boynu bükük, gözü yaşlı düşünüyoruz hep; bir nevi “acıların çocuğu”. Bunlar ne abartı ne de duygu sömürüsü. Elbette soykırım çocuklar için her şeyden çok açlık, yoksunluk, ıstırap demekti. Yine de çok sayıda tanıklık, çocukların güçlü, soğukkanlı, becerikli özneler olduğunu ortaya koyuyor. Henüz çocukken yazılan günlüklerde, mektuplarda, verilen mülakatlarda, yetişkin olduktan sonra yazılan otobiyografi ya da hatırat türünden eserlerde çocukların da tarihsel bir kimlik ve aynı zamanda eylemlilik sahibi olduğunu görmek mümkün. En basit tercihlerden en zorlu mücadelelere fail olabilmiş çocuklar var karşımızda.
Bu yazıda Ermeni soykırımı sürecinde yetim kalmış çocukların özyaşamsal anlatıları üzerinde duracağım. Soykırım sürecinde hayatta kalanların tanıklıklarına dayanan başka eserlere de değinmekle birlikte temel olarak iki Ermenice kitaptan söz edeceğim. Edebiyatçı ve eğitimci Antranig Dzarugyan’ın 1955’te kaleme aldığı Çocukluğu Olmayan Adamlar’ı (Mangutyun Çunetsoğ Martig) ve eğitimci Karnig Panyan’ın 1992’de basılan (ancak daha önce yazılmış olan) Çocukluk ve Yetimlik Anıları (Huşer Mangutyan yev Vorputyan). Dzarugyan’ın Near East Relief (Yakındoğu’ya Yardım) tarafından açılmış Halep Amerikan yetimhanesinde yaşadıkları, Panyan’ın Cemal Paşa tarafından Ermeni yetimleri Türkleştirmek amacıyla açılan Antura yetimhanesinde yaşadıklarından büyük farklılık gösterse de, “hem Ermeni hem yetim” olma deneyimi bağlamında son derece benzer hikâyeler bunlar. Yazarlarını birer çocuk olarak merkeze koyan, çocukları tarihsel anlatının bir aktörü olarak ele alan farklı bir tarih kurgusu sunmayı umuyorum. Böylelikle sadece çocukların tarihin yapımında (ve yazımında) ihmal edilen rolüne değil, aynı zamanda bu süreçte çocukların artan eylemlilik durumuna da işaret etmiş olacağım. Hayatta kalabilenler (neticede tanıklıklarını dinlediğimiz) çocuklar, acınacak, zavallı çocuklar değildi. Bilakis zekâları, yetenekleri, sevimlilikleriyle Yetenekli Bay Ripley’e taş çıkaracak maceraların başkahramanı olabilmişlerdi. Hâlâ hayattaydılar ve yaşamak için ne gerekiyorsa yapacaklardı. (İki kitabın da Aras Yayıncılık’ın 2016 yayın programında olduğu bilgisini bu vesileyle paylaşayım.)
Büyümek ve Çocukluğun Yitişi
Çocukluğumuz olmadı. Çünkü Ermeniydik ve de yetimdik. Soğukta, yağmurda kaldırımların üzerinde yarı çıplak, yalınayak varlığımız çocukluk muydu? Yokluk, açlık, gözyaşı, yabancıların umursamazlığı, bizden olanın acımasızlığı mıydı çocukluk? (Dzarugyan, ÇOA)
Birinci Dünya Savaşı sırasında çocukları merkeze alan tarihyazımında “çocukluğun bitişi” teması oldukça yaygın olarak karşımıza çıkar. Savaş esnasında çocuk olan kişilerin tanıklıkları, artık kendilerini çocuk gibi hissetmediklerinin, dış dünyayla daha fazla ilgilenmeye başladıklarının, kendi köyleri, sokaklarının ötesinde bir dünya olduğunu fark ettiklerinin altını çizer. Savaş, cepheleri aşıp cephe gerisini de savaşa dahil etmiş, bu süreçte çocukların hayatlarını da teslim almıştır. Karnig Panyan köyleri terk edip yola koyulmalarının üstünden ancak sekiz on gün geçmişken, “Çocukluğunun masumiyetine çoktan elveda” dediğini yazar. Daha beş yaşındadır, ama şahit olduğu sefalet, bir ömür çile çeken insanların yaşadıklarına bedeldir (Panyan, ÇvYA).
