İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Celâli fetretine önemli bir katkı

Asım Öz | Dünya Bülteni/ Kültür Servisi
Toplumsal Tarih Ocak 2016 sayısında Henry Shapiro’nun “17. Yüzyıl Osmanlı-Ermeni Sosyal ve Entelektüel Tarihine Aralanan Yeni Bir Pencere: Ermenice Elyazması Kolofonlar” başlıklı yazısını kapağa taşıdı. Henry Shapiro, Ermeni rahiplerin yazdığı ve Türkçe tarih yazımında neredeyse hiç yararlanılmamış olan elyazması kolofonlardan örnekler sunuyor.

Genel olarak Celâli İsyanları, 16. ve 17. yüzyıllarda, Osmanlı idaresindeki Anadolu’da toplumsal ve ekonomik yapının bozulmasından kaynaklanan ayaklanmaların tümü olarak bilinir. Tarih araştırmacıları tarafından şimdiye kadar pek çok farklı yorumun ileri sürüldüğü bu konu uzun zamandır gündemden çıkmış gibidir. Herkesçe bilinen kaynaklar arasında toplumsal ve iktisadi hayatı önde tutanların tarih alanındaki pek çok bilgiyi değiştirdiği hatırlanabilir. Henry R. Shapiro Toplumsal Tarih’te yayımlanan “17. Yüzyıl Osmanlı-Ermeni Sosyal ve Entelektüel Tarihine Aralanan Yeni Bir Pencere Ermenice Elyazması Kolofonlar” adlı makalesi, konuyla alakalı çalışmaların yeni yönelimleri açısından üzerine durulmayı hak ediyor. Yazar, yeniçağ Osmanlı tarihini incelemek için kaynakların zenginleştirilmesi gerektiğinin altını çizerken bugüne kadar ihmal edilen bazı tarih vesikalarının bu alana dair çok zengin bilgiler içerdiğini belirtiyor.
Her şeyden evvel söylemek lâzımdır ki, ilahiyat öğrenimi de gören Shapiro, Princeton Üniversitesi tarih bölümünde doktora adayı ve tezinde Celâli İsyanları ve Batı Ermeni toplumunun yükselişi konusunu “Ermeni Büyük Kaçgunluk Dönemi” üst başlığıyla çalışmakta. Yazar, tarih araştırmalarında sadece devlet arşivini ve çoğunlukla da yöneticiler tarafından yazılmış vakayinameleri kullanmanın teorik ve pratik açıdan birtakım problemleri beraberinde getirdiğini şu cümleleriyle belirgin kılıyor:
“Sadece devlet belgelerini kullanmak, tarih idrakini ‘devlet merkezli’ bir bakıştan ibaret kılmaktadır. Daha kapsamlı ve daha bütüncül bir yaklaşımla Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihini anlamak, tarihçilerin her daim mümkün olduğunca farklı ses ve kaynakların arayışında olmasını gerektirmektedir.”
BİR TARİH KAYNAĞI OLARAK KOLOFONLAR VE CELÂLİ İSYANLARI
Henry R. Shapiro, bu amaçla erken 17. yüzyıl Osmanlı tarihinin farklı bir perspektiften incelenebilmesi için, şimdiye kadar Türkçe araştırmalarda kullanılmamış Ermenice elyazması kolofonları gündeme getiriyor. Önce kolofonun ne olduğunu, biçimsel özelliklerini döneminde ne tür fonksiyonlar icra ettiğini açıklıyor yazar. Bu husus, aynı zamanda yazarın çalışma alanının kavranması bakımından da anlamlı olmaktadır. Kolofonlar üzerinde esaslı olarak meşgul olmuş bulunan yazar bize şu bilgileri aktarıyor:
“Ortaçağ döneminden 19. yüzyıla kadar, bütün Ermenice elyazmalarında kâtiplerin çeşitli notlar aldığı ve dualar yazdığı bilinmektedir. Bu notlar bazen nesir ve bazen de nazım şeklindedir ve çoğunlukla da dilleri grabar olarak adlandırılan Eski Ermenicedir. Kolofonlarda kâtiplerin zikrettikleri, hitap ettikleri ve dua ettikleri pek çok farklı yetke ve şahıs vardı; kimi zaman kendileri, ebeveynleri, kardeşleri, kimi zaman ise nüshaların alıcısı, çeşitli akrabaları ve bazı rahipler için dua ederlerdi. Bununla da kalmayıp, bu duaları nerede ve ne zaman yazdıklarını da belirtirlerdi. Sıklıkla, kendi dönemlerinin pratiklerinden, sultanlarından ve tarihi koşullarından bahsettikleri de görülmektedir. Bazen bu tarihi notlar yalnızca bir veya birkaç cümleden ibaretken, bazen kâtiplerce yazılmış uzun sayfalardan oluşan kolofonlara da rastlamak mümkündür. Söz konusu metinleri kaleme alan bu kâtiplerin hemen hemen hepsi Ermeni din adamlarıydı. İçlerinde en mütevazı keşişten en rütbeli rahibe ve hatta piskoposa kadar geniş bir yelpazedeki din adamlarını görmek mümkündür.”
