İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

101. Yılda 100. Yıl İçin Notlar

Temel Demirer / info@gaziantephaberler.com
Soykırım tartışması soyut bir tarih tartışması değildir. Somut sonuçları olan kanlı ve utanç verici sayfaların deşifrasyonudur. Soykırım, Türk milliyetçiliğinin zorunlu ve mantıkî sonucudur. 100. yılda, Ermeni Soykırımı’nın sermayenin Türkleştirilmesi olduğunun altını çizip, Türk milliyetçiliğinin marifetlerini deşifre edemedik! Ermenistan Diaspora Bakanı Hranush Hakopyan’ın altını çizdiği üzere: “Sadece 1895-1896 yılları arasında Sultan Hamid yönetimi 300 bin Ermeni’yi öldürdü. Bu süre içinde yaklaşık 100 bin Ermeni Rusya’ya, 200 bin Ermeni de ABD ve Avrupa’ya göç etti,” vurgusuyla Hakopyan; 1915-1923 tarihleri arasında 1.5 milyon Ermeni’nin tehcire zorlandığını, öldürüldüğü ve 1918-1921 tarihleri arasında 77 bin Ermeni çocuğun yetim kaldığını ifade ederek ekliyor: “Soykırım’da 1.5 milyon kadın, erkek, yaşlı ve çocuk öldürüldü. 66 şehirde 2500 köydeki Ermeni malları yağmalandı ve yok edildi. Paris Barış Konferansı’nın verilerine göre 19 milyon 130 bin 982 Frank, yani bugünün parasıyla 3 Trilyon dolarlık zarar yaratıldı.

***
101. Yılda 100. Yıl İçin Notlar
Tarih ve Resmî Okumaları
Adana’dan 1915’e Soykırım: Yağma, Yıkım, Katliam
Öteki Türkler
Ermenilerin Bugünü=Hrant+Kamp Armen
“Buçuk Münevver(lerin) Tavrı”(!?)
Resmi Duruş, Devlet Tavrı, “Tanıma”(!)
AKP Özrü(?) mü(!)
Yüzleşme, Tanıma, Tazminat
Ve 2015 Parantezi!
101. YILDA 100. YIL İÇİN NOTLAR[1]
TEMEL DEMİRER
“En çok hatırlanan şeyler, ‘unutulan’ şeylerdir.”[2]
Ermeni Soykırımı’nın 101. yılında 100. yılına dair söylenmesi gerekenlere nereden başlamalı?
Herkesin bu konuda farklı bir tercihi olabilir; benimki de farklı.
Bir zamanlar dillere pelesenk olan bir “Müzeyyen Senar Şarkısı”yla başlayacağım: “Kimseye Etmem Şikâyet/ Ağlarım Ben Hâlime”…
Çok kimse bilmez; bu şarkının bestecisi de, söz yazarı da Üsküdarlı Kemençeci Ermeni Onnik Efendi’nin Oğlu Kemani Sarkis Suciyan’ı!
Kemani Sarkis Efendi 1885’te İstanbul Beşiktaş’ta doğar. Babasından ve ailesinden dolayı musikiye çok yatkın bir sanatçıdır. 1910’a gelindiğinde İstanbul genelinde çok nam salmış biridir artık. 1915 Soykırımı yaşandığında otuz yaşındadır. Öyle bir travmaya, trajediye tanıklık eder ki, soykırım sonrasında içine kapanır. 1920’li yıllarda adı anılan “Kimseye Etmem Şikâyet” şarkısının sözlerini yazar. Garip bir ruh hâli içinedir Kemani Sarkis Efendi. “Yalnızlık” ve dahi “Sahipsizlik” hayatının bundan sonrasına yön verecektir. İşte tam da böylesine çaresizlik ortamında yazar şarkının sözlerini:
“Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime/ Titrerim mücrim gibi, devri istikbalime/ Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime/ Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime…”
Evet Kemani Sarkis Efendi 1921’de devrin taassup İstanbul’unda hiçbir gelecek görmeyen, görmediği içinde terk-i diyar edip Paris’e yerleşmeye karar veren bir Ermeni sanatçı; bir soykırım mağdurudur…
Müzeyyen Senar’ın sesinden “Kimseye Etmem Şikâyet”i diyenlerin kaçı bundan haberdardır 2015’de acaba?
Gerçekten de ‘The New York Times’ın, ‘Türkiye’nin İnatçı Unutkanlığı’ başlıklı yazısında, “En büyük tehlikenin soykırım ifadesini kullanmak değil; 100 yıl önce yaşananları inkâr etmek olacağı”nın altını çizdiği bir ufukta; hiç birimizin unutmaması gerek: Tarihin karanlık yüzüyle karşılaşmak, hiçbir toplum için “kolay” ve sancısız değil.
Öncesiyle 2015’de hâlâ çektiğimiz bu sancıları, önümüzdeki kesitte de artarak çekeceğiz; akıntıya kürek çekeceğiz; çekmemiz gereken o yere kadar.
Bu çabayı ‘futil’ ya da ‘futilite’ olarak mahkûm etmeye kalkışmayın[3] ve H.Ç. rumuzunu kullanan bir Ermeni’nin, ‘Birgün’ gazetesinin sorusuna verdiği, “Çok üzülerek söylüyorum sevgili Hrant yaşarken ‘yapamadığını’, ölerek başarmıştır,”[4] yanıtını anımsayın yeter!
Biliyorum bu da kolay değil; hele hele Ingeborg Bachmann’ın ‘Ağustosböcekleri/ Die Zikaden’ oyununda tasvir ettiği adada yaşarken!
Ingeborg Bachmann’ın oyunu, bir adanın tasviri ile başlar. Tuhaf bir adadır aslında burası. Hep birileri gelir, ama gelenlerle birlikte ortalık sanki daha bir tenhalaşır. ‘Ağustosböcekleri’ diye anılanlar, insandır aslında. Fakat insanca yaşamayı, insanı ancak sevmenin, sevebilmenin, hemcinslerinden ancak hiçbir ayrımcılığın tuzağına düşmeden sorumlu olabilmenin insan kılabileceğini çoktan unutmuş yaratıklara dönüşmüşlerdir. Yaşamanın hiç ayrım yapmaksızın her insandan sorumlu olmak anlamına geldiğini görmezlikten gelip sevmeye son vermişler ve hiçbir insanca duyguya seslenmeyen şarkılarla oyalanmaya koyulmuşlardır.
Bachmann’ın oyunundaki ada, insanların 2015’deki, bugünkü dünyasıdır. Yaşadıklarının sorumluluğunu üstlenebilme, sürünün içersinde rengini belli edebilme yürekliliğini gösterebilenlerin gittikçe azaldığı, birbirlerinin yanından geçip gitmekle yetinenlerin bunu birlikte yaşama sandıkları, sevgiden bütünüyle yoksun bir dünya.[5]
Ermeni Sorunu’nun meselesi de bugünün dünyası ve insan(cıklar)ıyla ilintilidir.
Hani Onat Kutlar’ın dediği gibi: “Nasıl bir alacakaranlık… Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış.
Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans’ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğuyla dolanıyoruz.”
“Yaşadığımız günlerin toprağına acının, yalnızlığın tohumları ekiliyor her gün. Ama gene de hiç unutmadan yapabileceğimiz bir şey var: Bir insan elinin sıcaklığındaki dayanışmayı gerçekleştirmek. Her şeyi değiştirebilir bu…”[6]
TARİH VE RESMÎ OKUMALARI
Tarih meselesinin, bir yerde, okuma sorunu olduğu kanısındayım.
