İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hem Necip Fazıl’a “Murat(!)”, Hem Yahudi’ye Muhtaç

Gökhan  Yamangül
Türk fikir hayatına “Yahudi” meselesi Necip Fazıl’la girmiş, entelektüel plânda ilk ve gerçek muhasebe zeminini Büyük Doğu sayfalarında bulmuştur. Üstad, Yahudiliği aktüel bir mevzu olmanın ötesinde, felsefî ve tarihî bir hesaplaşma sürecinin ana unsurlarından başlıcası olarak ele alır. Necip Fazıl’dan önce hiçbir muharrir yoktur ki, Yahudi’yi teşhir masasına yatırsın ve mânâsını en ince çizgilerine kadar sergilesin… Büyük Doğu’dan evvel Türk yazı hayatına bakarsanız, Yahudi’ye dair neredeyse hiçbir ciddi iz ve işaret yoktur.

Bir roman gösterebilir misiniz ki; herhangi bir sosyal ve siyasî hadisede rol verdiği kahramanları arasına Yahudi bir tiplemeyi sokmuş olsun? Rum balıkçıları, Ermeni tüccarları anlatmaktan gocunmayan Türk hikâyeciliği niçin Yahudi’yi es geçer? Zaten Yahudi kökenli filozofların Türkiye mümessilliği ile şahsiyet bulan felsefe mütercimlerimizin böyle bir derdi olamaz ve “birbirinin yanlışını çıkarma” sanatında baş tılsıma eren üstadlarının mânâlarından habersiz yaşamayı tercih ederler.
Sosyologlarımız, şairlerimiz, bilmem kimlerimiz “batıdan neleri alalım, neleri almayalım” derdine düşmüşken, tarihçilerimiz Abdulhamid’in “kızıl sultanlığını(!)” anlatmakla meşgulken, Yahudi sinsi plânlarını sahneye koymuş, Lozan’da İmparatorluğun tasfiyesinde baş rol oynamış, peşinden yeni devletin kuruluşunda görev almış, iktisadî hayatın bütün iplerini eline geçirmiş ve bütün bunları perdenin gerisinden idare ettiği için hiçbir nefret hissine muhatap olmadan milletimizin varlık damarlarına çöreklenmiştir.
Meselâ Peyami Safa, binlerce makâle, on binlerce fıkra yazmış, bunların büyük bir bölümünde Marksizm ve komünizmi eleştirmiş, devrin solcularını polise jurnallemiş, bu işten yıllarca ekmek yemiş ama bir defacık olsun Yahudiliği yazmamış, o kadar nefret ettiği Bolşevik Devrimi’ne atıfta bulunarak olsun bu meseleye değinmemiştir. Bilindiği gibi Ekim devriminin çekirdek kadrosu Yahudi’ydi.
Aynı Peyami, o devrin diğer Türkçüleri gibi II. Dünya Savaşı’nda Almanların yanında saf tutup Hitler’i alkışlarken bile Yahudi’nin menfi mânâsına dair bir satır lâf edemez ve tıpkı o devrin Cumhuriyet gazetesi gibi, Nazi yanlılığını millî menfaat tekerlemesiyle izaha kalkışır.
Meselâ Türk solu yıllarca İslâm’a karşı iğrenç saldırılarda bulunmuş, ama Yahudiliği, Marks’ın bu husustaki yazısına rağmen mevzu edinmekten kaçınmıştır. Çünkü Türkiye aydın ve muharririnin birçoğu gibi, başta Sabiha Sertel olmak üzere solcularımızın da kurucu ve güdücü kadrosunun ekseriyeti Selanik dönmesi Sabetaycıdır.
“Memleketten İnsan Manzaraları” çizmeye bayılan Nazım Hikmet’in Yahudi’yi bu tabloların neresine oturttuğu niçin merak edilmez? “Gazete Fotoğraflarına Bakarken” yazdığı sövgülerden birisinde pek haklı olarak “vatan” satıcısı Ahmet Emin Yalman’a her türlü hakareti reva görür de, “çıfıt”lığına niçin dokundurmaz?
Kuru kuruya kapitalizm ve emperyalizme küfretmek bir gölgeyi yumruklamaktan başka nedir ki? Yahudi, kapitalizmin herhangi bir unsuru değil, bizzat güdücüsüdür ve eğer Lenin’in dediği gibi “kapitalizmin nihaî aşaması emperyalizm”se ve bugün dünyada emperyalist siyasetin başını ABD çekiyorsa, kimse “ahmak fil” Amerika’nın akıl hocalığını İsrail ve Yahudi lobisinin yaptığını inkâra kalkışmasın. Öyleyse Yahudi karşıtlığı insanlık dışı, ilkel bir ırkçılık değil, kapitalizm ve onun nihaî aşaması emperyalizme karşı olmanın “olmazsa olmaz” şartıdır.