Osmanlı tarihçileri için özellikle de on beşinci ve on yedinci yüzyıla ait kolofonların, ehemmiyet teşkil ettiğini belirten Shapiro, makalesinde Ermenilerin perspektifinden Celâli İsyanlarını, Ermeni din adamlarının Osmanlı devleti hakkındaki görüşlerini, Genç Osman’ı ve Osmanlı-Ermeni entelektüel tarihi ile bilimin yayılımı temalarını işliyor. Burada ben makale yazarının Celâli İsyanları hakkında söylediklerini Mustafa Akdağ’ın çalışmalarının açtığı gediği genişletmesi çerçevesinde ele almak istiyorum. Zira onun, sosyal ve ekonomik çalışmaların önemsenmeye başladığı 1960’lardan daha evvel bu konuyu gündemine alarak araştırmış olması başlı başına önem arz eder.
Türkiye’de sosyal ve ekonomik tarihçilik alanında ilk ve zorlu adımlardan birini atan Mustafa Akdağ daha çok Celâli İsyanları’yla tanındı. Akdağ’ın, Enver Ziya Karal’ın yönetiminde 1945 senesinde tamamladığı “Celâli İsyanlarının Başlaması” adlı doktora tezi Türkiye’deki tarih çalışmaları açısından oldukça erken bir çalışma olarak ele alınır. 1951’de DTCF’ye dönmesinin ardından “Celâli Fetreti 1597-1603” adlı teziyle doçent olan Akdağ, 1959’da Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi 1243-1453 adlı kitabını yayımlar. 1963’te ise doktora ve doçentlik çalışmalarını birleştirir ve Celâli İsyanları 1550-1603 adıyla kitaplaştırır. Buna rağmen o ele aldığı döneme dair her şeyi söylediği iddiasında değildir. Fakat o bu konuda söylediklerinin söz konusu olayların tarihini ancak ana çizgileriyle verdiğinin farkındadır ve asıl önemli çalışmaların kendi eserine eklenmek suretiyle sonraki yıllarda oluşturulacağı beklentisi içerisindedir. Gelgelelim yazarın yıllarını verdiği ve beş cilt olarak planladığı ama nihayete erdiremediği çalışmalarının yeni neşirleri, üstelik halk ayaklanmalarından bahsedildiği yıllarda yapılmasına karşın pek dikkat çekmedi ve üzerinde durulmadı.
16. yüzyılın sonuyla 17. yüzyılın ilk yarısında vuku bulan bu isyanların sebebi konusunda kimi araştırmacıların askeri devrimi kimileri ise iktisadi dönüşümü ön planda tuttukları görülmektedir. Mustafa Akdağ, tek yönlü siyasi gelişmeler ile önemli kişileri ön planda tutan dönemin tarihçiliğinin sınırlılıklarının farkına vararak, toplumsal ve iktisadi gelişmelere dikkat kesilmiştir. Bu yüzden, sadece vakayinamelerle yetinmemiş Osmanlı toplum düzeninin yeni tarih görüşlerine göre esaslı bir biçimde tetkik edilmesini önemsemiştir. Akdağ, Celâli isyanlarını aydınlatacak en doğru bilgi kaynağının şer’iyye sicilleri olduğunu ileri sürmüştü. Ona göre bu defterlerin satır satır okunması bu döneme dair yapılacak bilimsel incelemelerin temelidir.