2015’de biz, Ermeni Soykırımı’ndan bahsederken; “Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt ve Denetleme Başkanlığı’nın yayınladığı bir sunuş yazısında şöyle deniyordu: ‘Ermeni tahrik ve ihanetleri sonucu zorunlu olarak alınan tedbirler kapsamında tehcir gerçeklerin aynasında değil de gerçekliğin saptırıldığı aynalarda görülmek isteniyor.’ Hava korgeneral Erdoğan Karakuş imzalı bu söylemle Dr. Nazım’ın söylemleri, Kılıçdaroğlu ve Tayyip Erdoğan’ın söylemleri hiçbir fark taşımamaktadır. Resmi tarihi de işte bu anlayış belirlemiştir. O nedenledir ki sürekli, ‘Tarihi tarihçilere bırakalım’ derler. Onların sözünü ettiği tarihçiler, devletin resmi tarihini yazan tarihçilerdir. Tarih ise, egemenlerin tarihini yazan tarihçilere bırakılamayacak kadar suçlarla doludur.”[7]
Yani onlar tarihi, bulundukları yerden, iktidar prizmasından okurlar. Bunun için de “klasik” (ve herkesi acı, acı güldüren) şu tür yalanlara sarılırlar: “Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı arşivindeki belgeler, 1915 olaylarında yaşananların fazla bilinmeyen yüzünü de ortaya koyuyor.
Belgelerde, Ermenilerin geride bıraktıkları mal ve arazilerinin korunmasından, nakiller sırasındaki şartların Osmanlı askerlerine sağlanan şartlarla aynı olmasına yönelik birçok bilgi bulunuyor. Ermenilere kötü muamelede bulunanların Divanı Harp’e gönderilecekleri de göze çarpan bir başka belge olarak yer alıyor.”[8]
“Ama”lı, “Fakat”lı söylemlere sarılıp, “1915’te ne oldu sorusuna, gözlerimizi, kulaklarımızı ve vicdanlarımızı kapayamayız,” diyerek devletçilikten bir milim geri atmayan Emre Kongar,[9] Nilgün Cerrahoğlu,[10] Mustafa Balbay,[11] Taha Akyol,[12] vb’leri “entelektüel iyi polis”i oynarken; “Vatikan’ın ardından Avrupa Parlamentosu da 28 yıl aradan sonra bir kez daha soykırımı öngören kararı kabul etmeye hazırlanıyor. AKP, MHP, CHP milletvekillerinden oluşan bir heyet son dakikada Brüksel’e gitti. Karar geçerse Ankara, ‘Bizim için yok hükmünde’ diyecek,”[13] biçiminde formüle edilenler de “politik kötü polis”liğe soyunurlar…
Ancak ne, nasıl yapılmak istenirse istensin veya tarih egemen okunuşundaki üslup ne olursa olsun; “Bu bir soykırım değil. Soykırımdan da beter” vurgusuyla ekler Gürsel Göncü: “Bu bir tarihten-coğrafyadan silme girişimi. Bu sadece bir Teşkilât-ı Mahsusa operasyonu değil, dedelerimizin bizzat ya da dolaylı katıldığı bir toplumsal linç hadisesidir.”[14]
Evet, 1915’te başlayan tehcirlerin koşulları daha önce yapılanlardan çok farklıydı. İki ay içindeki uygulamalar sadece Ermenileri değil, Doğu Anadolu’daki tüm Hıristiyanları kapsayacak şekilde genişledi. Söz konusu tehcirler yeniden iskân olunarak düşünülemezdi. Çünkü belirlenen yerler yaşanabilecek koşulları taşımadığı gibi bu yerlere ulaşabilenlerin sayısı da azdı. Birçok kişi doğdukları ve yaşadıkları yerleşim birimleri içinde ya da dışında, hemen diğerleri yaya çıkarıldıkları yollarda ölmüş ya da öldürülmüştü. Öldürülenlerin çoğu erkekti. Kadınlar ve çocuklar güney çöllerine doğru sürülen kafilelerin en büyük bölümünü oluşturuyordu.
Bu kafilelere de sürekli saldırılıyor, kadınlar tecavüze uğruyor, çocuklar kaçırılıyordu. Vilayet görevlileri yola çıkarılanlara yiyecek, su ve barınak sağlamak için hiçbir tedbir almamışlardı. Buna karşılık üst düzey memurlar ve yerel siyasetçiler ölüm mangalarını harekete geçirmişlerdi. Bu gruplar tehcir edilenlerin mallarına el koyuyor, bir bölümünü dâhiliye nezaretine gönderirken, bir bölümünü zimmetlerine geçiriyorlardı. Mezalim şeklinde cereyan eden tehcirin bu hâli alması Almanları dahi rahatsız ediyordu.
Yapılan tehcirler nüfus mübadelesi değildi. İngiliz sosyal tarihçi David Gaunt’un belirttiği gibi bu tehcirlerin amacı özgül bir nüfusu tamamen özgül bir alandan çıkarmaktı. Hızla yapılması istendiğinden gözdağı, şiddet ve zulüm unsuru artıyordu. Yeniden iskân gibi bir amaç taşınmadığından tehcir edilen nüfusun nereye gittiği ya da fiziken yaşayıp yaşayamayacağı, yönetimi de orduyu da ilgilendirmiyordu. Ermenilerin sahip olduğu gelişmiş derecedeki kültür ve uygarlık onlara yapılan bu mezalimi dünyanın gözünde çok daha korkunç hâle getirmişti. Talat Paşa yanılgı içinde son noktayı şöyle koyuyordu; “Artık Ermeni sorunu diye bir şey yok.”
Buncasına karşın 1915’te ne olup da Ermeni nüfusunun bu topraklardan söküldüğünün adını koymaya sıra geldiğinde, sıklıkla “Bu işi tarihçilere bırakmak lazım” önerisi yükselir. Ama nedense buradaki tonlama, bilime duyulan güvenden çok minder güreşi davetini anımsatır. Sanki (o dönem literatürde zaten yer almayan, hatta karşılığını bulduğu için ilk kez buradan isimlendirilen) “soykırım” ancak bu kelimeyle, tek bir resmi belgede imzalı hâlde geçince ispatlanabilirmiş gibi bir eğilim mevcuttur. Bu yoksa “tarihi belgesi” eksik kalacaktır!
Ama siz “İster ‘soykırım’ deyin, ister ‘soysürgün’, ister katliam, Ermenilerin bu topraklarda varlığı sona erdirildi. Müslüman halk da bu esnada büyük kayıplar verdi, ama çoğu kendi yöneticilerinin onları sürüklediği savaş nedeni ile, dahası topyekûn kovulup yok edilen, mallarının üzerine oturulan Ermeniler oldu.”[15]
Yani sermaye Türkleştirildi!
Böylelikle de İttihat ve Terakki’nin 1915’lerde programlaştırdığı Türk milliyetçiliği ekonomi politiği, cumhuriyetle kalıcılaştı. “Tek dil, tek millet ve tek kimlik” zihniyeti gereği Türk kimliğini hâkim kılmak ve “öteki”ni tasfiye etmek politikası aynen icra edile geldi…
Yani İttihatçı hükümetin 1915’te temellendirdiği, milleten Türk ve dinen Sünnî Müslüman olmayanı demografik ve ekonomik yapıdan tasfiye etme politikası, Cumhuriyet’le kalıcı hâle getirildi. On binlerce evin, tarlanın, bahçenin, arsanın Müslüman-Türk’e transferi sağlandı. Bu mülkler yeni sahipleri adına tapulandırıldı. Böylece T.“C”, elindeki resmi tapu kaydını deldi.
