İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Eşit haklar olmadan kardeşlik olmaz’

Tarık Ziya Ekinci
Kürtler Eşit Haklı Vatandaşlık İstiyor, Kardeşlik Değil. Toplumsal sorunların çözümünde ve insanlığın gelişip ilerlemesinde de belirleyici olan gelişmiş bir demokrasi ve evrensel nitelikli hukuk sistemidir…Devletin gelişme ve güçlenme yıllarında Müslüman kavimlerin tümü milleti hâkime, gayrimüslimler ise milleti mahkûmeydi. Örneğin Müslüman Türkler, Araplar ve Kürtler milleti hâkime, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Sırplar vb. gayrimüslim kavimler ise milleti mahkûme olarak tanımlanıyorlardı… İmparatorluğun dağılmasını önlemek için ulus kavramı öne çıkarıldı. Türkçülük önem kazandı. Tebaanın adlandırılmasında din öğesinin yerini etnik farklılıklar aldı. Ümmet karşılığındaki millet sözcüğü de anlam değiştirdi. Nation (ulus) anlamında kullanılmaya başlandı. Bu değişimde kapitalizmin gelişmesi de etkiliydi. Böylece milleti hâkime ve milleti mahkûme ayırımı egemen ulus ve etnik azınlık ikiciliğine dönüştü. Sayısal üstünlüğü olan Türkler ‘milleti hâkime’ nitelemesindeki Müslüman topluluk konumundan egemen ulus konumuna geçtiler. Türklerin dışında kalanlar ise din ayırımı gözetilmeden azınlık sayıldı. Cumhuriyet dönemine gelince ulus ve azınlık karşıtlığı daha da derinleşti. Sünni Müslüman inancından, tek dilli, tek kültürlü homojen bir Türk ulusu oluşturma politikası benimsendi. Bunun gereği olarak da gayrimüslimler ülke dışına kaçırıldı. Osmanlı döneminde milleti hâkime statüsünde olan Müslüman Kürtler ise yok sayıldı ve baskı altında asimilasyona zorlandı.

***
Kürtler Eşit Haklı Vatandaşlık İstiyor, Kardeşlik Değil. Toplumsal sorunların çözümünde ve insanlığın gelişip ilerlemesinde de belirleyici olan gelişmiş bir demokrasi ve evrensel nitelikli hukuk sistemidir.
Kürtler, Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak yok sayıldı. Ancak, 1991’de varlıkları tanındı ve resmiyet kazandı. Hemen sonra da, o güne kadar hiç kullanılmayan ya da kullanılması sakıncalı görüldüğü için itibar edilmeyen, “Kürt kardeşliği” deyimi kullanıma girdi. Ve kısa zamanda yaygınlık kazandı. Bu kavramı tedavüle sokanların amacı, Türkiye’de yalnız Türklerin egemen ulus “milleti hâkime” olduklarını, vatandaşlık hakkının da onlara ait olduğunu hatırlatmak ve Kürtleri “kardeşlik” payesiyle pasifize etmek olduğu açıktır.
Türkiye’de millet ve vatandaşlık kavramlarının oluşumu ve Kürtler
Osmanlı devlet sisteminde Padişah Allah’ın yeryüzündeki temsilcisidir. Toplumu yönetme ve hükmetme yetkisi ona Tanrı tarafından bağışlanmış bir haktır. Padişahın egemenliği altındaki insanların tümü onun kullarıdır. Feodal değerlerin hâkim olduğu bu evrede “nation” kavramının karşılığı olan “ulus” ya da bugünkü yaygın anlamıyla “millet” deyimi henüz kullanımda değildir. O dönemde millet deyimi aynı dine mensup toplulukları tanımlayan bir sözcüktür. Vatandaşlık kavramı da bilinmiyordu. Padişahın kulları inançlarına göre ya “milleti hâkime” ya da “milleti mahkûme” olarak sınıflandırılmaktaydı. Devletin gelişme ve güçlenme yıllarında Müslüman kavimlerin tümü milleti hâkime, gayrimüslimler ise milleti mahkûmeydi. Örneğin Müslüman Türkler, Araplar ve Kürtler milleti hâkime, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Sırplar vb. gayrimüslim kavimler ise milleti mahkûme olarak tanımlanıyorlardı. Milleti hâkime konumunda olanlar Padişahın makbul kulları, milleti mahkûme olanlar ise gayri makbul olanlardı. Osmanlı İmparatorluğunun çöküş sürecinde bağımlı halkların birer birer devletten kopmaları ile birlikte milleti hâkime ve milleti mahkûme ikiciliği muhteva değiştirdi. İmparatorluğun dağılmasını önlemek