İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hoparlör zulmü ne zaman biter?

Hem cami dışında, hem de bizzat cami içinde tam bir hoparlör zulmü dönemi yaşıyoruz. Peki, bu zulüm ne zaman biter? Ne zaman Osmanlı atalarımızın hassasiyetine sahip olursak, ancak o zaman biter. Bu konuda yazdıklarımı toplasam kitap olur” buyuran üstadımız Mehmet Şevket Eygi, “hoparlör terörizminden” boşuna yakınıyor. Çünkü bu “hoparlör zulmü” veya kendisinin tabiriyle “hoparlör terörizmi” gerçek anlamda “şehirli”, yani “medenî” olunmadığı sürece asla bitmez.

Medenî olmak kolay değildir. “Bir kişinin şehirli olması için üç nesil geçmeli!” derdi eskiler. Ne yazık ki günümüzde şehirli görgüsüyle yetişmiş olanların sayısı, yol yordam eğitimi almadan şehirlere yerleşen kalabalıklara örneklik edemeyecek kadar azaldı. O yüzden bu meselenin çözümü pek o kadar kolay değil.
Gerçekten de hem cami dışında, hem de bizzat cami içinde tam bir hoparlör zulmü dönemi yaşıyoruz. Çok sayıda hoparlörle bangır bangır bağırılıyor, kulakları acıtan mekanik bir sesle ortalık yıkılıyor.
İşin tuhafı ve belki en acıklı yanı, bu zulmü sürdürenlerin, bunu asla zulüm olarak görmemeleri ve bu yaptıklarının iyi olduğundan kesinlikle emin olmaları…
Böyle bir anlayışa Eygi gibilerin uyarısı hiç kâr eder mi? Etmez, asla etmez!
Peki, bu “hoparlör terörü” ne zaman biter?
Ne zaman Osmanlı atalarımızın hassasiyetine sahip olursak, ancak o zaman biter. Bitmekle de kalmaz, işte asıl o zaman okunan ezanlar nice kalpleri İslâm’a ısındırmaya, gönülleri bu dine kazandırmaya ve insanları hidayete erdirmeye başlar.
Ne yapardı Osmanlı?
Bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim Han’ın “Kutsal Emanetleri” İstanbul’a getirip onlar için Topkapı Sarayı’nda ayrı bir mekân ayırmasından itibaren, orada günün yirmi dört saati hafızlar tarafından asırlarca Kur’ân okundu. Bir ara durdurulduysa da, şükür ki seneler sonra yeniden başlandı.
Şimdilerde orada Kur’ân okuyan hafızları nasıl seçiyorlar bilmiyorum. Fakat Osmanlı atalarımız bu konuda çok, hem de haddinden fazla titizdiler. “Emânât-ı mukaddese”nin bulunduğu mekânı, o emanetlerin sahipleri olan büyük ruhlar belki bir ara ziyarete gelirler de, oradaki hafızın girişte, çıkışta, oturuş ve kalkışta edebe riayet etmeyen bir tavrı olur ve incinirler diye, her bir hafızı büyük bir titizlik ve özenle seçerlerdi. Orada Kur’ân okuyacak hafız şöyle belirlenirdi:
Önce Anadolu veya Rumeli’nden ahlâkı, sesi ve fiziği düzgün bir hafız en az beş sene öncesinden İstanbul’a getirilirdi. İlkin en kenar mahalledeki bir camiye imam tayin edilirdi. Daha sonra her sene şehrin merkezine doğru mahalle mahalle yeri değiştirilirdi. Beş senenin sonunda artık merkez camilerinden birinde görevlendirilirdi. Bu arada İstanbul’un seçkin âlimleriyle ve hocalarıyla zaman zaman beraber olması sağlanırdı. Böylece o Anadolulu veya Rumelili hafız, köylülükten bütünüyle uzaklaşır, şehir edep ve erkânını öğrenir, gerçek anlamda bir beyefendi olur çıkardı.