İttihat ve Terakki mirasçısı T.“C” ağır basan özelliği her zaman milliyetçi yüzü oldu. Daha 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde “Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisadi siyaseti teşebbüs-ü şahsi (=özel teşebbüs) esasına dayanır” ilkesini benimseyerek, Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimi ile “devlet fideliğinde kapitalist yetiştirme”nin kapısı aralandı. Ardından İttihat Terakki’nin Anadolu’yu ve sermayesini Türkleştirme siyaseti benimsendi ve inkârcılık resmi devlet politikasına dönüştürüldü. 1938 Trakya’daki Yahudilere yönelik saldırılar, 6-7 Eylül’de, ardından 1964 ve 1974’te Rumların tasfiyesi aynı uğursuz sürecin halkalarıydı…
Bunlar böyleyken; hâlâ “Arşivleri açalım”, “1915 yılında olan ‘şey’in adını koymayı tarihçilere bırakalım,” denmesine gelince… Bunlar, “şey”in adını “Ermeni soykırımı” olarak koymak istemeyenlerin öne sürdüğü itirazlar. Tutum bazen bilinçli bir siyasi direnişten, bazen de o “şey”in temel özelliğini kavrayamamış olmaktan kaynaklanıyor.
Kim inkâr edebilir ki, 1915 yılında bir “şey” oldu! Bu kesin. “Çok sayıda” insanın yaşamına mal olan kötü bir şeydi bu da… Bu “şey”in, bir “özne” tarafından ne kadar örgütlü, planlı olarak yapıldığı tartışılabilir. İttihat ve Terakki “bir örgütten ziyade bir liderlikler, örgütler toplamıydı”, “büyük çaplı harekâtlar düzenleme yeteneğinden de yoksundu” iddialarını, Alman devletinin bu “şey” olurken Osmanlı askeri yapılarının içinde büyük, hatta kimi zaman belirleyici bir yeri olduğuna ilişkin saptamaları da göz önüne almak gerekir.
Bunlarla, daha çok sayıda benzer sorularla, belirsizliklerle o “şey”in adının konulması arasındaki ilişki çok zayıftır. Bu belirsizliklerin, soruların aşılması için arşivlere başvursak, cevapları bulmayı tarihçilere bıraksak sonunda karşımıza bir sürü yeni olgu, soru ve belirsizlik gelecektir. Ancak bir “adım” atarak “adını” koyacak kararı alma sorunu yine ortada kalacaktır. O adımı atarak o kararı o zaman alacak olanlar, bugünkünden daha avantajlı ve kolay bir “işle” karşı karşıya olmayacaklardır.
Çünkü o “şey”e adını koymak, bilgilerle değil bir “hakikât”le ilgilidir. Hakikât bilgiden farklı bir şeydir, var olan bilgi sistemi içine sığmaz, farklı önkoşullara sahiptir.
1915 yılında bir “şey” oldu. Bu “şey”, felsefi olarak tam anlamıyla bir “olay” kategorisine girer. Beklenmedik bir şeydir, ilk kez olmaktadır, büyük bir toplumsal sarsıntıya ilişkindir. O sarsıntıyla yok olanların izleri hâlâ olayın “yerinde” görülebilmektedir. Bu sarsıntı, içinde olup da hayatta kalanların yaşamlarını, öznelliklerini altüst etmiş, bu hakikâte daha sonra ulaşanların hayatlarını olmasa bile öznelliklerini altüst etmeye devam eden bir travma yaratmıştır.
Bu “olay” kendi hakikâtini, bu hakikâte sadakat ilan eden kendi insanını yaratmış, “Yahudi Soykırımı” yaşandıktan, evrensel bir tanım oluştuktan sonra da bu sadakat, geriye doğru “Hah işte bu! Benim adını koyamadığım bu büyük felaketi ancak bu tanımlar” diyerek bu “olayın” adını “soykırım” olarak koymuştur. Her olaydan sonra olduğu gibi, “adını koyanlar” bu ada sadakat beyan edenler, bunu evrenselleştirmek için mücadele etmeye başladılar. Kimliğini bu “olayın hakikâti” etrafında inşa eden kuşaklar yetişti. Bir başka grup da bu “olay” olmadı diyerek aksini savunmaya başladı. Bir üçüncü kesim de “bilinemezliklere” sığınmayı tercih etti, kararını erteledi.
Bu “hakikât” bugün Ermeni halkının/ ulusunun, kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu hakikâti tanımak Ermeni ulusunu/kimliğini tanımakla aynı anlama gelmektedir. Ermeniler vardır! Ermeni kimliğini tanımamak, gerçekliği inkâr ederek yaşamaya karar vermek anlamına gelecek patolojik bir duruma açılmaktadır.
1915’te olan “şeyin” adını koymak hakikâte ilişkin bir karar, ahlâki kaygılarla atılmış bir adımdır. 2015 yılında, bu adımın, bu kararın, arşivlerden çıkacak olgularla, tarihçilerin bulacakları bir belgeyle; adını koymanın ekonomik, siyasi, jeopolitik sonuçlarıyla ilgisi yoktur.
Ermeniler yalnızca insan haklarının soyut insanı olarak değil, esasen tarihsel, kültürel, siyasi, ekonomik bir varlık olarak vardır. Bu nedenle artık sayıları gittikçe artan bireyler, esas olarak ahlâki, devletler de jeopolitik kaygılarla Ermeni kimliğini tanıma, “olayın” hakikâtini kabul etme, olayın insanının koyduğu “soykırım” adını benimseme noktasına gelmektedir.[16]
Bir şey daha: Soykırım tartışması soyut bir tarih tartışması değildir. Somut sonuçları olan kanlı ve utanç verici sayfaların deşifrasyonudur. Soykırım, Türk milliyetçiliğinin zorunlu ve mantıkî sonucudur.
100. yılda, Ermeni Soykırımı’nın sermayenin Türkleştirilmesi olduğunun altını çizip, Türk milliyetçiliğinin marifetlerini deşifre edemedik!
Ermenistan Diaspora Bakanı Hranush Hakopyan’ın altını çizdiği üzere:
“Sadece 1895-1896 yılları arasında Sultan Hamid yönetimi 300 bin Ermeni’yi öldürdü. Bu süre içinde yaklaşık 100 bin Ermeni Rusya’ya, 200 bin Ermeni de ABD ve Avrupa’ya göç etti,” vurgusuyla Hakopyan; 1915-1923 tarihleri arasında 1.5 milyon Ermeni’nin tehcire zorlandığını, öldürüldüğü ve 1918-1921 tarihleri arasında 77 bin Ermeni çocuğun yetim kaldığını ifade ederek ekliyor:
“Soykırım’da 1.5 milyon kadın, erkek, yaşlı ve çocuk öldürüldü. 66 şehirde 2500 köydeki Ermeni malları yağmalandı ve yok edildi. Paris Barış Konferansı’nın verilerine göre 19 milyon 130 bin 982 Frank, yani bugünün parasıyla 3 Trilyon dolarlık zarar yaratıldı”![17]
ADANA’DAN 1915’E SOYKIRIM: YAĞMA, YIKIM, KATLİAM
Öncesi de var; ancak 1915’in işaret fişeği 1909 Adana’sı oldu!
Adana’nın 550 binden biraz fazla olan nüfusunun 60 bin kadarı Ermeni, 25 bini Arap, 10-15 bini Rum, 450 bin kadarı da Türk’tü. Ancak bu kesimler arasında en zengini pamuk tarımı ve ticareti elinde tutan Ermenilerdi. Adana’da Ermeni nüfus yoğun olmasına karşın II. Abdülhamid tarafından kurulan Hamidiye Alayları’nın 1894-1896 dönemindeki Ermeni nüfusa yönelik kanlı saldırıları bu bölgeye ulaşmamıştı.
