İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Toplumdan ve devletten bakarak kimlik ve siyaset

Mustafa Çalık
Müminlerin birbiriyle ‘kardeş’ olduğunu vazeden bir dinin müminleri, dinlerinden vazgeçmedikçe birbirlerini nasıl ve nereye kadar ‘öteki’leştirebilecek veya ‘hasım’ haline getirebileceklerdir? Kaldı ki, bizim gayrimüslim unsurlarımız dahi gittikçe Türkiye’nin kültürel bütünlüğüne dahil olmaktadırlar. ‘Diaspora’nın, İstanbul’da yaşayan bir avuç Rum ve Ermeni’yi, zaman zaman Türkiye casusluğu, bazen de “Türkiye’nin rehinesi” olmakla suçlayışında bir ‘mizansen’ aramak doğru değildir. Bu iki unsurun Türk ve Türkiye telâkkilerinde zaman içerisinde gerçekten de gözle görülür bir farklılaşma meydana gelmiştir. Nasıl ki, ırkçılığa ve başka türlü bir ayırımcılığa muhatap olmadıkları takdirde dışarıda yaşayan Türkler bir iki nesil sonra oradaki toplumlara benzemeye başlıyorlarsa bizimle yaşayanlar da bize benzemeye başlamıştır. (Biz farklı olmak istemiyoruz diyenlere bakınca hak vermemek elde değil.HYETRT)

***
“‘Farklılıkları zenginlik sayma’ sloganıyla mütemadiyen farkları öne çıkarma ve farklılaştırma gayreti, farklı olmayı bizâtihî bir değer ve ideal haline getiriyor. Birlik ve bütünlük, sanki mutlak surette kültürel fakirlikmiş gibi yanlış bir ön kabûl ima ediliyor.” Dr. Mustafa Çalık Al Jazeera için yazdı.
Kimlik, ferdî veya kolektif bir zâtiyetin, çeşitli biçimleriyle içinden (sübjektif) veya dışından (objektif) tanımlanmasıdır. Ferdî olanın ‘sübjektif’, kolektif olanınsa ‘objektif’ kriterlerle değerlendirilebileceği bir tanımlamadır bu.
Millî kimlik ise hem tarih içerisinde ve hem de tarih vasıtasıyla ve ‘hakedilmiş bir vatan toprağı’nda (millî coğrafya), esas olarak ortak dil, inanç ve hâfıza üzerinden inşa edilen bir olgudur. Onun içindir ki, tarih ne kadar geriye doğru götürülür ve kolektif hâfızada yüceltilirse; millî coğrafya ne kadar ‘tezyin’ edilirse millî kimlik de o kadar derin ve zengin bir anlam yüklenir; yani daha köklü ve sağlam bir karakter edinir.
“Birlik ve bütünlük, sanki mutlak surette kültürel fakirlikmiş gibi yanlış bir ön kabûl ima ediliyor.”
Mustafa Çalık
Weberyen anlamdaki bu ‘ideal tip’e uygun bir millî kimliğin kendiliğinden teşekkülü sık rastlanabilecek bir süreç değildir. Tarihî ve siyasî durumun ‘ideal tip’e elverişli olmadığı hallerde bazen siyasî hukuk, bazen ideoloji ve ideolojik ‘aygıt’lar, ama çoğu zaman hepsi birlikte imdada çağrılır. Millî inşâ dediğimiz süreç böyle başlar. Her millî inşâ süreci aynı başarı şansını yakalayamıyor elbette. Tarihî şartların ‘inşaat’a elvermesi kadar, toplumsal ‘mühendis’lerin marifet ve meziyetleri de netice üzerinde müessir oluyor.
Siyaset, tabiatı icabı her zaman ideolojik bir veçhe taşır. Siyaset ideolojik boyutu ile çoğu zaman çıkmazlar üretse de hukuku ile imkân sağlıyor.
Kimlik konusundaki siyasî-ideolojik iddia, sosyolojik yapıda var olan kimlik gerçeğinden dâima daha fazlasını öngörür. Bunu mümkün kılan şey, toplumsal kriz dönemlerinde siyasî süreçlerin ve siyasetin sosyolojiyi aşma teşebbüsüdür. Siyasî süreç bazen toplumsalın ifadesi olarak onun peşi sıra gelir, ama bazen de ‘toplumsal’a öncülük etme rolünü üstlenir, yani toplumun ve toplumsalın önüne geçmeye çalışır. Bu durum siyasetin ‘misyoner’ bir hüviyete bürünmesidir. İdeolojik yoğunluktan beslenen siyasî akımlar bilhassa böyledir. İdeolojinin ideal ve ütopya doğurma yeteneği abartıldıkça siyasetin gerçeklik yörüngesinden giderek çıkması da kolaylaşır. Marksist sosyalizmin komünist toplum ütopyası peşinde toplumsal gerçeklikten gittikçe uzaklaşarak en sonunda toplumsal alanın büsbütün dışına itilmesi böyle bir güzergâh izlemiştir.