Minaresi solda olan cami
Artık İstanbullu olma vasfını kazanan o hafız, giyinip kuşanmasından, konuşup susmasından, evinde misafir ağırlamasına, yolda yürüyüş ve selam vermesinden bir topluluk içindeki duruş, oturuş ve kalkışına varıncaya kadar her bir hâl ve hareketinde çevresine örnek olacak bir zarafet, nezaket ve edep sergilerdi.
Her hâl ve tavrından efendilik akardı. Cemaat onun imamlık ettiği camide namaz kılmaya can atardı. Çünkü onda İslâm’ın yüce ahlâkını bulur, o “En Güzel Örnek”ten az çok bir iz görürdü. O yüzden insanlar ona bağlanır, hürmet eder ve öğüdünü tutardı.
Prof. Dr. Salih Tuğ Hoca, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı iken Üsküdar Bağlarbaşı’ndaki fakülte camiinin görevlilerine sabah ezanında hoparlörün sesini yarı yarıya kısmalarını sık sık tembihlermiş. Mustafa Tahralı Bey bana bunu anlatınca kendisine şöyle demiştim: Çünkü Salih Tuğ Bey şehirli, nesli tükenen bir İstanbulludur!
Zordur, hem de çok zordur o irfana erebilmek.
İslâm şehir dinidir ve şehirleştirici, yani medenîleştirici bir dindir. İşte Vahhâbîlik… Bedevî bir İslâm anlayışıdır o. Ve işte ondan türeyen ve sözde “İslâm Devleti” kurduğunu iddia eden, “halifelik” ilânına bile kalkışan ve İslâm’ı kan dökücü, kaba ve barbar insanların dini imiş gibi takdim eden bir sürü türedi bedevî anlayışları… Gayrimüslimleri İslâm’dan soğutan bedevî/köylü din yorumları…
Evet, köylülükten şehirliliğe, bedevilikten medeniliğe geçiş hiç de kolay değildir!
Ezanı kulakları patlatırcasına, etrafı yıkarcasına okuyanlar, güzelim camilerin içlerini hoparlör deposuna döndürmeyi marifet sananlar da aynı hamurdandır. Zihniyet olarak Vahhâbîleri, o bedevîleri aratmayacak kadar İslâm’ın güzellik ve estetiğinden bîhaber insanlardır.
Hani “Müslüman elinden, dilinden emin olunan” kişiydi?
Onlar nerde, “Ben namazda uzun bir sure okuyayım diye başlarım da, arkalardan bir çocuk sesi duyar ve annesi rahatsız olmasın diye kısa keserim” diyen Allah Resulü’nün edebi nerde?
Onlar nerde, Hz. Lokman’ın ağzından “Sesini yükseltme, çünkü seslerin en çirkini eşeklerin anırmasıdır!” (Lokman, 31/19) diyeseslenen Yüce Allah’ın uyarısı nerde?
Onlar nerde, “Minarenizi öteki tarafa yapsanız da, biz ezandan rahatsız olmasak” ricasında bulunan Hıristiyan mahallesi sâkinlerinin hatırı için Sultanahmet’teki Firuzağa Camii’nin minaresini mabedin sağına değil de soluna diktiren Osmanlı zarafeti nerde? Ki o cami, bildiğim kadarıyla, İstanbul’da ve belki de dünyada minaresi solda olan tek camidir!
Rahmetli Ali Fuad Başgil şehirlileşmiş, İstanbullulaşmış çok seçkin bir büyüğümüzdü. Yüksek İslâm Enstitülerinin açılmasında hayli emeği vardır. Yetkililere şu tavsiyede bulunmuşlar: Yüksek İslâm Enstitüsü’nü İstanbul’un biraz dışında bir külliye şeklinde yapın! Hocalarını da İstanbul’da hâlen hayatta bulunan âlimlerden seçin ve onları oradaki lojmanlara yerleştirin! İmam-Hatip liselerinden gelen o öğrenciler, o hocalardan sadece ders almasınlar, bir de edep erkân öğrensinler!
Bu tavır normal mi?
