Aram Ermeni bir entellektüel. Ve ‘1915 soykırım’ geçmişi, Aram’ın zihninin alt bölmelerinde kaybolmuş gibi. Varlık Vergisi, komünist avı başlamışken, Aram olacakları kendine konduramıyor gibi…
Konduramıyor değil, yaşamaya devam etmeye çalışıyor. Umutlu olmaya çalışıyor. Geçmişte yaşadığı şeyin üstünden geçmek değil, tam tersi hatırlamaya çalışıyor. Üreterek, resim çizerek, çeviri yaparak, hayatta kalarak ve dergi çıkararak varolmaya çalışıyor. Çok güzel bir tanımlama var Aram’ın iç sesi bölümlerinde, her şeyi anlatıyor. Diyor ki “Ben bir kumun üzerindeki su damlası gibiyim.” Yani kaybolmaya mahkûmum ama kaybolmamaya çalışıyorum. Bütün film boyunca bir türlü annesinin yüzünü hatırlayamıyor ve bütün meselemiz bu zaten. Her şeyi hatırlıyor fakat bir türlü anneyi hatırlayamıyor. Orası da kreşendonun olduğu yer diyeyim.
‘1915’TE, 1940’LARDA OLANLARIN BENZERİ BUGÜN DE OLUYOR’
Aram kendi geçmişini hatırlarken seyirci de 1915’e, 1940’lara dair memleketçe ‘unuttuklarımızı’ hatırlayacak. En azından öyle olması umulabilir…
Bu yok sayabileceğimiz bir şey değil. Bugün değişen bir şey var mı? Yok. Yok sayma ve ötekileştirme üzerine bir kültür olduğu sürece bu değişmeyecek. 1915’te de benzeri oldu. 1940’larda da benzeri oldu. Şu gün de benzeri oluyor. Hiçbir şey değişmiyor, bunları bu tip yüzleşmelerle belki bir nebze atlatabiliriz.
Son derece gurur verici. ‘Sonbahar’a girerken de “F Tipi’yle ilgili film nasıl yapılır” vesaire durumu olmuştu. Şunu atlamamalı; bir dönemi, bir ulusu, bir filmde anlatamazsınız. İnsanları temas ettirebilsek bile tamamdır. Koca bir 1915 durumunu anlatıyor değiliz. Oradaki bir insanın, geçmişiyle ve bugünüyle ilgili bir yüzleşmesini anlatıyoruz.
En azından o sorumluluğu bir filmin sırtına yükleyemeyiz.
Yükleyemeyiz. Bir oyuncunun, yönetmenin sırtına da yükleyemeyiz. Sadece insanları temas ettirebilsek bile bizim için tamamdır. Bizim derdimiz bu zaten, yoksa koca bir 1915 durumunu anlatıyor değiliz. Oradaki bir insanın, geçmişiyle ve o günüyle ilgili bir yüzleşmesini anlatıyoruz. Bununla ilgili binlerce şey yapılabilir. Ve sanatsal bir yapı içinde de bence bu kadar anlatılabilir. Yoksa bir koca olayı anlatıyorum iddiasında olan bir film ya da roman, ömrümde görmedim. Olamaz da. Burada bir insan hikâyesi var. O insanın geçmişine ve bugününe dair travmaları ve bir kesişme hikâyesi var. Gürcistan sınırına geldiğinde, orada bir dağ evinde başka iki yitik ruhla çarpışıyor. Ve üçlü olarak sıkıştıkları evde; tekrar kendileriyle, yaşadıkları anla ve durumla yüzleşiyorlar. Zaten trajik olan da oradan sonrası zaten.
Döneme dair öncesinde alakan, bilgin ne vaziyetteydi?Bu kadar değildi tabii ki. Sonuçta ben kamu yönetimi okudum. Tarihle ilgili de bilgim var ama detayına indikçe, farklı kaynaklardan ulaştıkça durumun ne kadar vahim olduğunu, neler yaşanmış olduğunu görüyorsun. Hikâyeleri birebir ağızlardan dinledikçe acıları tekrar yaşıyorsun, paylaşıyorsun. Ve herhalde bize düşen görev de bir nebze olsun işte o anları hatırlatabilmek.
YEDİ MİLYAR İNSAN BİR YERDE ‘DUR’ DİYECEKTİR
‘Sonbahar’da da 90’ların karanlık Türkiye’sinden bir insan öyküsü vardı. İnsan böyle bir yola çıktığı zaman kendisi de değişir ya artık. Eski sen olmazsın artık bu tip şeylerin içine girince. Başka bir insana dönüşürsün artık…Çünkü bilgin artıyor. ‘Sonbahar’ dönemi bir belgesel izlemiştim. Avrupa’da, F tipinde kalanların hikâyeleri üzerine… Kimisi konuşmayı unutmuş, kimisi geçmişini hatırlamıyor… İnsanın insana uyguladığı vahşetin boyutları sadece kurşunla, bombayla olmuyor. Bunları bilmek de bir baba olarak, çocuklarıma ne anlatmam gerektiğini daha da rahat ortaya koyuyor. Bilgi güçtür ama sorumluluk yükler. Yüz çeviremezsin. Dünya artık, kimsenin kaçacak alanının kalmayacağı bir yere gidiyor gibi.
Paris’te olan, Beyrut’ta olan, Silvan’da olan, Ankara’da olan… Bu artık herkesin gözünün önünde olan, kaçamayacağı bir hal alacak. Ve 7 milyar insan, bir yerde “Dur” diyecektir. Umutlarım var.