İslâmcı şair Mehmed Akif’in de, çöken bir imparatorluğu en realist bir gözle safha safha resmettiği, “Karadağ haydudu, Sırp eşeği, Bulgar yılanı, sonra Yunan iti”ni anlattığı meşhur eserinde Yahudi’yi ara ki bulasın… O lânetli “çıfıt” sanki hiçbir şeye karışmaz, köşesinde usulca durur ve “yıkılmış hanümanlardan, göğsü kesilmiş kadınlardan, süngülenmiş bebelerden” mesul değildir. Hâlbuki İslâm coğrafyasını parçalayan bütün devrim ve savaşların hazırlayıcısı ve arka plândan idare edicisi ekseriyet Yahudi’dir.
Bütün bunlardan daha beteri, Irkçı-Turancı Nihal Atsız Bey bile, “Türk Ülküsü”ne dair yazdığı makalelerde, ülkücülüğün ne büyük bir şey olduğuna misâl olarak, iki bin yıllık bir çabadan sonra İsrail’in kuruluşunu gösterir ve Türkleri de aynı azimle mücadeleye davet eder. Milletlerin içine sinsice ve kahpece sokulup, onları birbirine kırdırmanın ve parayla tahakküm kurarak durumdan vazife çıkarmanın idealistle-ülkücülükle ne ilgisi olabilir?
Oysa Türk düşünce hayatında hep es geçilen Yahudi mevzuu, Batı fikir ve sanat hayatının yüzlerce yıllık meselesidir. Kendi toplum yapısıyla ilgisi olsun olmasın bütün mevzularını Batıdan ithal eden ve adına “Türk aydını” denilen zümre, nedense yalnızca bu meseleyi “kopya” etmeye yanaşmamıştır. Bu arada, Cevat Rıfat Atilhan gibi güya onu mesele edinirken, ters tarafından Yahudi’nin reklâmını yapan ve kitlelere onun “yenilmezliği” psikolojisini aşılayan, sözüm ona Yahudi karşıtı bazı üçüncü sınıf muharrir marifetlerini bahse değer bulmadığımızı belirtelim.
Bütün bu vasatta Necip Fazıl’ın elbette bu meseleye kayıtsız kalması muhaldi. Yahudi’yi baş nefret kutbu olarak süzgecinden geçiren, onların menfi mânâları ve sinî plânları etrafında büyük “ifşâlarda”  bulunan Büyük Doğu Mimarı’nın bu mevzuda çok değerli bilgi ve belgelere sahip olduğunu görüyoruz. Üstad’ın Yahudi’yle hesaplaşması, hem bir entelektüel, hem de bir dâvâ ve cemiyet adamı sıfatıyladır. Büyük Doğu’da bu hususta hazırladığı ve yayınladığı dosyalar hazine niteliğindedir.
Şimdi Necip Fazıl bu meselede ne dedi, Yahudi hakkında ne düşünüyor; bunları sıralamayacağız. Hangi eserine el atsanız bu hususta az veya çok tespit ve hükümlere rastlayacaksınız. Necip Fazıl’ı “Üstad” kabul eden, onu mühimsediğini, onun düşüncelerine kıymet verdiğini ifâde eden, onun birkaç kitabına olsun göz atmış herkes Yahudi ve Yahudilik mevzuunda ne düşündüğünü az çok bilir. Bizim tuhafımıza giden ve “şaka gibi” gelen, senelerdir etrafında beslediği ve türlü ulufeler dağıttığı yandaşlarına, kendisini, “Necip Fazıl’ın muradı” olarak işaret ettiren, bu yönde bir propagandaya yol veren Reis-i Cumhur efendinin, bir taraftan “İsrail’e muhtacım” diyebilmesi, diğer yandan Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın vefat yıl dönümünde dünya Yahudi liderlerini misafir edip, onlarla canım cicim pozlar vermesi ve bütün bunlar olup biterken; ne onun “murat” olduğunu ileri süren yandaşlarından, ne de “yok efendim aslında kasıt o değildi de, şunu demek istedi” diye araya giren ve üstüne vazife edinip, başkası adına izah ihtiyacı hisseden yandaşların yandaşlarından tek bir kelime olsun gelmeyişi…
Ama o, ama bu; Necip Fazıl’ın adının geçtiği yerde Yahudi’ye prim verilmez. Necip Fazıl’ın adı geçiyorsa da, Yahudi’ye prim verene prim verilmez. Bir gönülde iki sevda olur mu bilemeyiz; ama aynı anda hem Necip Fazıl, hem Yahudi olmaz. Kendisini Yahudi’ye muhtaç hisseden ise, değil herhangi bir salondakiler arasında, tuvalet taşları içinde bile “murat” kelimesiyle yan yana anılamaz.
Gökhan YAMANGÜL  – 13 Şubat 2016

Yorumlar kapatıldı.