Soykırım koşulları Ermeni çocukların aktör olarak oynadıkları rolü net biçimde dönüştürmüştü. Bu yetimlerin klişe çocuk algısıyla çelişen birer irade ve cesaret timsali olduklarını söylemek abartılı olmayacaktır. Risk almakta tereddüt etmeyen, yaşam koşullarını dönüştürmeye yönelik iradi seçimler yapabilen, başka türlü çocuklardır bunlar. Yalnız başlarına karar verir, gerekirse hırsızlık yapar, icabında bir trene atlayıp şehir şehir ailelerini ararlar. Güçlü, muktedir, faildirler. Yetişkin gibi davranırlar. Başka türlüsü düşünülemez. Artık yanlarında ne büyükanne dedeleri, ne de anne babaları olan minicik çocuklar, aile denen hem koruyan hem kilit altında tutan kafesin dışındadır. Şu dünyada kimseleri kalmamıştır. Rüştlerini yaş gibi pozitif bir kriterden bağımsız olarak elde etmiş, büyümüşlerdir.
Hayatları ideal çocukluk tahayyülünün büsbütün dışında olduğu için anlatılarında çocukluklarını yaşayamadıklarını, en güzel yıllarının çalındığını, zamanından önce büyümek zorunda kaldıklarını yazacaklardı şüphesiz. Açlık, sefalet, korku ve acıyla geçen yıllar neticesinde ruhen ve bedenen sıskalaşmışlardır. Kırgın, üzgün, inançsız, alaycı olmuşlardır (Panyan, ÇvYA). Dzarugyan, kendi gibi çocukluğu soykırım yüzünden yarıda kalan, hatta hiç başlamayan arkadaşlarından bu yüzden “çocukluğu olmayan adamlar” diye bahseder. Edebiyat tarihçisi Kevork Bardakjian’a göre anne baba sevgisinden yoksun bu yetimlerin büyüdüğü ortam acımasızdır. Hayatta kalmak için içgüdülerine sıkı sıkıya tutunan çocuklar, ahlaki diyebileceğimiz toplumsal ideallerden uzaklaşmış, kendilerine ve genel olarak topluma yabancılaşmıştır.
İnsanlardan nefret ediyorduk, birbirimizden nefret ediyorduk. Yalan, hile ve sahtekârlık silahlarımızdı. Doğal yasamız zayıfı dövmek, güçlüden dayak yemekti. Avuç içi kadar bir ekmek parçası için dövüşebilir, ısırabilir, kanatabilirdik. Sevgi içi boş bir kelimeydi, sevecenlik ise bize yabancı bir duygu. Bizler için arkadaş, dost, sevgi ekmekti. (Dzarugyan, ÇOA)
Romantik bakış açısı bir kayıptan söz etse de çocukların büyük bir kazanımı vardır: eylemlilik. Karnig Panyan’ın, Cemal Paşa’nın 1917’de açtığı, Halide Edip’in eğitim kadrosunda olduğu Antura yetimhanesinde yaşadıkları, çocuklar ve yönetim arasında bariz bir mücadele olduğunu gözler önüne serer. Türkçe isimler verilen, Türkçe konuşmaya zorlanan, Ermenice konuşunca sert şekilde cezalandırılan çocuklar Paşa’nın Türkleştirme planına direnmeye çabalarlar. Panyan’a göre evlerini, köylerini, ailelerini yitirmiş çocukların hayatlarında kendilerine dair, kimliklerine dair tutunabilecekleri bir tek dilleri ve isimleri kalmıştır. Bu eşitsiz mücadelede kazanacak kuvvete sahip değillerdir elbette, yine de direnmeden kaybedecek kadar da zayıf sayılmazlar. Hakaret, kötü muamele ve dayaklara rağmen mücadeleyi sürdürürler.
Cemal Paşa’nın yetimhaneyi ziyareti sırasında direniş isyana dönüşür. Beklendiği gibi “Yaşasın Cemal Paşa!” nidalarıyla başlayan ziyaret, büyük çocuklardan bazılarının “Açız!” çığlıklarıyla kontrolden çıkar. Çocuklar ağaçlara tırmanıp maymun sesleri çıkarırlar, yabani meyveleri dişlerler, dallar kırıldığından kimileri yerlere düşer. Paşa şaşkınlık içinde olanları izler, maiyetindekiler renkten renge girer ne yapacaklarını bilemezken, en sonunda yetimhaneyi terk eder (Panyan, ÇvYA). Açlıktan kırılan bir avuç çocuk, din, dil, millet mevzu bahis dahi olmadan, sırf yemek talep ederek Paşa’nın sabrını taşırabilmiştir.