Aram’ı oynayabilmem için ana duygusunu yakalamam gerekiyordu. Bir de 1900’lerin başına kadar Ermeni toplumunda, azınlıklarda çok fazla azınlık psikolojisi yok. Onlar Anadolu’nun ana unsurları. Doğu Anadolu’nun belli bir bölgesinde uzun yıllar Osmanlı’yla büyük işbirliği içinde ilerlemişler ve bir anda sürgün yiyorlar. Parçalanıp gidiyorlar. Aram çocukluğunda, ailesini kaybettiği bir dönem yaşıyor. Ve tekrar hayatta kalmaya çalışıyor. İç dünyasında sürgünü yaşıyor. Ve hep kaçtığı şey bir kez daha karşısına çıkıyor. Sonunda kendisini bir dağ kulübesinin içinde, kendi zihninden kaçarken buluyor ve bununla yüzleşmeye karar veriyor.
Fiziksel olarak zorlandınız mı orman sahnelerinde?
Zordu. İki buçuk aya yakın hem Gürcistan–Batum’da, hem Borçka’da dağlarda, 1800 metre civarında zor şartlarda çalıştık. Ben Türkiye’de öyle orman görmemiştim hiç, ‘balta girmemiş orman’ denir ya, resmen öyle bir yerin içinde bütün ekipçe elimizden geleni yapmaya çalıştık. Oynarken o dağ kulübesine hepimiz ekip olarak sıkışınca da zorlandık. Şartlar o kadar zordu ki… Çünkü ulaşamıyoruz, yürüyerek bir dağ geçmemiz gerekiyor. Her gün ekipmanlarla orayı geçiyoruz.
Özcan Tuba’nın bir fotoğrafını görmüş, oradan bir şey yakalamış. Çok da keyifli çalıştılar. Biz hiç denk gelmedik Tuba ile ama…
Gelmemiş olabilir. Ve tabii ki ilk duyduğunda şaşırtıcı. Gazetelerde okuyup bana soranlar oldu, “Nasıl ya, anneni mi oynuyor! Olur mu öyle şey?” diye. İzleyicince görecekler, nasıl olduğunu. Garip bir şey…
Kısa filminiz ‘Orman’ın öyküsü nasıl başladı?
Mülteci meselesi çok gözümüzün önünde, “Küçük de olsa bir farkındalık yaratabilir miyiz?” dedik. Doğu Akal’la çalışmaya başladık. Sonra Hakan Günday’la senaryoyu çalıştık ve 10 günlük süreçte de ilk denememizi yapmış olduk. Üretimin parçası olmayı seviyorum. Ama “Yönetmenim” edasında değilim. Kamera arkası da hoşuma gittiği için böyle bir denemeye girdik. Ama “Ben bir yönetmenim” edasıyla değil. Şöyle konuştuk ilk başta; deneriz, oturur, izleriz. Kötüyse de “Ay ne kadar kötü yapmışız deriz” dedik. Buradan sonrası için de anlatmayı istediğimiz hikâyelerin bu sefer daha uzun versiyonlarını çalışıyoruz diyeyim.
İlk deneme için fena değil. Daha öğreneceğimiz çok şey var. İstediğiniz kadar antrenman yapın, maça çıkmadan belli olmuyor. Uzun metrajlı çalışmamızın senaryosu bitti. Yine mülteci meselesi…
Evet, film ‘Daha’nın adaptasyonu olacak. Sundance’te senaryomuzla son aşamaya kaldık, Aralık’ta açıklanacak.
‘Hatırla Gönül’ü de konuşalım. Nasıl bir psikopat o adam öyle? İzlerken gerçekten gerildim…
Öyleymiş, evet.
İnsan kendini çok böyle izleyemiyor. Sen orada nüansları yakalamaya çalışıyorsun. “Aman bu kadar psikopat olsun” diye bir şey yapmadım. Çıkan sonuç o oldu ; tiksinç bir ağabey oldu.
Onur Saylak, bu sezon ‘Hatırla Gönül’ dizisinde Tekin olarak karşımıza çıkıyor…
Tabii bir de seni hiç öyle görmediğimiz için…
Aslında etrafıma hep söylüyordum; “Bir tane kötü adam denk gelse” diye, bu denk geldi. Herkesin içinde olan karanlık tarafları oynadım. Tekin biraz daha açmış ve bunu da benimsemiş. Hepimizin kaçtığı, an an kendinden nefret ettiği anları, bir ikincil karakter olarak üstlenip hayata geçiren bir psikomanyak diyelim.
Zor soru… Herhalde “ben” duygusu çok öne geçiyor. Erkek dünyasının iktidarla mücadelesinin sonucu olabilir. Erk olma durumu; “Benimsin, yoksa kimsenin olamazsın…” Biraz içgüdüsel sapkınlıktan herhalde.
Tabii ki. Toplum zaten buna müsait. Böyle yetiştiriyorsun, küçüklükten beri erkeğin iktidar sahibi olması, güç sahibi olması, para kazanması ve işinde iyi olması, kadınların ona öyle davranması öğretildiği ya da öngörüldüğü için, buna sahip olamayan ya da bunu elinden kaçıran adam manyaklığa ulaşıyor herhalde. Hayatta benim öyle bir manyaklığım olmadı. Olmaz da, zannetmiyorum. Ama herhalde oralardandır, çok da bilmiyorum gerçekten. Çünkü ben algılayamıyorum. Bir adam neden bunları yapar? Bir insan neden bu kadar sapkınlaşır?
Böyle bir ortamda, iki kız çocuk babası olarak endişeli olabilir misin?
Tabii ki anne-baba olarak endişelisin. Ama kendi kararlarını verebilen, ayakları üzerinde durabilen, yaşadığı çağın farkında olan kadınlar olmaları için uğraşıyoruz.
Yorumlar kapatıldı.