1908’de Abdülhamit’in devrilmesi ve Meşrutiyet’in ilanıyla gelen “eşitlik ve özgürlük” bir yanıyla coşku ve sevinç bir yanıyla da memnuniyetsizlik kaynağıydı. Türkler egemenliklerini yitirmekten dertliydi. Ermeniler ise ayrımcılığın sürmesinden şikâyet ediyor, daha fazla hak istiyordu.
13 Nisan’da, 1908 Devrimi’yle iktidara gelen İttihat Terakki’yi devirmek isteyen İslâmcı, saltanatçı, liberal çevreler İstanbul’da “31 Mart Ayaklanması”nı başlattı. Aynı gün Adana’da iki Ermeni gencin öldürülmesiyle Ermenilerle Müslümanlar arasında çatışmalar başladı.
Adana’da olaylar patlak verdiğinde Müslümanların dükkânlarına zarar gelmemesi için tebeşirle işaretlenmiş, hükümet yetkilileri dahil bütün Müslümanlar fes yerine sarık giymiş, Payas Hapishanesi’nden üç bin tutuklu silahlandırılarak salıverilmişti. Bu nedenle Ermeniler olayların planlı ve kasıtlı olduğunu savundu. Türklere göre ise olaylar Kilikya Ermeni Krallığı’nı diriltmek isteyen Ermenilerin kışkırtmasıydı.
Ayşe Hür’ün ifadesiyle, “Ermeniler, 31 Mart Olayı’nı bastırmak üzere Selanik’ten gelen Hareket Ordusu olaylara müdahale edecek diye ikna edilerek ellerindeki silahları yerel yöneticilere teslim ettikten sonra katliam şiddetlenmiş, 23 Nisan 1909 günü Hareket Ordusu’nun bir bölüğü şehre girdiğinde ise ortalık kan gölüne dönmüştü. Şiddet olayları buna rağmen durmadı. Sadece Adana’da değil Misis, İncirlik, Ceyhan, Osmaniye, Tarsus, Kozan kazalarında da sürdü. 25 Nisan’da Adana’da bazı Ermeni gençlerinin askerî kışlaya silahlı saldırıda bulunması üzerine Adana’da yeni bir alevlenme yaşandı. Ardından kan gövdeyi götürdü.”
Adana’da 2 bine yakın Türk (bu sayıda bütün Müslüman unsurlar Türk diye anıldığı için Kürtler de dahil olabilir), 20-30 bin civarında da Ermeni öldürüldü. Ermeni mahalleleri yerle bir edildi. Ermenilerin Abdülhamid karşısında müttefik saydıkları İttihat ve Terakki’nin temel amacı devleti sağlama almaktan başka bir şey değildi. 1909’daki bu işaret karşısında İttihatçılarla bir kez daha uzlaşmanın yollarını arayan Ermenileri 1915 faciası, katliamı bekleyecekti.[18]
Adana’nın ardından savaşın arifesinde İttihat ve Terakki yönetimi, Yunanistan’a nüfus mübadelesi teklifinde bulundu, ama cevabını bile beklemeden “etnik temizlik” hareketine girişti. Teşkilât-ı Mahsusa elemanları, Rum köylerini basarak gençleri angarya işi yapan Amele Taburları’nda topladılar ve birçoğunun da ölümüne sebep oldular. 1914 yılında 100 binden fazla Rum’un Yunanistan’a sığındığı sanılmaktadır. Sonraki yıllardaysa askerî bahanelerle Anadolu’nun birçok kentindeki Rumlar mallarını mülklerini alamadan sürüldüler. Büyük işkence ve kayıplara maruz bırakıldılar.
Asıl “etnik temizlik” Enver Paşa, Sadrazam Sait Halim Paşa ve Sultan V. Mehmet Reşat imzasıyla çıkarılan 27 Mayıs 1915 tarihli kötü ünlü Tehcir Kanunu’nun, savaş bölgesindeki bütün Ermenilerin Suriye çöllerine yerleştirilmesini öngörmesi ile başladı. İttihatçılar eliyle yukarıdan örgütlenen bu soykırım girişiminde[19] Osmanlı yurttaşı 600.000 ile 800.000 arasında Ermeni’nin hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir.[20]
Hâlen tartışma konusu olan bu rakamların daha altta ya da üstte olması, çoluk çocuk demeden askerler ve özel görevlilerce öldürülen, kimi açlıktan ve hastalıktan yollarda kırılan böyle bir insanlık trajedisinin esasını değiştirmezken; Eric J. Hobsbawm da bu konuda şunları söylüyordu: “Kitle hâlinde kovma, hattâ jenosid ilk kez I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa’nın güney ucunda, Türklerin 1915’te Ermenileri kitle hâlinde yok etmeye koyulmaları ve 1912 Yunan-Türk Savaşı’ndan sonra, 1.3-1.5 milyon Rum’un Homeros devrinden beri yaşadıkları Küçük Asya’dan kovulmalarıyla görünmeye başlamıştı.”[21]
Bu bir soykırımdı!
Ancak “Soykırım” dendi mi ortalama bir Türkiyeli’nin tahayyül dünyasında bir tek Nazilerin yaptığı soykırım (Holokost) anlaşılıyor. İşin içinde ayrıntılı bir ırkçı ideoloji, sistematik bir devlet aygıtı, makine gibi çalışan kamplarda imha edilmiş tamamen masum ve çaresiz halklar veya halk kesimleri olması gerektiği düşünülüyor. Holokost, en çok işlenen, lafı edilen, filmi çekilen soykırım olduğu için bu bir dereceye kadar anlaşılır bir durum. Aynı zamanda Holokost, bütün şeytaniliği ortaya konarak net bir şekilde lanetlenmiş neredeyse tek soykırım. Dolayısıyla “1915 de soykırımdır” dendiğinde, ilk reflekslerden biri “biz Naziler kadar kötü değiliz/ olamayız” oluyor. Zira Naziler tescilli lanetli, şeytani kötülük timsali olarak kodlanmış durumda. 1915’in de bir soykırım olma ihtimali, ortalama Türkiyeli için Nazilerle aynı kutuya konmak anlamına geliyor. “Tiksinç bir haksızlık” olarak algılanıyor.
Oysa 1951’de kabul edilen BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ndeki soykırım tanımı epey geniş ve esnek; 1915’in bu tanıma göre soykırım sayılmaması mümkün değil. Bu tanım çerçevesinde dünyada yüzlerce soykırım suçu işlendiği düşünülüyor ve bu soykırımların illa Holokost’un bütün özelliklerini barındırmaları hiç gerekmiyor.
BM’nin soykırım suç tanımı 1951 tarihli olduğu için, bu tarihten önce işlenen bu tür suçların hukuken soykırım olarak yargılanması mümkün görünmüyor (Holokost da soykırım olarak yargılanmamıştı); ama mecburen sert/ katı standartları olan hukuk alanının dışına çıktığımızda, 1951’den önce vuku bulmuş olaylar da – eğer BM tanımına uygunsa – tarihsel, politik ve psikolojik açıdan soykırım olarak değerlendiriliyor.