NazanOrphan girls at the Aleppo Armenian orphanage 1923
Becerikliler
Ermenice zeki, becerikli ve koşulları kendi yararına dönüştürebilen birini tanımlamak için kullanılan carbig kelimesinin soykırım yetimlerine dair anılarda ve anlatılarda sıkça karşımıza çıkması tesadüf değildir. Hayatta kalabilen çocuklar akıllıca karar vermek ve atak olmak zorundadır. Bu becerikli çocuklar kâh yetimhanelere ya da evlere kabul edilme yollarını arar, kâh kendilerine sağlanan görece korunaklı ortamda duramayıp başka fırsatlar peşinde koşar. Yeri gelince hasta numarası yapar, yeri gelince Türk olduğunu iddia eder, yeri gelince kız kılığına girerler.
Bu iki çocuk da anlatıları boyunca carbiglikte sınır tanımıyor. Zira yetimhanedeki hayatta başarılı olmanın yolu becerikli olmaktan geçiyor. Yetimhanenin anaokulu kısmındaki en ufak çocuklardan biri olan Antranig’e göre yetimhanede iki grup çocuk vardır: becerikliler ve beceriksizler. Antranig beceriklilerden olmak için elinden geleni yapar.
Peki kimdir bu becerikliler? Onlar, geceleri bakıcıları İncil’den hikâyeler anlatırken çaktırmadan uyumayı becerenlerdir. Beceriksizlerin uyuduğu fark edilir, onlar cezalandırılırlar. Becerikliler, bir şekilde hastaymış gibi yapıp hastaneye kapağı atabilenlerdir. Sevgi dolu hemşireler, bol bol yemek ve rahat yataklarıyla hastane her yetimin hayalidir. Numara yaptığı ortaya çıkan beceriksizlerse ancak bakıcının sopasını tadarlar. Dzarugyan’ın hayran olduğu becerikli çocuklardan biri Haçig’dir. O, pazar sabahları tertemiz giydirilip ayine götürülen çocuklar arasında olmayı başaranlardandır. Üstelik de Protestan kilisesine giden şanslı gruptandır. Dzarugyan, Ermeni kilisesine giden çocukların iki saat ayakta kaldığını, hem yorulup hem de usandıklarını yazar. Halbuki Protestan ayinindeki çocuklar sıralarda rahatça oturabilir, dönüşte de ellerinde renkli resimlerle dönerler.
Yetimhanenin müdürü konumundaki Mayrig (Anne), kiliseye götürdüğü çocuklara bağış çanağına atmaları için birer gümüş para verir. Zaten çocuklar arasında büyük bir korku salmış olan kadın, hırsızlık ihtimalini ortadan kaldırmak ve her çocuğun parasını çanağa attığından emin olmak için kimilerini fena halde cezalandırır. Ayrıca ayinde kıssadan hisse bir gümüş merdiven hikâyesi anlatılır (parasını kendine saklayan çocuğun cennete uzanan merdiveninde bir basamak eksiktir vs.). Bütün tantanaya rağmen Haçig kiliseden sonra sıvışmış, Mayrig’in verdiği parayla kuru üzüm almıştır. Dzarugyan önünde açılan içi üzüm dolu minik avuca aval aval bakarken Haçig cebinden bir madeni para daha çıkarır. Kendisine verilen parayı tabağa atmamakla kalmamış, bir tane de tabaktan aşırmıştır. Dinlediği hikâye yüzünden cennete gidememekten korkan Antranig tereddüt ederken, “Sen bunu ye, yarın yine alırız. Merdiven filan bunlar boş şeyler…” der. Haçig henüz altı yaşındadır.
Panyan da Antura’daki çetelerinin lideri konumundaki Mihran’dan benzer bir hayranlıkla bahseder. Bütün yetimhane beş on kişiden oluşan gruplara ayrılmıştır. O akşam kimin ambarda, kimin meyve bahçesinde, kimin sebze bahçesinde, kimin yakındaki çiftliklerde hırsızlık yapacağını çete başları organize eder. “Bir yetişkin gibi davranan” Mihran inatçı, cesur ve açıkgözdür. Diğer bir becerikli çocuk Yusuf’tur. Yetimhaneden kaçtıkları dönemde Karnig ve arkadaşlarının hayatta kalmasında rolü büyüktür. Çevreyi tanır, mağaraların, nehirlerin yerini, hangi meyvenin yenebileceğini, neyin mevsimi olduğunu, etraftaki köyleri bilir. Yusuf sayesinde yenilecek bir şey olduğunu öğrendiği, çuvallara doldurup günlerce yediği keçiboynuzunun tadını unutamaz Panyan. Karanlıkta, ormanlık yollarda kaybolduk sandıkları anda mağaranın yolunu bulan, açlıktan öleceğiz diye korktukları anda bir meyve bahçesi gösteren hep Yusuf’tur.
