İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Millîlik, millîyetçilik açmazında demokratikleşme ve Kürt sorunu

Levent Köker / AA
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bugün “yerli ve millî” kavramlarını vurgularken işaret etmek istediği noktaları bu açıdan değerlendirmek yerinde olur. Unutmamak gereken bir iki noktanın da altını bu bağlamda çizmeliyiz. Bunlardan ilki, Sayın Cumhurbaşkanı’nın bir süredir “Kürt sorunu yoktur” yaklaşımını açıkça telâffuz etmesiyle ilgilidir. Gerçekten de, İslâmî/İslâmcı milliyetçilik” açısından baktığımızda, Kemalist (Türk) milliyetçiliği için kabul edilemez olan Kürt kimliğinin “kültürel” boyutlarına ilişkin reformların “Kürt sorunu”nu bitirdiği rahatlıkla söylenebilir: “Daha ne istiyorsunuz!” deyişinde de özetlendiği gibi. İkinci nokta da burada belirmektedir: Anlaşıldığına göre, Sayın Erdoğan (ve herhâlde AK Parti), en azından bir noktadan itibaren, “çözüm süreci”ni “Kürt sorununun çözümü süreci” olarak değil de, sâdece PKK’nın silâhsızlandırılması da dâhil, “terörün sona erdirilmesi” süreci olarak görmüş. Oysa askerî bürokrasinin en üst kademelerinden de uzun zamandır dile getirilegelmiş olan görüşler de yansıtmaktadır ki PKK neden değil sonuçtur ve bu sonucu üreten de “Kürt sorunu”dur. Sorun “kültürel” değil “politik” bir sorundur ve Türkiye’nin yeni ve demokratik bir anayasa ile “anayasa” kavramının doğru anlamıyla yeniden ve demokratik bir biçimde kurulması ile çözülebilecek olan bir sorundur.

***
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 20 Eylül’deki “Bir Milyon Nefes, Teröre Karşı Tek Ses” mitinginde “1 Kasım’da Meclis’e 550 tane yerli, millî milletvekili gönderin” demiş, daha sonra da tartışma ve eleştiri konusu yapılan bu sözlerine açıklık getirerek, “yerli ve millî” sıfatlarıyla ne kastettiğini açıklamıştı.
Açıklamanın özünde, “yerli ve millî olma”nın etnik köken veyâ din yâhût inanç tercihi olmayıp, Türkiye’nin meseleleriyle dertlenmek biçiminde tanımlanması yatıyordu. Sayın Cumhurbaşkanı, “11. Muhtarlar Toplantısı”nda yaptığı konuşmada, biraz daha açık bir biçimde, şu ifâdelere yer veriyordu: “Hangi adla, hangi kisveyle olursa olsun, ülkemizin kazanımlarına saldıranlar, birliğine, bütünlüğüne kastedenler bu vatana ait değildir.” Buradan anlıyoruz ki, “yerli ve millî olmak”, sâdece Türkiye’nin dertleriyle dertlenmek değil aynı zamanda Türkiye’nin kazanımlarına “saldırmamak”, ülkenin “birliğine, bütünlüğüne kastetmemek” gibi vecîbeleri de içermektedir.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu değerlendirmeleri, kuşkusuz, ayrıntılı bir biçimde tahlil edilmeyi hak etmektedir. Ancak bundan da ötede, bu sözlerle ortaya konulan yaklaşımın Cumhuriyet’in kuruluşundan beri gelen bir temel sorunu yeniden üretmeye aday bir nitelik taşıdığını görmemiz gerekmektedir. Bu temel sorun, Türkiye’nin Cumhuriyet ile birlikte içine girmiş olduğu “millî devlet” olma yolu ve bu yolun siyasî ideolojisi olan “milliyetçilik” ile ilgilidir.