Evet, bu bir soykırımcı yağmadır![22]
Örneğin 1915 24 Nisanı’ndan önce bu topraklarda Osmanlı nüfus kayıtlarını esas alırsak 1milyon 290 bin, Ermeni kilisesinin vergi kayıtlarına bakarsak 1milyon 914 bin, Britannica Ansiklopedisi’ne göre 1.750.000 Ermeni yaşıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk nüfus sayımının yapıldığı 1927’de bu topraklarda yaşayan Ermeni sayısı “100 bin civarında” diye açıklandı. Bugün hemen hepsi İstanbul’da yaşayan 60 bin dolayında Ermeni yurttaş var.
Şimdi soralım: Bu toprakların en kadim halklarından Ermeniler 1915’te vardı, bugün yoklar. Ne oldu onlara?
Ayrıca geçen yüzyılın başlarında (yani 1915’lerde) Anadolu’da zenaat erbabı olarak Ermeniler açık ara ile öndeydiler. O kadar ki Falih Rıfkı Atay, ‘Çankaya’ başlıklı yapıtında Kurtuluş Savaşı sırasında Trabzon Limanı’nda biriken cephane ve silahların cepheye sevk edilememesini “Kağnı ve araba tekerleği yapacak Ermeni ustalar kalmadığından…” diye açıklıyor.
Şimdi soralım: Peki, Ermeniler bu topraklarda yok edildikten sonra atölyeleri, işlikleri, küçük çaplı fabrikaları, tarlaları, evleri, konakları, değirmenleri ne oldu? Kime kaldı? Yağmalanmadığı, devlet denetiminde uygun kişilere ve ailelere dağıtıldığı biliniyor. Ama o kişilerin, ailelerin kimler olduğu bir devlet sırrı. Açıldı denen arşivlerde nedense bu sorunun cevabını verebilecek belgeler yer almıyor.
Peki kabul, soykırım filan değildi. Peki kabul, büyük felaket de değildi. Peki, kabul Türkler Ermenileri değil, Ermeniler Türkleri öldürdü.
Ancak 1915’te bir milyonu aşkın Ermeni vardı, şimdi yok. Ne oldu onlara?
Peki, diyelim Ermeniler öldürülmedi güle oynaya Suriye’nin Deyr-i Zor çölüne gittiler. Peki, onların mülkleri, tarlaları, evleri, konakları, değirmenleri, atölyeleri ne oldu? Kimlere verildi?[23]
Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere: Mülkiyet gaspı Ermeni soykırımının doğrudan bir parçasıdır. Ermenilerin hem bireysel hem de toplu olarak mülksüzleştirilmelerini ve sahip oldukları varlıkların dağıtımını içeren mülkiyet gaspı, doğrudan Ermeniliğin imhası ile ilişkilidir. Bu bağlamda, on binlerce ev, tarla, bahçe gibi taşınmaza ve sabundan basmalık kumaşa çeşitli taşınır mala devletin çizdiği mülksüzleştirme ve dağıtım çerçevesi kapsamında el konulması öngörülmüştür. Kilise, manastır, okul gibi Ermeni kimliğinin kamusal alandaki simgelerine de soykırımsal ekonomik şiddet çerçevesinde kimi yerlerde devlet, kimi yerlerde yerel aktörler tarafından el konulmuştur. Toplumsal ve tarihsel anlamlarından arındırılan bu mekânlar devlet tarafından hapishane ya da karakol gibi yapılara dönüştürülmüş, yerel aktörler tarafından gasp edilenlerse gasp edenlerin şahsi çıkar ve arzuları doğrultusunda kullanılmıştır.
Osmanlı hükümeti, 30 Mayıs 1915 tarihli tehcire dair kabine kararından itibaren Ermeni mülklerinin idaresi ve dağıtımına yönelik ‘yasal’ kararlar almış ve emirler vermiştir…
Türkleştirme/ Müslümanlaştırma politikasına ek olarak, Ermeni malları İttihatçıların 1913 yılından itibaren çerçevesini çizdikleri ve uygulamaya koydukları, gayrimüslimlerin ekonomik alandan tasfiyesini öngören ekonominin millileştirilmesi siyaseti için de kullanılmıştır. Bu kapsamda, Ermenilere ait üretim araçları, imalathaneler ve fabrikalar devlet tarafından Türk/Müslüman girişimcilere dağıtılmıştır. Bir başka deyişle, oluşmaya başlayan Türk burjuvazisi için Ermeni malları “ilk sermaye” işlevi görmüştür…
Ermeni mallarının bölüşümü, şiddetin uygulayıcıları ve örgütleyicilerinin işbirliklerinin sağlanmasının ötesinde, soykırım politikalarının sıradan insanlar nezdinde meşrulaştırılmasında ve halkın sürece ilişkin tutumunun etkilenmesinde de belirleyici olmuştur. Emval-i metruke komisyonlarınca çeşitli merkezlerde taşınır mal ve hayvanların dağıtımı için kurulan müzayedeler geniş halk kitlelerinin el konan Ermeni mallarının paylaşımına katılmalarına olanak vermiş ve yoğun ilgi görmüştür. Fiziksel şiddete doğrudan katılmasalar da ekonomik şiddetin bu en sıradan biçimine katılmaktan imtina etmeyen binlerce insan soykırım sürecinden devlete yakınlıklarının ve yereldeki konumlarının elverdiği ölçüde ekonomik kazanç sağlamışlardır.
Ermeni mallarının gaspı ve paylaşımı soykırım politikasının yürütülmesi açısından devletin şiddet mekanizmasını işletebilmesini, fiziksel şiddete katılan aktörlerin katılımının devamlılığını sağlamasını ve farklı halk kesimlerinin rızasını almasını kolaylaştırmıştır.
Bir kere daha altını özenle çizelim: Tehcirin ekonomik boyutu göz ardı edilemez!
Savaşın ikinci yılında Osmanlı devleti ve İT rejimi iflas noktasındadır. Devletin toplam bütçe geliri 1913’te 33 ve 1914’te 36 milyon sterlindi. 1915 ve sonrasında sağlıklı bir bütçe yapılamadı, ancak kamu gelirlerinin sıfıra düştüğünü varsayabiliriz. Açık piyasada borçlanma imkânı kalmamış, ancak Almanya’dan 110 milyon sterlin dolayında askeri kredi alınmıştır. Fikir vermek için belirtelim: Savaşın son yılında İngiltere’nin savunma bütçesi 2.4 milyar sterlin, Almanya’nınki 1.6 milyar sterlin idi.
1913-1923 arasında ülke nüfusunun yaklaşık bir çeyreğinin tehcir veya imha edildiğini biliyoruz. Ekonomik açıdan daha etkin olan bu zümrenin, ulusal servetin yüzde 25’ten fazla bir payına sahip olduğunu varsayabiliriz. Demek ki ulusal servetin belki üçte birine ulaşan bir değer bu süreçte el değiştirmiştir. Terk edilen varlıkların bir bölümünün ziyan olduğu düşünülse bile, ortada devasa bir servet transferi vardı![24]
Ayrıca soykırım bir yıkımdır…
İşte birkaç veri:
i) 1901 yılında Muş’un Vardenis köyünde doğan Şoğer Abrahami Tonoyan o günü şöyle anlatıyor: “Bizim köyü yağmaya geldiler; koyunları, mandaları ve malları alıp götürdüler. Güzel olanları götürdüler. Halamın bir oğlu vardı; o gece gündüz benim yanımdaydı; onu da götürdüler. Erkek kalmadı. Küçük büyük herkesi toplayıp Avzut Köyü’nün ahırlarına doldurdular; onları ateşe verip diri diri yaktılar.”