“Celâli isyanlarının tarihi değerleriyle tetkik olunmaları istenirse yalnız vak’anüvist eserleri asla yetmez. Bilhassa devlet arşivindeki geniş vesikalardan ve vilayetlerde saklanmış bulunan şer’iye sicillerinden ve hatta folklor araştırmalarından esaslı surette faydalanmak lazımdır.”
Akdağ, dönemin araştırılmasının ancak farklı kaynaklardan elde edilen bulgularla bütünlük kazanabileceğinin farkındadır. Nitekim Henry R. Shapiro da makalesinde dönemin olaylarının sadece vakanüvislerin eserlerinden hareketle ele alınmasının beraberinde getirdiği satıhta kalışa dikkat çeker. Fakat Shapiro’nun araştırmalarına yön veren ana düşünce, ayaklanmalar esnasında Hıristiyan halkın yaşadıklarıdır. Bu bile günümüz tarihçiliğinin düşünsel doğrultusunun onun yazdıklarını çerçevelediğinin göstergesidir. Elbette Osmanlı Müslüman yazarlarının Anadolu halkının içerisinde bulunduğu zor duruma eserlerinde yer verdiğini de belirtir. Ne var ki onun yaklaşımı, dönemin Ermenice elyazması kolofonlarının çok daha acılı bir Anadolu tablosu çizdiklerinden beslenir veya bu hususu günümüz küresel azınlıkçı tarihçiliğine katkı sunmayı öne çıkarır. Bu metinlerden hareketle, tarihin yukarıdan bakılan değil, aşağıdan görülen olduğunu vurgulayan tarihçilere kulak kabartır.
Mustafa Akdağ ise, farklı bir itkiyle bazı konularda ilk araştırmacı olmanın zorluklarını yaşamıştır. Buna rağmen çok boyutlu bir tarihsel araştırma yöntemiyle dahası ilk kaynaklara başvurmasıyla alanında ciddi bir boşluğu doldurmuştur. Celâli İsyanlarını yansıtırken, bu isyanlara katılan suhtelerle ehl-i örfün yahut leventlerin asiliğine zemin hazırlayan sebeplere yoğunlaşır. Akdağ’a göre Celâli İsyanları, devleti yıkma amacıyla değil, ekonomik ve sosyal talepleri ile öne çıkan halk hareketleridir. Yazarın kendine has kelimelerle Selçuklulardan Osmanlılara Türk halkının yarattığı “özgen” devlet düzenine dikkat çekmiş olması yabana atılamaz doğrusu. Türkiye’de endüstrinin çoğu çeşidinin Anadolu’ya has karakterinden ötürü buranın Hıristiyanlarından özellikle de Rumlar ve Ermenilerden süregeldiğini söyler. Buna karşın, Akdağ iktisadi meseleleri ön planda tutarak Celâliler konulu araştırmalarını yapmış dahası gayrimüslimlerle alakalı konuları doğrudan ele almamıştır. Ayrıca Akdağ hakkında yapılan çalışmalarda, tarihçiliğinin Türkiye merkezlilik olarak görülen yahut “merhametsiz Türk” şeklindeki menteşeleri sökmeye matuf “milliyetçi bir temayül” taşıdığına dair kavrayışı da dikkate alabiliriz. Keza onun metinlerinde oryantalistlere karşı çıkışı başta olmak üzere bu tespiti haklı kılacak pek çok pasaj bulunabilir. Sözgelimi Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi’ne 1959’da yazdığı önsözden şunları aktarabiliriz: “Türk tarihini hatalı bilgilerden temizleyerek, dünyaya ve Türk halkına milletin geçmişini bütün hakikati ile öğretmek için Türk ilim adamları arasında büyük bir araştırma gayreti vardır. Bu sayede de artık Batı dünyasının zihnindeki yanlış ve garazkârane ‘Türklük’ mefhumu değişmeye başlamıştır.” Yani tarih nasıl ele alınırsa alınsın, dönemin temayüllerinden etkilendiği için aşağıdan ya da yukarıdan tarihçilik bir noktadan sonra işe yaramaz olur.