Hâlbuki kültürel ve sosyolojik olan, gerçekliği daha fazla temsil eder, çünkü yaşanan vâkıâdır, objektif alanı kucaklar. İdeolojik olansa belli ölçüde felsefî de olmak zorundadır, dolayısıyla daha sübjektiftir ve bilinen ifadeyle var olandan ziyade olması isteneni, ‘dilek ve temenniler’i ifade eder; hadi bunu biraz daha ‘süsleyelim’, ideal ve ütopyayı öne çıkarır.
Türkiye: Kafa karışıklığıyla peşin hükümler bir arada
Türkiye’deki duruma gelince, önce temel bir postülat olarak şunu ileri sürebiliriz: Bizim toplumsal-kültürel evrenimizde olabildiğince homojen ve tutarlı bir beşerî formasyon hayatiyetini devam ettirmektedir.
İkinci postülatımız da şudur: Türkiye’de farklı kültürlerden (ki, bunun mekânı toplumsal alandır) ziyade farklı ideolojik anlayışlar (bunun da mekânı entelektüel zeminlerdir) mevcuttur. Nitekim, etnik menşe ve ana dille sınırlı, farklı bir millî-kültürel kimlik iddiasını siyasî ideoloji haline getirerek millî devletin resmî dil ve üniter siyasî hukukunu bölüşme, bu kabul edilmezse ayrılma talebi, toplumsal bir iradenin serbest yansıması olarak değil, silâhlı propaganda stratejisini benimseyen bir örgüt (PKK) ve onun ‘dirijan’ unsurları tarafından gündeme sokulmuştur.
Ülke bütünlüğü açısından kabûl edilemezliği bir tarafa, bu talebin arkasındaki iddia ve tezlerin gerçeklik temeli de çok zayıftır.
Önce birinci ‘postülat’ı mümkün olduğunca kısaltarak ve ‘açarak’ tekrar vurgulayalım: Türk kültürü ‘Müslüman’dır ve ‘Kürtler’e de şâmildir.
Türk toplumunun Müslüman unsurları, inanç temelleri ve değerler haritasına bakıldığında, gerçekten de büyük ölçüde tutarlı bir kültürel bütünlük arz etmektedir.
“Nasıl ki millet ‘kavim’ veya ‘etnik grup’a indirgenemezse kültür de folklöre veya mahalli renklere indirgenemez.”
Mustafa Çalık
Ayrıca, vatan mefhumu ve günlük hayatın sürdürülmesine dönük pratikler kadar geleceğe dönük ferdî-ailevî hayat tasavvurları açısından da birlik ve bütünlükten yana çok yüksek bir mutabakat bulunduğunu söylemek sun’î bir iyimserlik değildir. Terörden bıkan insanlar, geçen otuz yıl boyunca, önce ‘çekiç güç’ün koruması altında, sonra Barzani’nin kontrolündeki Kuzey Irak’a veya başka bir Kürt bölgesine değil de ülkenin daha Batısındaki şehir ve kasabalara göç ettiler. Yeni yerleştikleri mıntıkalarda yaşanan bir takım problemlere rağmen, göçenlerin geri dönmeyi düşünmeyişleri neyi anlatıyor olabilir?! Bence, bütün sancılarıyla birlikte yeni yerleştikleri bölgeyle ortak bir kaderi ve geleceği paylaşma istek ve iradesinin canlı tutulduğu açıktır. Meseleye birlik ve bütünlük kaygısıyla bakanlar için gerçekten de ciddî bir iyimserlik sebebidir bu.
Bir taraftan da ‘farklılıkları zenginlik sayma’ sloganıyla mütemadiyen farkları öne çıkarma ve farklılaştırma gayreti, farklı olmayı bizâtihî bir değer ve ideal haline getiriyor. Birlik ve bütünlük, sanki mutlak surette kültürel fakirlikmiş gibi yanlış bir ön kabûl ima ediliyor.