Bölgedeki nüfusun büyük bölümünün ahırlarda öldürüldüğünü anlatan Tonoyan, yaşananları büyük bir felaket olarak tanımlıyordu: “Gerçek bir Sodom-Gomora durumuydu. Yanan insanlar koşuşturup, duvarlara çarpıyorlardı; yere düşen kendi çocuklarını kendi ayakları altında çiğniyorlardı… Keşke ben ve küçük kardeşim de yanan 60 kişi gibi yansaydık da o imansız insanların acımasız ve Allahsız kanunu görmeseydik!”…
1883’te Muş’un Mıkragom köyünde doğan Noyemzar Melkoni Muradyan içinse 1915 yılının Vartavar’ı eşi Danyel’in öldürüldüğü gündü: “Muş Ovası’ndaki katliam tam da o gün başladı. Vardavar Pazarı’ydı… Ben çocuklarımı alıp samanlığımıza girdim; biraz orada kaldım ama dama çıktım ki, ne göreyim! Köyümüzün en uç kısmındaki evlerden ateş ve dumanlar yükseliyor, gökyüzünü kaplıyordu. Küçük kızım henüz kucak çocuğuydu. Avisar, Grigor, Sose, Kyaram ve Satik isimli beş çocuğum vardı. Ne yapacağımızı şaşırdım. Sonra dışarı çıkıp kaçmak üzere dikkatle yola çıktık.”
Fazla uzaklaşamadan yakalanan Muradyan bir samanlığa götürülüyordu. Komşu kadınların da aynı samanlığa götürüldüğünü gören Noyemzar Melkoni Muradyan küçük bir delikten çocuklarıyla kaçmayı başarsa da herkes onun kadar “şanslı” değildi. Samanlık ateşe verilmişti: “Hepsi feryat ediyordu, ateşten çatırtı sesleri çıkıyordu. O neydi öyle… O günü unutamam…”
1886’da Sasun’da doğan Yeğyazar Karapetyan’ın anlatısıysa bölgedeki Ermenilerin gözünde Vartavar Bayramı’nda yaşanan acının etkisini ortaya koyuyordu: “28 Nisan günü Vardavar dini yortusunun Pazar günüydü; Ermeni Ulusu’nun mutlu bayramı; fakat ne yazık ki o gün Muş Ovası’ndaki Ermeniler için “mardavar” (insan yakma) gününe dönüştü. Pazar gecesi ve onu takip eden gece Muş Ovası’nın köylerindeki masum ve silahsız kadın ve çocuklar yok edildiler”![25]
ii) Yamacın içerisine dikilmiş, harap hâldeki taş manastır, korkunç bir geçmişin terk edilmiş ve perişan bir anıtı gibi duruyor. Bu dağ köyünün öbür ucundaki çürümekte olan kilise de öyle. Daha da ileride, yerde açılmış derin bir yarık var; o kadar derin ki, içine bakan karanlıktan başka bir şey göremiyor. Yüz yıl önce, sayısız Ermeni, geçmişinin getirdiği bir rahatsız ediciliği olan bu deliğe atılarak ölümlerine terk edilmiş.
78 yaşındaki Vahit Şahin, köyün merkezindeki kahvede oturup, nesilden nesle aktarılan hikâyeleri anlatıyor: “Hepsini, tüm erkekleri o çukura attılar.”
Şahin, sandalyesinde dönüyor ve manastırın olduğu yöne işaret ediyor: “O taraf Ermeni’ydi.” Bu kez diğer tarafa dönüyor: “Bu tarafsa Müslüman. İki taraf başta epey iyi anlaşıyordu”![26]
iii) Erzincan ile Eğin’i (Kemaliye) birbirine bağlar bu köprüdür… Eğin’de büyük bir Ermeni nüfusu bulunmaktadır. Eğin 1915’te patlamaya hazır barut fıçısı gibidir. Huzurlu ve barış içinde yaşanan şehirde büyük sermaye sahibi olan Ermenilere müthiş bir kin beslenmektedir gizliden gizliye. Fışkıracak bir su gibi kendine bir ark arayan kin istediği fırsatı 1915’te bulur. Kara gün geldiğinde herkes kinini kusmaya başlar. Evler, dükkânlar yağmalanır, sokaklarda güpegündüz cinayetler işlenir. Yaklaşmakta olan felaketin ayak sesleridir bunlar. Sürgün kafileleri oluşturulup Ermeniler ölüm yolculuğuna çıkartıldığında ise her şey serbesttir artık. Kafile yağmalandıktan, genç kızlar seçilip alındıktan sonra Şırzı Köprüsüne sürerler insanları…
Şırzı Köprüsü iki insanın yan yana yürümesine imkân vermeyen dar bir köprüdür o vakit. Eğinli Altın Diş İsmail nam ile bilinen katil iki metre boyu ve köprüyü tamamen kapatan gövdesiyle köprünün sonuna geçer. Eğinli milisler kafiledekileri tek sıra köprüye sürerler. Altın Diş İsmail tek sıra ilerleyen kurbanları teker teker kavrar, dizinin üzerinde bellerini kırıp suya atar. Ölüme akan bir insan selidir kurbanlar. Beli kırılan insanlarla dolar Fırat. Feryatlar, bağırışlar… Beli kırılan insan ölmez fakat hareket edemez, yüzemez… Ağır ağır ve dayanılmaz acılarla gelen bir ölümdür onların ki… Kırılan kemiklerin sesi vadide yankılanır durur. O köprüde Altın Diş İsmail kaç cinayet işledi kimse bilmez… O köprüden aşağı atılan hiç kimse kurtulmaz fakat milislerden bazılarının vicdanı taşıyamaz onca yükü. Anlatır dururlar kuşaklar boyu. Bir de türkü yakarlar Altın Diş İsmail’in ardından… “Kalmaya kalmaya, ahım kalmaya/ Altın Diş İsmail murat almaya…”[27]
iv) Antep’te Ermeni soykırımında katledilen veya yurtlarından edilen Ermenilere ait evler yıkılıp, yerlerine oteller dikiliyor. Antep’in en eski mahallelerinden olan ve zamanında Ermenilerin yaşadığı Bey Mahallesi, artık neredeyse ticari bir pazar hâline gelmiş durumda. Ermeni evleri ya cafe ya bar ya da yıkılıp otel yapılıyor![28]
v) İstanbul’un simge yapılardan biri olan Dolmabahçe Sarayı’nın mimarı Garabet Balyan’ın kayıp olan mezar taşı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Kartal’da kullandığı bir şantiyede ortaya çıktı. Bilindiği gibi, İstanbul’daki pek çok önemli yapı, Balyan Ailesi’ne mensup mimarların eseri…
‘Agos’ gazetesinden Uygar Gültekin’in haberine göre, İBB’nin uzun yıllardır kullandığı şantiye alanındaki binalarının yıkılmasıyla, binaların arasında kalmış mezar taşı ortaya çıktı. Balyan’ın mezar taşının yanı sıra, üzerindeki Ermenice yazılar tam olarak okunamayan başka mezar taşları ve kitabeleri de bulundu. Yıllardır kayıp olan Balyan’ın mezar taşının İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kullandığı şantiye alanına nasıl geldiği ve mezar taşlarını korumaya yönelik tedbirlerin neden alınmadığı soruları ise hâlâ yanıtsız![29]
100. yılda Adana’dan 1915’e uzanan yağma, yıkım, katliamı sokaktaki insanlara yeterince anlatamadık!
ÖTEKİ TÜRKLER
Adana’dan 1915’e uzanan soykırım; yağma, yıkım, katliamın acı ve utancında somutlanırken; madalyonu öteki yüzünde de öteki Türkler vardı.