KOLOFONLARDA CELÂLİ FELAKETİ
Gelelim bahsettiğimiz makalede aktarılan pasajlara. Ki bunlar Celâli İsyanlarının nasıl görüldüğünü daha iyi tebarüz ettirmek açısından gereklidir. Stephanos isimli rahibin 1607 yılında kaleme aldığı kolofonda Celâlilerin Anadolu halkına çektirdiği zulümlerden bahsedilir:
“[Celâliler] çocukları esir ettiler/altın ve gümüş ve kumaş/bunları talan ettiler doyumsuzca”
1609 tarihli Ermeni kâtip Azarya’nın kolofonunda şiir tarzında şunlar yer alır:
“[Celâliler] köy ve şehirleri tahrip ettiler/adam ve kadınları esir aldılar/ Yetim ve dullara kıydılar/zengin ve yoksulları kılıçtan geçirdiler/yaşlı ve gençlere merhamet etmediler… Onlar böylesi amansızlardı/ hain kalpleri taşlaşmıştı…”
Başka bir kolofonda ise pek çok kilisenin yıkıldığı ve pek çok haçın parçalandığına yer verilir. İsyancılar hakkında oldukça çok abartılı ifadelerin yer aldığı satırların gerçekliğinden ziyade dönemin Ermeni kâtiplerinin tarih idraki konusunda önemli ipuçları sunduğu açık. Celâlilerin bu sahada büyük bir korku yaratmış oldukları yazarın makalesinde naklettiği iki pasajdan anlaşılabilir. Birlikte okuyalım:
“Ararat toprakları tekrar ıssız olduğu zaman, bir hırsız çetesi (onlar için Celâli diyorlar), Türk tarafından gelip orada yerleşti ve çok sayıda suç işlediler az sayıda kalan [halk] üzerinde. Geceleyin gidip bakıyor ve arıyorlardı; nerede bir adam bulunursa üzerine gelerek onu katlediyor ve çocuklarını esir alıyorlardı. Ülkeye kıtlık getirinceye kadar evleri ve kiliseleri talan ediyorlardı. Sonra yamyam oldular. Moğnoy Manastırı’ndan piskoposu kaçırdılar, ızgara yapıp yediler.”
“Her yerde o kadar aşırı kıtlık vardı ki, mezarlıktan ölüleri alıp yiyorlardı. Anne ve babalar çocuklarını yiyordu… Oruç günlerinde köpek ve kedi ve her tür pis hayvanı yiyorlardı. Aç karnın yarattığı delilikle insafı unutuyor ve vahşi hayvanlar gibi pusu kurarak birbirlerini avlıyorlardı. Bir anne evinden çıktığı zaman, aile çocuğunu kurban ediyordu. Annesi evine ulaştığında [evladının] pişirilmiş etini önüne koyuyorlardı ve o bilmeyerek bu eti yiyordu… Erzurum’da insanların etini ve yağını satıyorlardı. Şehrin paşası meseleyi öğrenince, [bunu yapan] adamları boğdurttu, fakat olayları engelleyemedi.”
Celâli İsyanlarının sadece insafsızca yağma ve katliam esasına da dayanmadığı ama asilerin disiplinden mahrum olduklarından yolları üzerindeki köy, kasaba ve şehirleri yağmaladıkları, direnme olduğu takdirde buraları ateşe verdikleri, kadınların dağa kaldırılması gibi olayların vuku bulduğu bilinir. Henry R. Shapiro, yukarıdaki ifadeler için sadece abartılı bulunabilir diyor. Elbette bu iç karışıklıkta kimin gerçek Celâli, kimin kanun ve düzen savunucusu olduğunu anlamak çoğu kez mümkün değildir. Olaylar esnasında halkın canını ve malını yağmanın oluşturduğu ruh haletini hatırlatmak bakımından yukarıdaki alıntılar katkı sunabilir. Anlatılanların günümüzdeki küresel felaket anlatılarıyla ortaklığı bir yana Ermeni din adamlarının başlarına gelen Celâli felaketini, kendi günahlarına karşılık bir ceza gibi algılamaları dönemin zihniyetini yorumlamak açısından son derece önemli. Fakat her halükârda bunlardan istifade etmede daha dikkatli ve sabırlı olunması zaruridir. Öte yandan kolofonlarda Celâlilerin kadın ve çocukları lekeleme konusunda Hıristiyanlara yaptıklarından daha çok Müslümanlara karşı merhametsizce zulmettikleri de yer alır. Bu duruma göre kolofonlar Celâli İsyanları olarak söz konusu edilen iç kavganın doğasını kavrama sürecinde tek boyutlu ve Hıristiyan acılarını merkeze alan bir ifadeye hiç de uymamış olur. Yani makaledeki pasajların sunduğunun ötesine geçildiğinde tek boyutlu bir kaynakla karşı karşıya olunmadığı ortaya çıkar ki bu durum, müellifin bu türlü vesikaları doğru olarak kıymetlendiremediğini akla getirir.