için ulus kavramı öne çıkarıldı. Türkçülük önem kazandı. Tebaanın adlandırılmasında din öğesinin yerini etnik farklılıklar aldı. Ümmet karşılığındaki millet sözcüğü de anlam değiştirdi. Nation (ulus) anlamında kullanılmaya başlandı. Bu değişimde kapitalizmin gelişmesi de etkiliydi. Böylece milleti hâkime ve milleti mahkûme ayırımı egemen ulus ve etnik azınlık ikiciliğine dönüştü. Sayısal üstünlüğü olan Türkler ‘milleti hâkime’ nitelemesindeki Müslüman topluluk konumundan egemen ulus konumuna geçtiler. Türklerin dışında kalanlar ise din ayırımı gözetilmeden azınlık sayıldı. Cumhuriyet dönemine gelince ulus ve azınlık karşıtlığı daha da derinleşti. Sünni Müslüman inancından, tek dilli, tek kültürlü homojen bir Türk ulusu oluşturma politikası benimsendi. Bunun gereği olarak da gayrimüslimler ülke dışına kaçırıldı. Osmanlı döneminde milleti hâkime statüsünde olan Müslüman Kürtler ise yok sayıldı ve baskı altında asimilasyona zorlandı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Başbakan İsmet İnönü Kürtlerin konumunu şu sözlerle açıklıyor: “Milliyet yegâne vasıta-i iltisaksımızdır. Diğer anasır Türk ekseriyeti karşısında haiz-i tesir değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”[1] Sivas demiryolunun açılışı münasebetiyle yaptığı konuşmada ise “(…) Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” [2] diyordu.
Kürtler var olduklarını kabul ettirmek için aralıksız biçimde ve ağır bedeller ödeyerek 70 yıl boyunca mücadele ettiler. Nihayet 1991’de Başbakan Demirel devlet adına “Kürt realitesini tanıyoruz” diyerek Türkiye’de Kürtlerin varlığı resmen kabul ve ilan edildi. Bu açıklamanın yapıldığı güne kadar, Türkiye’de Kürtlerden ve Kürt halkından söz etmek ağır cezalık bir suçtu. Resmiyette Kürt yoktu. Onlar dağlı Türklerdi. Devlet ideolojisini sürdüren aydın, yazar ve akademisyenlerin görevi Kürt diye bir kavmin olmadığını, bu adla anılan topluluğun Orta Asya kökenli bir Türk boyundan geldiklerini kanıtlayan çalışmalar yapmaktı.
Kürtler büyük acılar çekerek varlıklarını kabul ettirdikten sonra da başlattıkları vatandaşlık mücadelesi devam etti. Bu kez, ayrı bir halk olarak statülerinin belirlenmesini, evrensel nitelikli temel haklarının tanınmasını ve eşit haklı yurttaş olarak benimsenmeyi istiyorlardı. Bu mücadele bugün de devam ediyor.
Kürt kardeşliği pasifleştirici bir ideolojidir
Kürtler ayrı bir halk olarak tanındıktan sonra artık ret ve inkâr edilmeleri mümkün değildi. Onları mücadele etmekten alıkoyacak yeni bir ideolojik araca ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı karşılamak amacıyla bir “üst aklın” önerdiği “Kürt kardeşliği” kavramı geliştirildi. Özü itibariyle duygusallığı ağır basan Kürt kardeşliği kavram yaygınlaştı ve giderek karşı çıkılması imkânsız bir toplumsal değer haline geldi. Bu yeni soyut kavramla telkin edilmek istenen şuydu:  artık Kürtler geçmişi unutmalı, kardeşlik bir milat olmalıdır. Kürtler başka haklar istemekten vazgeçmeli “kardeşlik şefkatinin” manevi hazzıyla yetinmelidirler. Oysa yaşam sanıldığı gibi tekdüze değil. Geçmişi, bugünü ve geleceğiyle bir bütündür. Geçmişi sorgulamadan bugünde yaşamak hayatın gerçeğiyle bağdaşmaz. Kürtler, bugün, Kardeşlik edebiyatı yapan ‘Türk kardeşlerinden’ yok sayıldıkları, sürgünlerde açlık ve sefalet çektikleri, köylerinin yakılıp yıkıldığı, faili meçhul cinayetlerle ortadan kaldırıldıkları yıllarda neden kardeş sayılmadıklarının yanıtını istiyorlar. Kardeşlik hayatın herhangi bir evresinde rastgele benimsenen geçici bir ilişki değil. Yaşamla beraber oluşan ve yaşam boyu devam eden insani bir değerdir. Oysa beklenmeyen bir anda ortaya çıkan “Türk-Kürt kardeşliği” bu gerçekle çelişmekte.