Yıllardır böyle yapıla geldi ve gittikçe farklılık bir ‘mit’, hattâ bir ‘kült’ mertebesine çıkarıldı.
Bununla da yetinilmedi; kavramlar, peşin hükümlere dönüştürülmüş bir anlam yükü altında çarpıtıldı. Bu ‘çarpıtma’da en fazla gadre uğrayan kavramlar, millet (ulus), millî kimlik ve kültür oldu. Meselâ, alelusûl bir akademik-terminolojik ciddiyetle ele alındığı ve ‘müteârife’ haline sokulan anlam kaymalarından sakınıldığı vakit, ne bu kültürel kimlik tartışmalarındaki ‘kültür’ün bildiğimiz kültür, ne de ‘Kürt ulusu’ iddialarındaki ‘ulus’un bildiğimiz ulus (millet) olduğu görülecektir.
Millet, “kavim” değildir, “etnik grup” hiç değildir!
Nasıl ki millet “kavim” veya “etnik grup”a indirgenemezse kültür de folklöre veya mahalli renklere indirgenemez. En homojen kültürlerde bile bulunması gayet tabiî karşılanabilecek bir takım mahallî, zümrevî, iktisadî, demografik, coğrafî ve sair farklılık ve çeşitlilikleri, kültürel aidiyet farkı olarak tanımlayıp bunu da etnik farklılıkla eşitleme ve açıklama çabası tutarlı ve ikna edici değildir. Bir kültürel kimlik karakteristik vasıflarının çoğunu, manevî-ahlâkî değerlere ve bunları üreten inanç temellerine  borçludur. İyi-kötü, doğru-yanlış, sevap-günah ölçülerinin en fazlası, her kültür için dinî-manevî temelde üretilir.
Teferruat sayılabilecek problemlere rağmen, Türkiye’deki mevcut dinî bütünleşme tahrip edilmedikçe etnik farklılıklardan kalkarak ve bazı ‘etni’lerin, o da kısmen, farklı bir ana dil konuşmalarını yeterli sayıp farklı kültürel aidiyet alanları ve bunları ifade edecek farklı kimlikler oluşturmak, etnik ayrılıkçılar ve ‘radikal demokrat’ solcuların zannettikleri kadar kolay değildir.
Siyasî ve yahut kültürel bir kimliğin teşekkülünde, bizâtihî sahip olunan vasıflar kadar, kendisini ‘öteki’nden farklı kılan unsurlar veya ‘öteki’ni nitelendiren ve kendisinde bulunmayan özellikler de belirleyicidir. Müminlerin birbiriyle ‘kardeş’ olduğunu vazeden bir dinin müminleri, dinlerinden vazgeçmedikçe birbirlerini nasıl ve nereye kadar ‘öteki’leştirebilecek veya ‘hasım’ haline getirebileceklerdir?
Kaldı ki, bizim gayrimüslim unsurlarımız dahi gittikçe Türkiye’nin kültürel bütünlüğüne dahil olmaktadırlar. ‘Diaspora’nın, İstanbul’da yaşayan bir avuç Rum ve Ermeni’yi, zaman zaman Türkiye casusluğu, bazen de “Türkiye’nin rehinesi” olmakla suçlayışında bir ‘mizansen’ aramak doğru değildir. Bu iki unsurun Türk ve Türkiye telâkkilerinde zaman içerisinde gerçekten de gözle görülür bir farklılaşma meydana gelmiştir. Nasıl ki, ırkçılığa ve başka türlü bir ayırımcılığa muhatap olmadıkları takdirde dışarıda yaşayan Türkler bir iki nesil sonra oradaki toplumlara benzemeye başlıyorlarsa bizimle yaşayanlar da bize benzemeye başlamıştır.
Mustafa Çalık, 1956’da Gümüşhane’de doğdu. 1978 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. 1980-89 arasında DPT’de uzman olarak çalıştı. 1985-87 yılları arasında ABD’de Denver Üniversitesi GSIS’de Milletlerarası Politika alanında yüksek lisans yaptı. 1981’de Mülkiye’de başladığı siyaset ilmi doktorasını, MHP Hareketi’nin Siyasî Sosyolojik ve Kültürel Kaynakları başlıklı bir tez savunarak 1992 yılında tamamladı.1989’dan beri Türkiye Günlüğü dergisinin Genel Yayın Müdürlüğü’nü yürütmektedir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera’nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Yorumlar kapatıldı.