İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hüsün ve kubuh

Emrah Çelik
 Avrupa ülkeleri, Japonya, Kanada gibi “gayrimüslim” ülkelerin sadece teknolojide değil, ahlakın çeşitli alanlarında da bizim toplumlarımızın çok önünde olduğunun daha belirgin bir şekilde ortaya çıkması büyük bir şaşkınlığa neden oldu. Zira şimdiye dek Batı’nın “teknolojisini alıp ahlaksızlıklarını almama” konusunda titizlenilirken, son zamanlarda Batı ahlakı, teknolojisi kadar cazip gelmeye başladı. Ve doğal olarak, iyi ile kötünün tanımları, kaynakları, sonra da “İslami” olanın ne olduğu, İslam’ın hükümlerinin mutlak ve tek doğrular olup olmadığı soruları zihinleri meşgul eder oldu… İslami literatürde bu konu “Hüsün – Kubuh” (güzellik – çirkinlik, ya da iyilik – kötülük) başlığı altında çeşitli açılardan tartışılır. Benim işaret etmek istediğim kısım ise, ahlaki ve hukuki ‘hükümleri’ bilme aracı olarak vahyin ve aklın yerleri ile ilgili.

İnanç ve ibadetlerle ilgili olanların tam olarak değilse de, dinin ahlaki ve hukuki hükümleri ihtiva eden bölümlerinin daha çok aklın alanına girdiğini ve aklî olduğunu düşünüyorum. Ki ancak o şekilde insanın ‘sorumluluğu’ fikrini savunabiliriz ve ancak o şekilde din, iyi bir yaşam kurma konusunda daha ‘dinamik’ hâle gelebilir.
***
Bir şey, aslında iyi olduğu için mi din onu emretmektedir, yoksa o şey, din emrettiği için mi artık ‘iyi’ olmuştur?
Bir şey, aslında kötü olduğu için mi din tarafından yasaklanmaktadır, yoksa o şey, din yasakladığı için mi artık ‘kötü’ olarak vasıflandırılmaktadır?
İyilik ve kötülük zâtî midir, yoksa izâfî mi? İnsanların mükellefiyetine dair bilgiler aklî midir, yoksa ilahi mi?
Bu soruları içeren konu, Sokrat’tan başlayarak Antikçağ Yunan filozoflarını, İran’daki Zervaniler ve Maniheistleri, Brahmanları, Hıristiyan ilahiyatçılarını ve son yüzyıllardaki Avrupa filozoflarını meşgul ettiği gibi, eskiden beri müslüman düşünürlerin de üzerinde durduğu konuların en önemlilerinden biridir.
‘Eskiden beri’ demek aslında tam olarak doğruyu ifade etmiyor; eskiden, yani Eş’ariyye, Maturidiyye, Şia, Mutezile mezheplerinin âlimleri ve ilk müslüman filozoflar tarafından tartışılan bu konular daha sonrakilerce çoğunlukla tekrar ya da şerh edilmekle yetinilmiş.
Ama bugünlerde yeniden tartışılmasının zamanının geldiği artık çok açık.
Muhafazakâr- dindar kimlikleri ile bilinen ve son yıllarda hemen her alanda ‘güç sahibi’ olan kişi ve kurumlarda görülen büyük ahlaki sorunlar ve genel olarak müslüman ülkelerin sergiledikleri ahlaki zaaflar, Türkiye müslümanlarının önemli bir kesimini yukarıdaki sorularla karşı karşıya getirdi.
İyiliğin, ahlakın mutlaka dinden kaynaklanması gerekmediği, dinlerden bağımsız olarak da iyi bir ahlak anlayışının olabileceğine dair düşüncelere sevk etti.
Muhafazakârlarca tanımlandığı anlamıyla “dindarlık” ile ahlakın, esasında birbirlerini zorunlu olarak gerektirmedikleri fikri yaygınlaştı.
Avrupa ülkeleri, Japonya, Kanada gibi “gayrimüslim” ülkelerin sadece teknolojide değil, ahlakın çeşitli alanlarında da bizim toplumlarımızın çok önünde olduğunun daha belirgin bir şekilde ortaya çıkması büyük bir şaşkınlığa neden oldu. Zira şimdiye dek Batı’nın “teknolojisini alıp ahlaksızlıklarını almama” konusunda titizlenilirken, son zamanlarda Batı ahlakı, teknolojisi kadar cazip gelmeye başladı.
Ve doğal olarak, iyi ile kötünün tanımları, kaynakları, sonra da “İslami” olanın ne olduğu, İslam’ın hükümlerinin mutlak ve tek doğrular olup olmadığı soruları zihinleri meşgul eder oldu…
İslami literatürde bu konu “Hüsün – Kubuh” (güzellik – çirkinlik, ya da iyilik – kötülük) başlığı altında çeşitli açılardan tartışılır. Benim işaret etmek istediğim kısım ise, ahlaki ve hukuki ‘hükümleri’ bilme aracı olarak vahyin ve aklın yerleri ile ilgili.
İnanç ve ibadetlerle ilgili olanların tam olarak değilse de, dinin ahlaki ve hukuki hükümleri ihtiva eden bölümlerinin daha çok aklın alanına girdiğini ve aklî olduğunu düşünüyorum. Ki ancak o şekilde insanın ‘sorumluluğu’ fikrini savunabiliriz ve ancak o şekilde din, iyi bir yaşam kurma konusunda daha ‘dinamik’ hâle gelebilir.
İyi’nin ve güzel’in ancak vahiy yoluyla bilinebileceğini iddia etmek, vahyin üzerinden geçen her zaman içinde aklın sınırlarını daha da fazla daraltıyor. Bununla birlikte, müslüman zihninin durgunluğuna ve kendi zamanının yeni değerlerini doğru okuyamamasına neden oluyor.
Tabii bu düşünce, kendi içine ve zihin dünyasına kapalı müslüman toplumlarda daha yaygın. İyi ve güzelin ancak vahiy yoluyla öğrenilebileceği düşüncesini sahiplenen müslümanlar, ‘ötekilerin’ ahlaksızlık ve kötülük içinde yaşadıklarını ya ima ediyorlar, ya da açıkça iddia ediyorlar.
Bunun aksini gösteren örneklerle karşılaştıkları zaman ise şaşkınlıklarını yok sayma yoluyla bastırmaya çalışıyorlar. Geçen aylarda Almanya ve Danimarka’nın Suriyeli mültecileri kabul etmeleriyle ilgili olumlu haberler üzerine bazı “muhafazakâr medya” organlarının telaş içinde bunun aksini iddia etme çabasına girmeleri de aslında tam bu yüzden…
“Gerçek İslam”ı kendisinin anlayıp temsil ettiği iddiasıyla farklı düşünen diğer müslümanları tekfir edebilen grupların oldukça yaygın olduğu İslam dünyasında böyle bir konuyu açıkça masaya yatırmanın zorlukları var hâliyle. Yine de ilerleyen haftalarda tartışmaya devam edelim…
emrahce@gmail.com
Twitter: @emrahce

Yorumlar kapatıldı.