Ordinaryüs Profesör Doktor Ali Fuad Başgil merhum şunu iyi biliyordu: İslâm dininin yüceliği ve eşsizliği, en seçkin din adamlarıyla temsil edilirse, hem sıradan Müslümanların ruhî seviyeleri yükselir, hem de gayrimüslimler bu dine daha rahat ısındırılır. Çünkü Müslüman olsun gayrimüslim olsun, insanoğlu karşısında mutlaka örnek görmek ister. O dini temsil edenlerin tavır ve tutumlarına bakar.
Roger Garaudy (Roje Garodi)’nin tabiriyle “Güzelliğin dini İslâm”, en güzel şekilde temsil edilmelidir.
Batı’da rahipler çok uzun bir manevî eğitim sürecinden ve ruhî arınma süzgecinden geçiriliyor. İşte bu yüzden o muharref din hâlâ ayakta… İnsanlara sıcak ve samimi duygularla yaklaşmasını bilen o rahipler sayesinde o din varlığını devam ettiriyor.
Şu güzelim dinimizse, estetikten ve estetik hassasiyetinden tamamen mahrum, Necip Fazıl merhumun tabiriyle “ham softa ve kaba yobaz” anlayışı ve onların uygulamalarından ötürü, gerçek yüzüyle tanıtılamıyor, geniş kitlere sevimli bir şekilde sunulamıyor! Dahası, tam aksi yapılıyor!
Sevgili üstadımız Eygi, basiretli bir mümin olarak özlemini çektiğiniz o huşû veren ezanlar, şimdilik pek mümkün görünmüyor. Bu konuda “bir kitap olacak kadar” yazı yazdığınızı hatırlatıyorsunuz. Ben de içim yanarak bir yazı yazmış ve Diyanet İşleri Başkanı’ndan istirhamda bulunmuştum (Nereye gittiniz, ey ruhları arıtan o ezanlar! Hoparlör zulmünü durdurun! Star, Açık Görüş, 12 Nisan 2015). Hiç mi hiç kulak asılmadı, tamamen duymazdan ve görmezden gelindi.
Bu tavır, normal mi? Normal! Neden?
Yine de umut edelim!
Çünkü şeyhülislâmı, uleması, müderrisi, şeyhi, hocası, imamı, hatibi ve vaizi hem edebî zevkle, hem de nezafet, nezaket, nezahet ve rikkatle yoğrulmuş o muhteşem Osmanlı dönemde değiliz ki!… Mâzide kaldı o günler… Dünyanın gelmiş geçmiş hiçbir medeniyetine nasip olmayan ve nasip olması da artık muhal olan o “sadaka taşları” var ya, işte o taşları, yukarıda saydığımız niteliklere sahip din adamlarımız diktirmiş ve asırlarca o taşlar İslâm’ın inceliğini bütün bir cihana haykırmıştı…
Muhterem Şevket Eygi, yine de ümitvar olalım. Size kulak verecek bir yetkili çıkabilir. Belki biri uyanır, bütün illerin müftüsünü toplayıp, onlara İslâm’ın güzelliğini ve çekiciliğini çevreye nasıl yansıtacaklarını zihinlerine iyice yerleştiren yoğun bir seminerden geçirtebilir. Onlar da ilçe müftülerini bu yönde yönlendirebilir. İlçe müftüleri de imam ve müezzinleri bu konuda eğitebilir. Sonrasında da böylesi bir irfan ve izan meltemi, geniş kitlelere doğru dalga dalga yayılabilir. Olur mu, olur. Neden olmasın?
Muhterem Eygi, sizden istirhamım şu: Lütfen bundan böyle bu yöndeki seslenişinizi doğrudan doğruya Başbakan’a yöneltin! Ya da bu durumu, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki kütüphaneye o çok değerli ve pek kıymetli eserlerinizi bağışladığınız o makama, yani Cumhurbaşkanı’na arz edin! Çünkü ancak o ikisi bu işi çözebilir.
Gelecek yazımızda “Osmanlı neden meal yapmadı?” meselesini ele alacak ve bu konuda Osmanlı’yı haksız yere eleştirenlere hak ettikleri cevabı vereceğiz.

Yorumlar kapatıldı.