Oyun, Macera, Eğlence
Yemeğimi bitirmeden avluya oynamaya çıktım. Diğerleri çoktan gruplara ayrılmıştı ve her türlü oyunu oynuyorlardı. Şen seslerimiz hâlâ hayattan zevk alabildiğimizi kanıtlıyordu. Sürgün olduğumuzu, ailelerimizden artakalanların hâlâ o berbat kampta olduğunu unutmuş gibiydik. Yeniden çocuktuk. (Panyan, ÇvYA)
Hama’daki kampın yakınında bir yetimhaneye kabul edildiği ilk günden söz ederken böyle yazar Panyan. Tehcir yolunun hemen başında çocukluğunu yitirdiğini, mülteci kampında ölüm karşısında duyarsızlaştığını söyleyen yazar, bir tas çorba ve birkaç arkadaşla yeniden çocuk olmuştur. Belki de kaybettiğini zannettiği şey aslında hep oradadır, hiçbir yere gitmemiştir. Hayatta kalanların çocukluk anlatıları kavramsal olarak bir kayıp söylemi üzerine kurulu olsa da (bizimki de çocukluk muydu?), anıların içeriği eğlencelidir, oyunbazdır, serüven doludur, çocukçadır. Sayısız kalp burkan olayın yanı sıra, çocuklar başlarından geçenleri büyük bir başarı ve macera duygusuyla aktarırlar. Kendileriyle gurur duydukları, özgüvenlerini tazeleyen sayısız hikâye anlatırlar. Her çocuğun hayali ve en sevilen çocuk kitaplarının konusu olan gruplara/çetelere ayrılmak, sapanla, sopayla mücadele, okuldan kaçmak, hırsızlık/hazine aramak(!), yalnız başına uzak yerlere gitmek, trenle yolculuk gibi eğlencelerden bahsediyorum. Gece vakti bahçelerde hırsızlık yaparken yakalanmaktan kıl payı kurtulanlar, yetimhaneden kaçıp çarşıda alışveriş yaptıktan sonra güçbela içeri girebilenler, aylarca mağaralarda yaşayanlar, annelerini, kardeşlerini bulmak için kilometrelerce yol gidenler… Bunlar çok sayıda tanıklıkta karşımıza çıkan, heyecanla takip edilen, (Fatih Akın haklı) Western filmleri aratmayan serüvenler. Anlatıcıyı kahramana, anıları avantüre dönüştürüyorlar.
Annesine kavuşan, yani artık yetim ve kimsesiz olmadığını anlayan Dzarugyan’ın arkadaşlarıyla birlikte yapacağı uzun bir tren yolculuğu ve yeni bir şehirde yeni bir maceraya atılmak için evinden kaçması, çocukların hayatındaki özgürlük duygusunu anlatan çok çarpıcı bir örnek. Yıllarca süren bir eziyetmiş gibi anlattığı yetimhaneden kurtulmuş ve hasret kaldığı sevgi ve şefkati verecek annesine kavuşmuşken, yetimhanenin Gümrü’ye (Ermenistan) taşınacak olması haberiyle sarsılır. Anlatısının başlarında, “Aramızda hiç sevgi yoktu,” dediği arkadaşlarıyla güzel günler geçirdiklerini hatırlamadan edemez. Üstelik bu yeni macerada çocukların ne kadar eğleneceklerini düşünerek içi daralır: “Hepsi gidecek, trene binip şen şakrak yolculuk edeceklerdi. Bense bu köhne şehrin kirli meydanlarında, eğri büğrü sokaklarında tek başıma kalacaktım.” Annesinin evinde geçirdiği gece uyuyamaz, sabahı dar eder ve koşa koşa trene biner.
İlk defa trene biniyorduk. Bu da az buz bir mutluluk değildi. Eşyalar, evler, ağaçlar, tüm dünya birdenbire değişmişti bizim için. …. Her şey yenilenmiş, güzelleşmiş, şekil değiştirmişti. Bir köprünün üzerinden, küçük bir köyün yanından ya da bir ağaç kümesinin arasından geçerken attığımız vahşi çığlıklar bütün treni ayağa kaldırıyordu. Ruhumuzdaki görünmez vanalar açılmış, mutluluğumuz uçsuz bucaksız Suriye ovalarına dökülüyordu. (Dzarugyan, ÇOA)
Bu acar, bu gözü pek çocukların âdeta küçük birer Indiana Jones olduklarını düşündüren hikâyeleri kuşaktan kuşağa aktarılmış, dinleyenleri (ağlattığı kadar) gülümsetmiş ve göğüslerini kabartmış olmalı. Kimsesizlik, yoksunluk acıtsa da, çocuklar eylemlilik sayesinde kendilerini hem güçlü hem büyümüş hissetmiş ve her ikisinin de büyük kazanımlar olduğunu fark etmişlerdir.

Yorumlar kapatıldı.