Kardeşlik edebiyatı yapanlar ya ‘üst aklın’ tuzağına düşenlerdir. Ya da bilinçli olarak ‘üst aklın’ hizmetindedirler. Her iki durumda da sonuç değişmiyor: Kürtleri pasifize etmek ve onları temel vatandaşlık hakları için mücadele etmekten alıkoymak.
Kardeşlik hukuku kardeşin meşru haklarını savunmayı gerektirir
Kürtlerin bir halk olarak tanınması onların temel vatandaşlık haklarından yararlanmalarını kaçınılmaz yapar. Bu hakların tanınması bağlamında Kürt aktivistleriyle “Türk kardeşleri” arasında aşılmaz bir duvar oluşmuş. Kürtler evrensel nitelikli temel vatandaşlık haklarından yararlanmak istemekte… Kardeşlik edebiyatı yapanlar ise başka bir hak istemekten vazgeçmelerini ve “kardeşliğin manevi hazzıyla” avunmayı tavsiye etmekteler. Bu karşıtlığı aşmanın tek bir yolu vardır: Türkiye’de özgürlükçü, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne bağlı ileri bir demokrasiyi kurup işletmek ve eşit haklı anayasal vatandaşlığı yaşama geçirmektir. Ancak böyle bir düzende Türk-Kürt kardeşliği bir anlam kazanır. 
Gelişmiş demokrasileri, Türkiye’deki biçimsel demokrasiden ayıran hukukun üstünlüğü, özgür basın, şeffaflık, insan haklarına saygı, kuvvetler ayırımı vb. evrensel değerler olarak bilinir. Ama günümüzde belirleyici olan asıl ayıraç anayasal vatandaşlıktır. Bu kavram, Nazizmin kökleri üzerinde araştırma yapan Avrupalı düşünürler tarafından geliştirildi. Ve Alman düşünür Habermas tarafından formüle edildi. Anayasal vatandaşlık çok kültürlü bir toplumda her türlü etnik, kültürel ve dilsel tekelciliği reddeden, farklı dil, inanç ve kültürlerden herhangi birinin diğerleri üzerinde egemenlik kurmasını yasaklayan bir kavramdır. Bir ülkede anayasal vatandaşlıkkavramının toplumsal bir değer haline gelmesi, ancak, demokratik kurumların güvencesi altında, anayasal yurtseverlik kültürünün oluşması ile mümkündür. Bu çağdaş yurttaşlık anlayışı Batı’da 1980’den itibaren uygulanmaktadır.
Anayasal vatandaşlık farklı toplulukların haklarını koruyan uluslararası hukuktan güç alır
Anayasal vatandaşlık kavramı, farklı etnik, dinsel ve kültürel toplulukların temel insani haklarını tanımlayan uluslararası hukuksal belgelerden güç alır. Batı demokrasilerinde bu hakları tanımlayan sözleşme ve anlaşmalardan oluşan son derece kapsamlı bir azınlık hukuku[3] oluşmuş. Bu belgelerde yer alan azınlık haklarının tanınarak uygulanması demokratik hukuk devleti olmanın vazgeçilmez koşuludur. Örneğin AB ülkelerinde Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT), Avrupa Birliği (Kopenhag Kriterleri)  vb. kurumlar içinde oluşan yirmiyi aşkın sözleşme ve anlaşmadan oluşan bir azınlık hukuku uygulanmakta.Bu belgelerin içerdikleri kuralların tümü birden azınlık hukukunu oluşturur. Anayasal vatandaşlık bağlamında azınlık hukukuna saygı gösterilmesi demokrasiyle yönetilmenin ölçütüdür. Örneğin Avrupa Birliği’ne aday bir ülkenin üyeliğe alınması için azınlık hukukunu oluşturan uluslararası belgelerin tümünü benimseyip onaylamış olması şarttır. Türkiye bu sözleşmelerin bir bölümünü onaylamış olup çoğunda taraf konumundadır. Ama uygulamadan imtina etmekte…
Azınlık hukukunu oluşturan ortak hükümler şunlardır:
Ulusal kimliğinin ve ulusal kültürün tanınması,
Anadilde eğitim görme hakkı,
Kendi dillerinde bilgilendirilme hakkı,
Etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerinin korunması hakkı,
Anadillerin resmi mercilerde kullanılması hakkı,
Azınlıkların tarih ve kültürlerinin okutulması hakkı,
Tarihsel ve bölgesel veriler dikkate alınarak bölgesel ya da özerk idareler kurma hakkı,
Kendi aralarında örgütlenmeleri ve yönetime özgürce katılmalarını sağlayacak düzenlemenin yapılmasını talep etme ve gerçekleştirme hakkı,
Demokratik hiçbir devlet azınlıkların asimile olmalarını kolaylaştıracak düzenlemeler ve idari bölünmeler yapma hakkına sahip değildir.
