İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni Soykırımı

Alberto Manguel
 Adolf Hitler, 1939’da Polonya’nın istilasından kısa süre önce askeri bakanlar kuruluna şunu soruyordu: “Yani bugün artık Ermenilerin imha edilmesinden söz eden kaldı mı?”
 Hitler’in retorik sorusunun binlerce cevabı var; çünkü Osmanlı Türk hükümetinin emriyle bir buçuk milyon Ermeni’nin kıyıma uğradığı korkunç onyıldan beri, dünyadaki Don Quijote’lar tekrarlayıp duruyor: “İşte affedilmez bir zulüm, işte unutulamaz kötülük, işte son derece adaletsiz, korkunç bir eylem. İmkansıza inanmak isteyebilirsiniz, büyük suçun asla işlenmediğine. Ama işlendi. Söyleyebileceğiniz hiçbir şey bu trajik olayı silemez.”

Hitler’in döneminden beri dünya Nazi Almanyası’nın mezalimini mahkum etti, mahkum etmeye de devam ediyor ve bizzat Almanya bu mezalimi kabul etti, kabul etmeye de devam ediyor. “Evet” diyor Almanlar, “bu oldu. Atalarımız adına pişmanız ve bağışlanmayı diliyoruz, böyle bir şey mümkünse eğer. Burada, topraklarımızda olanları unutmayacağız, kimsenin unutmasına izin vermeyeceğiz. Bunun bir daha olmasına da izin vermeyeceğiz.”
Ama Türkiye, en azından Türk hükümeti, ne yazık ki henüz bu kabul aşamasına erişmedi. Dünyanın dört yanındaki kabul eden o binlerce sese rağmen, Türk toplumunun büyük bölümü, sanki Hitler’in sorusuna bir suç ortağı sessizliğiyle kuvvet kazandırmaya çalışırmış gibi, tarihi olguları teslim etmeyi hala reddediyor: Bütün Anadolu nüfusunun, o sırada bölgede mevcut olan en eski nüfusun, bir buçuk milyondan fazla erkek, kadın ve çocuğun, 1909 ve 1918 yılları arasında, şair Carolyn Forche’nin deyişiyle “çağımızın ilk soykırımı”nda imha edildiğini reddediyor.
Hrant Dink her ciddi gazetecinin, her dürüst entelektüelin, kendine saygısı olan her yurttaşın istediğinden fazlasını istemiyordu: hakikatin kabul edilmesini. Katledilmesi, Sokrates’in “Dünyada, ait olduğu devlette pek çok hatanın ve hukuka aykırılığın meydana gelmesini vicdanına dayanarak önleyen hiç kimsenin canını kurtarması mümkün değildir.” sözünü doğruluyor. Hrant Dink bunu biliyordu mutlaka ve Sokrates’in çıkardığı şu sonucu da: “Adaletin hakiki savunucusu, kısa süreyle bile olsa sağ kalmaya niyetliyse eğer, mutlaka özgürlüğünü özel hayatla kısıtlayıp siyaseti kendi haline bırakmalıdır.” Böyle bir kısıtlama, Dink’in anladığı ve Sokrates’in kendisinin de bildiği gibi imkansızdır; çünkü yaptığımız her şeyin, verdiğimiz her kararın, sivil yurttaşlar olarak belirttiğimiz her fikrin siyasi sonuçları vardır.
Siyaset, tanım olarak, birkaç kişinin iktidar koltuklarını işgal ettiği ve diğerlerinin de geri kalan pek çok rolü üstlendikleri ortak bir etkinliktir. Toplumlarımızın kendilerini olduğundan daha az farklı gösterme ve daha fazla kendileri gibi olma mücadelesinde hiçbir yurttaş gözden çıkarılamaz, hiçbir ses yararsız değildir.
Hrant Dink, basılan son yazısında “Tek silahım, samimiyetim” diye yazmıştı. Sokrates’in de gayet iyi bildiği gibi samimiyet, birden fazla şekilde ölümcül olabilen bir silahtır. Bu, Dink’in son dersiydi: Hakikati arayan kişi susturulabilse de, samimiyeti, nihayetinde yalanı ortadan kaldıracaktır.

Yorumlar kapatıldı.