Dönemin Ermeni kâtiplerinden bir kısmı, Osmanlı devletinden bahsederken, “Türk milletinin istibdadı”, “Müslümanların krallığı ve büyük istibdadı” şeklinde olumsuz bir yaklaşım içerisindedirler. Bazıları ise Celâlilerin zulümlerine karşın Osmanlı Devleti’nin ve yöneticilerinin iyiliklerine dikkat çekerler. Bayburtlu Srapion adlı bir Ermeni din adamı 1608’de Trabzon’da kaleme aldığı kolofonda meşhur Celâli isyancısı Canbulatoğlu Ali Paşa’yı lanetlemiştir. Onun zulümlerini anlattıktan sonra Sadrazam Kuyucu Murat Paşa’yı över:
“… Rab Allah’ımız insanların imhasını istemiyordu, kır saçlı Murad Paşa’yı kuvvetlendirdi [ve Murad Paşa] pek çok askerle geldi ve büyük kibirli Canbulatoğlu’nu aldı ve amansızca onu öldürdü.(…) O cesur ihtiyar adam [Murad Paşa], Allah ona güç verdi.”
Rahip Srapion Sultan I. Ahmed ile Celâli kalabalığını imha eden Murat Paşa için şöyle dua eder:
“…kuvvetlendiren İsa hem Sultan Ahmed’e hem de onun sadrazamına, Murad Paşa’ya uzun ömürler versin. Âmin.”
Yazarın Osmanlı bünyesine mahsus bu isyanları irdelerken, devlet ricalinden övgüyle söz eden müellifler konusunda, serdettiği yorumların olumsuzluğu dikkatlerden kaçmıyor. Bu şu satırlarda açık olarak kendisini göstermektedir: “Bir Ermeni rahibin Kuyucu Muratd Paşa’yı övmesi ironiktir, çünkü Murad Paşa son derece kanlı bir sefer gerçekleştirmişti ve kazdırdığı toplu mezarlar nedeniyle ‘Kuyucu’ lakabını taşıyordu.”
Hrand D. Andreasyan’ın yayımlandığında pek yankı uyandırmışa benzemeyen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi’nde 1963 yılında yayımlanan “Bir Ermeni Kaynağına Göre Celâlî İsyanları” başlıklı çalışmasında tanıklıkları aktarılan Kemahlı Krikor adlı vakanüvis, 1634-40 yılları arasında yazdığı vakayinamesinde, Ermenilerin Celâlilerden İstanbul’a doğru kaçışını anlatır. Sadrazam Murad Paşa, olumsuz bir figür değil, Allah tarafından kuvvetlendirilmiş ve her Ermeni’nin yardımcısı bir paşa olarak tasvir edilir. Şu da var tabii; bazı Ermeni kâtipler Celâlileri desteklemiş olsa da istikrarı bozan girişimler olduğu için bu isyanlar genel olarak olumsuz bulunur. Zaman zaman padişahların ve yöneticilerin gevşekliğinden şikâyet edilmesi de bunun bir yansımasıdır. Bu aslında sadece Anadolu’nun Hıristiyan halkı için değil Müslüman halkı için de geçerlidir. Osmanlı Türkiyesi’nden Cumhuriyet Türkiyesi’ne pek çok olumsuz olaya rağmen halkı arkasına almayı başarabilen herhangi bir halk ayaklanmasının çıkmayışının altında yatan sebebi anlamak açısından da gereklidir bu.