Azınlıkların dil, din ve kültürlerini asimile edecek uygulamalar kültür soykırımı sayılır ve insanlık suçudur.
Kardeşlik deyimi neden iticidir? 
Yukarıdan beri yapılan açıklamaların ortaya koyduğu gerçek şudur: Çağımızın yükselen değeri, hukukun üstünlüğüne bağlı özgürlükçü bir demokrasi ve anayasal vatandaşlıktır. Toplumsal sorunların çözümünde ve insanlığın gelişip ilerlemesinde de belirleyici olan gelişmiş bir demokrasi ve evrensel nitelikli hukuk sistemidir. “Kardeşlik”, “akrabalık”, “ırksal yakınlık” vb. kavramlar içeriksiz soyut feodal değerlerdir. Bunların toplumsal gelişmeye ve barışa katkıları yoktur. Aksine, pasifleştirici ve frenleyici etkileri vardır. 
Tüm bu nedenlerle Kürtler pasifleştirici soyut ve içi boş “kardeşliği” değil, Türkiye’de ileri bir demokrasinin kurulmasını ve eşit haklı anayasal vatandaşlığın uygulanmasını istemekte ve bu hedeflere ulaşmak için hukuk içinde mücadele etmeyi yeğlemektedirler.
Kardeşlik sözcüğünün büyüsüne kapılarak “Kürt kardeşliği” deyimini kullanmakta keramet arayan iyi niyetli vatandaşlarımızın da içtenliklerini kanıtlamanın yolu bu deyimi yinelemek değil, Kürtlerle birlikte ileri bir demokrasinin kurulması ve eşit haklı anayasal vatandaşlık için mücadele etmektir. (TZE/HK)
* Türk-Kürt kardeşliği temasını kullanarak düşünce üretenler, yazı yazanlar, ulusal birlik ve bütünlük üzerine ahkâm kesenlerin gerçek amacı Kürtlerin milleti mahkûme statüsünde olduklarını belirtmektir. Bunların bir bölümü iyi niyetlidir. Kürtlere kardeşlik payesi verilince sorunların biteceğini hayal ederler.
[1] Vakit gazetesi, 27 Nisan 1925
[2] Milliyet Gazetesi, 31 Ağustos 1930
[3] Farklı etnik, dinsel ve kültürel toplulukların hukukunu tanımlayan deyim
Tarık Ziya Ekinci
18 Şubat 1926’da Lice’de doğdu. İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1965’te Türkiye İşçi Partisi’nden Diyarbakır milletvekili seçildi. 12 Mart’ta Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevi’nde “Kürtçülük” propagandası yaptığı iddiasıyla TCK’nin 142/1 maddesinden üç yıla mahkûm oldu ve iki yıl tutuklu kaldı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da beş kez tutuklandı. 1982-1989 döneminde Paris’te kaldı. Kürt sorunuyla meşguliyetini, düşünmeyi ve yazmayı hep sürdürdü. Kitapları: Doğu Dramı (1966), Devlet ve Ben (1995), Faili Meçhul Bir Cinayet (1994), Vatandaşlık Açısından Kürt Sorunu ve Bir Çözüm Önerisi (1997), Demokrasi, Çokkültürlülük ve Bir Yargısal Serüven (1999), Avrupa Birliği’nde Azınlıkların Korunması Sorunu Türkiye ve Kürtler (2001), Sol Siyaset Sorunları Türkiye İşçi Partisi ve Kürt Aydınlanması (2004), Millet, Milliyetçilik, Devlet ve Anayasa Sorunları (2004), Türkiye’de Demokrasi ve İnsan Hakları Sorunları (2004), Türkiye’nin Kürt Siyasetine Eleştirel Yaklaşımlar (2004), Türkiye’nin Çağdaşlaşması ve Kürtler (2006), Lice’den Paris’e Anılarım (2011).

Yorumlar kapatıldı.