Ankara Valisi Mazhar Bey, Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali (Ozansoy), Kastamonu Valisi Reşat Bey, Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey, Erzurum Valisi Tahsin Bey ve Konya Valisi Celal Bey bunlar arasındaydılar. Aynı direnci gösteren bir sürü de kaymakam çıkmıştı.
Örneğin Konya Valisi Celal Bey, kendisine “milli mefkûre”den söz eden İttihatçı liderlere “Hangi milli mefkûre?” diye haykırmıştı; “Türkler ve Müslümanlar, bu cinayetlerden dolayı kan ağlıyor, fakat engellemek için çare bulamıyorlardı. Böyle zulümlere milli mefkûre demek, millet için en büyük iftira ve hakarettir.”
Aynı Celal Bey, 1919’da ‘Vakit’ gazetesinde yayımlanan anılarında tehciri yorumlarken, “Bir çeteci her şeyi yapabilir; diyordu; çünkü çetecidir. Hükümet ise sadece kabahat sahibi olanları takip eder. Fakat teessüf olunur ki, o zamanın hükümet büyükleri komitacılık ruhunu asla kaybetmemiş olduklarından, bu tehciri en cüretkâr ve hunhar çetecilerin de yapamayacağı bir tarzda tatbik ettiler.”
Ve yine Celal Bey, Rusların Sakarya havzasına asker çıkaracağını; Ermenilerin de bunlara yardım edeceğini ileri süren İttihatçı tezlere de şu yanıtı vermişti: “Acaba Bursa ve Edirne’de ve Tekfurdağı’ndaki (Tekirdağ) Ermeniler niçin çıkarıldı? Buralar da Sakarya havzasına mı dahildi? Halep’te vilayetin genel nüfusunun yirmide biri derecesinde bile olmayan Ermenilerden ne istendi? (…) Ermenileri Zor’a sevk edin diye emir veren hükümet, bu bîçarelerin oralarda Arap göçebe kabileleri arasında meskensiz, gıdasız nasıl barınabileceklerini düşündü mü? Ve Ermeniler gibi asırlardan beri yerleşmiş bir hayat süren bir kavmi, ağaçtan, sudan ve her türlü inşaat malzemesinden mahrum olan Zor çöllerine sevk etmekte maksat neydi? Maalesef, meseleyi inkâr ve çarpıtmaya imkân yok. Maksat imhaydı ve imha edildiler.”[30]
1915 cehenneminde Ermenileri korumak için İttihat Terakki yönetimine karşı çıkmaya cesaret edenlerden biri de, “Başkasını tayin edin, emirleri o uygulasın!” diyen Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali Ozansoy’du…
Faik Ali Bey, mutasarrıf olarak görev yaptığı 1915’in Ocak ayından 1916’nın Mart ayına kadar Kütahya’dan tek bir Ermeni tehcir edilmez. Faik Ali, Ermeni çocuklarının eğitimine devam etmesi için yeni bir okul açılmasına destek olur, Ermeniler tarafından yerel yetkililerin gözüne girmek için Kızılay’a yapılan bağışlar kendi teşebbüsüyle fakir Ermenilere dağıtılır, korkudan din değiştirmek isteyenlere kendisi engel olur ve çevre vilayetlerden Kütahya’ya sığınan Ermenilere yer ve yiyecek yardımı yapar.
31 Ekim 1918 tarihinde Kütahyalı A. Torosyan, ‘Jamanak’ gazetesine gönderdiği bir mektupta Faik Ali Bey hakkında şöyle yazmaktadır:
“Bütün Kütahya Ermenileri ve bölgedeki diğer bütün Ermeni muhacirler, her zaman saygı ve minnetle anacaklardır Faik Ali Bey ismini. Tehcir yolundaki Ermeniler yorgun bedenlerini dinlendirebilecek, dağılmış ruhlarını toparlayabilecek bazı vahalara rastladılar. Kütahya, Faik Ali Bey sayesinde işte o vahalardan biri oldu. O din, ırk, yaş ayrımı gözetmeksizin eşit bir şekilde herkese aynı sevgi, hassasiyet ve hizmeti gösterdi. Hiçbir karşılık istemeden, sadece vicdanının sesini dinledi. ‘Teşekkürünüzü sadece dua ederek gösteriniz. Benim için dua ediniz.’ Ne zaman minnettimizi göstermek istediysek işte bize böyle cevap verirdi, biz de susar kalırdık. Faik Ali Bey insani görevini yerine getirdiğine inanıyordu. Bu yücelik gerçekten de Türk’e saygınlık getirir: ‘Sadece bir dua’. İşte Faik Ali Bey’in tek isteği… Temiz, saf bir şahsiyetin doğal bir isteği.”
Bu mektuptan kısa bir süre sonra Kütahya Ermenileri, hayatlarını borçlu oldukları Faik Ali Bey’in anısına Kütahya Ermeni kilisesinin avlusuna bir “şükran kitabesi” koyar. Bu “şükran kitabesi”nde, “Ermeni halkını ıstırap dolu günlerinde koruyup kollayan ve insani bir tutum sergileyen mutasarrıf Faik Ali Bey anısına” diye yazılır.[31]
Ayrıca 10 Haziran 1915’te ’Ermeniler’e Ait Mülk ve Arazilere Dair Tedbirler’i de kararname tartışmalarında, İttihat Terakki’nin kurucuları arasında yer alan Ayan Meclisi üyesi (senatör) Ahmet Rıza Bey, söz alıp, Meclis’e şöyle seslenir:
“Beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı mülkümü de sonra sat, bu hiçbir vakitte caiz değildir. Bunu ne Osmanlı vicdanı kabul eder ne de kanun!”[32]
Nihayet Halep doğumlu Kürt bir Osmanlı subayı olan Cemil Könne, 1915’te görev yaptığı Birecik’te yüzlerce Ermeni sürgününü tersanesine işçi, usta olarak kaydederek, ölümden kurtardı.
1915 Ermeni Tehciri ve soykırımı sırasında Ermenileri koruyan, kollayan ve evlerinde neredeyse tehcir bitene kadar hayatını tehlikeye atarak saklayan Müslüman Kürtler, Araplar ve Türkler oldu. Bu kişiler İttihat ve Terakki idaresinin “evlerinde Ermeni saklayan tespit edilirse idam cezasıyla hüküm giyeceklerdir” emrini hiçe sayarak, kendi yaşamları pahasına Ermenileri saklamaya devam ettiler. Bu aslında bir anlamda Müslümanların, İttihat ve Terakki’nin aldığı kararlara ve imha politikasına göstermiş oldukları bir direnişti!
“Katliamdan kurtulan bir anne-babanın çocuğuyum. Ailemi Hacı Halil adlı komşuları saklamış,” diyen Toronto’dan George Shirinian (Şirinyan), 1915’te bu “saklamanın” ne anlama geldiğini şöyle anlatır: “Evinde Ermeni saklayanlar evlerinin önünde asılacaklar, evleri de yakılacaktır! Resmi görevliler, azledileceklerdir. Böyle talimatlar yayınlanmıştı. Buna rağmen Türkler komşusu olan bazı Ermenileri evlerinde sakladılar.”
Şirinyan şu örnekleri de verdi: “Rakha kaymakamı Tehcir kararını uygulamayacağını belirtti, görevden alındı. İttihat ve Terakki yerel yöneticisi Ahmet Rıza ve Şeyhülislâm Hayri Bey idam edildiler!”