Kolofonlarda, Celâlilerin birbirlerini yiyerek Anadolu’yu tahrip etmeleri, Anadolu’ya kar gibi yağmaları, “Memleketi çekirge sürüsü ve sel gibi kaplamış olmaları”, Rumeli ve Trakya dışında asayiş kalmamasından dolayı Batı’ya göç gibi pek çok konuya dair pasajlar bulunur. Doğrusu bunların tümü bir araya getirildiğinde ilginç neticeler elde edileceğini tahmin etmek güç değildir. Celâli İsyanlarına katılanların “çekirge gibi her şeyi mahvetmiş, henüz ambara konulmuş mahsulü yemiş, kalanı sokaklara dökmüş, damları da yakmış bozguncular” şeklindeki tasviri göz ardı edilemez. Özellikle çekirge ve sel kelimeleri Celâli İsyanlarının nasıl görüldüğünü tasavvur etmek açısından ayrıca ele alınmalıdır. Yazarın doktora tezi tamamlandığında kolofonlarda kâtiplerin ve din adamlarının Celâli İsyanları ve Osmanlı hakkında anlattıklarını daha kapsamlı bir şekilde görmek ve incelemek mümkün olabilir.
Elbette diğer kaynaklar gibi kolofonlar da doğrudan yaşananları anlatan değil, bir anlatıcının düşünceleriyle kurulan metinlerden oluşmuştur. Görüldüğü kadarıyla bu belgeler gayrimüslimlerin Celâli İsyanlarını nasıl gördükleri başta olmak üzere şikâyetler, işlenen suçlar, anlaşmazlıklar hakkında çok değerli bilgiler sunar gibidir. Neticede Celâli İsyanlarının yerleşik düzende değiştirdiği/pekiştirdiği siyasi ve sosyal koşullarla olayları anlama çabası başlı başına önemlidir.
Tartışmanın en başına geri dönecek olursak, Mustafa Akdağ’ın geçmişin sıradan insanlarının da içinde yer aldığı kaynaklar yardımıyla aydınlatılabileceği şeklindeki yaklaşımı dikkate alınırsa kolofonlarla bu fetret devrinin biraz daha aydınlanacağı düşünülebilir. Lakin Akdağ’ın, Ermenilerle dostane yaşam, gayet iyi komşuluk ilişkilerinin geliştirildiği gibi yaklaşımları dikkate alındığında, Henry R. Shapiro’nun Hıristiyan acılarını merkeze taşıma çabasına pirim vermeyeceği açıktır. Bir diğer husus, on altıncı yüzyılın ortalarında yaşayan Ermeni tarihçi Arakel’den bahseden Mustafa Akdağ’ın Hrand D. Andreasyan’ın “Bir Ermeni Kaynağına Göre Celâlî İsyanları” başlıklı çalışmasından haberdar olup olmadığı, haberdarsa buna değinen bir şeyler yazıp yazmadığıdır. Şüphesiz böylesi bir karşılaştırma son derece yararlı olacaktır.
Celâli İsyanlarında göz ardı edilmiş ve ilk kaynak eserlerden olması hasebiyle kolofonlar sayesinde döneme dair genel kabul gömüş yaklaşımlarda bazı farklılaşmalar kaçınılmazdır. Hiç şüphesiz bunları okurken Edward Hallett Carr’ın bir tarih eserini ele alınca ilk ilgileneceğimiz içindeki olgular değil, onu yazan tarihçi olmalıdır deyişini göz ardı etmemeliyiz. Buna eserin yazıldığı zamanı da eklediğimizde bahsettiğimiz makalenin Toplumsal Tarih’in genel yaklaşımı ile yükselişteki tarihçilikten kuvvetli izler taşıdığını söylememiz malumun ilamı olacaktır. Bu değiniye son verirken, “ihbar celbi” telakki edilmemesini umarak makalenin dipnot kısmındaki bir bilgiyi hatırlatmak gerekir diye düşünüyorum. Henry R. Shapiro, 2014-2015 akademik yılında Amerikan hükümetinin Fulbright bursuyla Erivan’ın Matenadaran Elyazmaları Kütüphanesinde doktora araştırmalarına devam etmiş. Bunun göz ardı edilerek yazarın çalışmalarına yön veren saikin hakkıyla kavranması mümkün değil gibi görünmektedir. Ancak bu tür ilişki ağlarını dikkate alan bir değerlendirme, onun yazdıklarının/yazacaklarının daha anlaşılır kılınması sürecine katkı sunabilir.

Yorumlar kapatıldı.