Adana Kozanlı bir Ermeni Aile’nin üyesi olan İshkhan Chiftjian da büyük dedesi Garabet Farajian Chiftjian, onun kardeşi Ahbar ve ailesini evinde saklayan Kozan Müftüsü Hafız Osman’dan şöyle söz eder: “Büyük dedem Kozan’dan ayrılma tarihini bir gün aksatmış. Herkes 1 Haziran günü gitmiş. Bizimkiler 2 Haziran günü bir bakmışlar ki, mahallede hiç Ermeni kalmamış.”
Kozan Müftüsü Hafız Osman onları evine alıyor. Ama bu durum öğreniliyor. Silahlı 300 kişi “Gâvurları bize ver,” diye kapıya dayanıyor. Hafız Osman öfkeli kitlenin karşısına çıkıyor ve diyor ki:
“Onların namusu benim namusumdur. Onların canı benim canımdır! Malımı istiyorsanız hepsini alın, sizin olsun. Ama komşularımı size vermem!”[33]
100. yılda öteki Türkleri yeterince anlatamadık!
ERMENİLERİN BUGÜNÜ=HRANT+KAMP ARMEN
“Soykırımın 100. yılında soykırım devam ediyor”ken;[34] bu hâli en iyi, ‘İpek Tuzcuoğlu ile Yüzleşme’ programında, dedesinin Çanakkale Savaşı’nda şehit olduğunun altını çizip, “Gayrimüslimden şehit olmaz dediler. Ne mantıksızlık,” diyen Fedon’un saptaması resmeder![35]
Gerçekten TCK 301’in Türkiye’sinde Ermeni (ya da Kürt, Arap, Yunan, Laz vd’leri) olmak ister misiniz?!
“Neden” mi?
Bilmiyor olamazsınız: TCK’nın 216. Maddesi “halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek” suçudur.
Mesela… Kars Ülkü Ocakları’nın “Ne yapalım, sokaklarda Ermeni avına mı çıkalım” sözünden daha tipik bir “halkı kin ve düşmanlığa sevk etme cümlesi” bu olabilir mi?
Nasıl oluyorsa, hukuk sisteminin gözleri kör, kulakları sağır oluyor bu tür nefret söylemleri karşısında!
Alın size başka bir tipik nefret söylemi daha: Adana’nın MHP’li belediye başkanı, Ermeni kökenli milletvekillerinin TBMM’ye girmesini kastederek, “Manukyan’ın Adana’daki yeğeni mutludur. Üç teyze çocuğu daha Meclis’e girdi,” diyerek tweet atıyor![36]
Melih Gökçek Almanya Yeşiller Partisi’nin Türk kökenli Milletvekili Cem Özdemir’i hedef alan bir tweet atıyor. Ona, “Senin kökenin Ermeni mi” diye soruyor.
Bunun üzerine Hayko Bağdat, #melihgökçekermeniymiş hashtag’i ile bir tweet atıyor ve “Başkenti resmen Ermeni’ye vermişler, yazıklar olsun” diye yazıyor. Yani, küçük bir ayna tutuyor Melih Gökçek’in yüzüne, Cem Özdemir’e sorduğu sorunun ne anlama geldiğini anıştırıyor.
Sonrası ancak Türkiye’de olabilir. Gökçek’in dava dilekçesinde, “Ermeni tiksinti veren anlamında kullanılan bir kelimedir, kendisi hakkında bu ibare kullanılarak kişilik hakları zedelenmiş, kendisine oy verenlere saygısızlık yapılmıştır,” deniyor![37]
Ve Angela Davis’in, “Hrant Dink sömürgecilik, soykırım ve ırkçılığa karşı yürütülen mücadelenin güçlü bir simgesi olmaya devam ediyor. Hrant Dink eşitlik, barış ve adalet hayalini ortadan kaldırabileceğini düşünmüş olan kişiler zannediyorum artık farkındalar: Sayısız Hrant Dink yarattılar aslında,”[38] diye betimlediği katliamı ve davasını düşünün![39]
Sonra da Batman Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nde görevli iken Prof. Dr. Baskın Oran’a, üzerinde Türk İntikam Tugayı (TİT) yazılı e-posta göndererek, “tehdit ve hakarette bulunduğu” iddiasıyla yargılanan eski polis memuru Alper Alptuğ’a beraat kararı verdiğini[40] hatırlayın!
Bu kadar da değil; Sevag Balıkçı, Batman Gümüşgörü Jandarma Karakolu’nda askerlik yaparken er Kıvanç Ağaoğlu tarafından vuruldu. Üstelik de 96 yıl sonra ilk defa 24 Nisan Anması ve paskalya bayramının aynı güne denk geldiği bir tarihte; 24 Nisan 2011’de!
“Ülkemden utanmak istemiyorum” diyordu kendisiyle yapılan her söyleşide annesi Ani Balıkçı. Ülkesinden utanmaması için istediği tek şey; oğlunun katilinin adil yargılanmasıydı. Mahkeme olaya “kaza” deyip Ağaoğlu’na 4 yıl 5 ay 10 gün ceza verdi. Ani ve Garbis Balıkçı hâlâ adalet arayışında.
Garbis Balıkçı, “Normalde adalet yok da Ermeniye hiç yok, daha doğrusu ötekiye” diyordu![41]
Er Sevak Şahin Balıkçı cinayetini annesi Ani ve babası Garbis Balıkçı çifti, oğullarının Ermeni kökenli olduğu için soykırım günü olarak anılan 24 Nisan’da öldürüldüğünü belirtip, katile ‘taksirle cinayet’ suçundan verilen dört yıl beş aylık ceza için de “Öteki olduğumuzu anladım. Biz vatandaş sayılmıyoruz,” diyordu annesi![42]
Sevag’ın 24 Nisan 1915’te gerçekleşen Ermeni Soykırımı ile aynı gün öldürülmesinin tesadüf olmadığını söyleyen kardeşi Lerna Özder de, “Biz bu ülkede eşit olduğumuzu sanıyorduk. Ancak kardeşimin öldürülmesi, dava süreci ve arkasından gelen cezasızlık, bize bu ülkede öteki olduğumuzu hissettirdi. İşte bu bana çok ağır geldi” diye belirtti![43]
Sanki herşeyi özetler Tuzla’daki Ermeni Yetimhanesi’nin (Kamp Armen) yıkılmaması ve tapunun iade edilmesi için kampta 100 gündür nöbet tutan gönüllülerden 3’ünün saldırıya uğraması![44]
Norair Chahinian’in, “Ermeni mülklerinin 100 yıl sonra hâlâ tartışılıyor olması bir zincir. 1915’ten beri kültürel soykırım sürüyor. Bunu görebiliyoruz,”[45] diye betimlediği hikâyeyi bilmiyor olamazsınız: Tuzla Armen Çocuk Kampı, yetim ve yoksul Ermeni çocuklarının yaz tatillerini geçirmesi amacıyla 1962 yılında Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi tarafından Sait Durmaz’dan satın alındı. 9 bin metrekare alan üzerine kurulan kampın yapımında bizzat çocuklar da yer alırken, kamp her yaz 200’ün üzerinde muhtaç Ermeni çocuğa ev sahipliği yaptı. Kamp, Ermeni cemaatinin sembolik mal varlıklarından biri hâline geldi. Ancak ne olduysa 8 Mayıs 1974’de oldu.
Yargıtay Genel Kurulu, cemaat vakıflarının 1936 yılından sonra edindikleri taşınmazların büyük çoğunluğuna el konulması yönünde karar aldı.

http://www.gaziantephaberler.com/temel-demirer&ermenilerin-bugunuhrantkamp-armen-yazisi-9272.html

Yorumlar kapatıldı.