“Millî”, bilindiği gibi “millet” kelimesinden yapılma bir sıfattır ve bu nedenle de “millet” kelimesinin kavramsal içeriğini ortaya koymadan anlaşılması mümkün değildir. Millet kelimesi ise Türkçe’nin en sorunlu kelimelerinden biridir zirâ uzun, çok uzun bir süre, Osmanlı Devleti’nin de içinde yer aldığı İslâm medeniyet dairesindeki kullanımı nedeniyle, doğrudan bir dîne mensubiyeti anlatan ve bu bakımdan da “dinî cemaat [community]” ile özdeşleşmiş anlamı modern dönemde değişmiştir. Osmanlı millet sistemi veya Osmanlı’da milletler denildiğinde, örneğin, anlatılmak istenen, “millet-i hâkime” olarak “İslâm milleti” ve “milel-i mahkûme” olarak “gayrimüslim milletler”di. Zaman içinde, bu “dinî cemaat” manasının yanına, Avrupalı “nation” sözcüğünün karşılığı olma keyfiyeti eklenmiş ama, millet kavramındaki din vurgusu hiç ortadan kalkmamıştır; Lozan Antlaşması’nda azınlıkların “gayrimüslimler” olarak tespitinde görüldüğü gibi. Cumhuriyet döneminin ilerleyen yıllarında ise “millet”, tam da Avrupalı kullanıma uygun bir biçimde, “millet-devlet” [nation-state] özdeşliğini ifade eder biçimde kullanılmıştır. Örneğin bugün “milletlerarası” diye tercüme ettiğimiz, daha eskiden “beynelmilel” denilen “international” kelimesinin “devletlerarası” demek olduğu hatırlanırsa, “millet” kelimesinin modern anlamının “devlet”i de içerdiğini görmekteyiz. Dolayısıyla “millet”ten türetilen bir sıfat olarak “millî” de, bu açıdan baktığımızda, iki anlama gelebilir: (1) eski anlamı ile uyumlu olarak, millî=İslâmî ve (2) modern anlamıyla uyumlu olarak “devlete âit”, “devletle ilgili”.
AK parti’nin ‘milliyetçilik’ anlayışı
Buradan hemen “millîyetçilik” kavramına geçebiliriz. Anlaşılabileceği üzere, millet kelimesinin eski anlamından “milliyetçilik” diye bir kavram türetmek mümkün değildir. Zîrâ milliyetçilik, yine Avrupalı bir kavram olan “nationalism”in karşılığı olarak Türkçe’ye girmiş olup, “millet” modern karşılığından türetilebilecek bir kelimedir. Türkiye târihinin özel akışı içinde millîyetçilik, “millet” ile “devlet”i birleştirme, bu birliği koruma ve geliştirme, ilerletme anlamlarında kullanılmış olup, esasen iki ana doğrultuda gelişmiş görünmektedir: (1) Devlet ile özdeşleştirilecek olan “millet” tanımını kelimenin “eski anlam”ına sâdık kalarak “İslâmî” referanslarla yapmak, (2) ya da bu tanımı “yeni bir millet-devlet birlikteliği” inşâ etme anlamında “Türklük” referansıyla ortaya koymak.
Cumhuriyet’in tercihi, bazen “kuruluş felsefesi” veya “kurucu ilkeler” gibi adlarla da bugün gönderme yapılan “Kemalizm” bağlamında,ikinci yönde olmuştur. Genel olarak “Türk milliyetçiliği” diye başlıklandırabileceğimiz ve içinde az çok farklı yaklaşımları da barındırabilen bu tercih 1937’den itibaren “anayasallaşmış”tır. Bu bakımdan 1961 Anayasası’ndaki “Türk milliyetçiliği” ile 1982 Anayasası’nın “Atatürk milliyetçiliği” arasında özde bir fark olmadığını belirtmek gerekmektedir.
Bu tercihin temel sorunu, toplumsal gerçeklikte var olan farklılıkları “Türk” kimliği içinde eritmek isteyen türdeş (homojen) bir toplum (Türk toplumu-Türk milleti) inşâ etme hedefinden kaynaklanmaktadır ve 1925’ten sonraki süreçte net olarak belirlendiği üzere, izlediği “inkâr, tenkil ve asimilasyon” politikalarıyla Kürt sorununun da temellerini döşemiş ve zirve noktasına 12 Eylül askerî rejimiyle ulaşmıştır.
Merhum Turgut Özal döneminin sonlarına doğru Kürtçe’yi yasaklayan kânunun ilgasından sonra, özellikle 2002’den itibaren, AK Parti iktidarı ile birlikte, sorunun tespiti ve aşılması için yapılması gerekenler yönünde bazı ilerlemeler kaydedilmiştir. Bu ilerlemelerin Kürt kimliğinin kültürel tanınmasına yönelik belli başlı reformları içerdiği bilinmektedir. İşin bamteli de bu reformların yürütücüsü olan AK Parti’nin hâkim siyasi ideolojisi ile ilgilidir. AK Parti, zaman içinde daha da açık ortaya çıktığı üzere, millet kavramının “eski anlamı”na, yâni “İslâmî referansları”na bağlı kalmayı tercih etmiştir. Bu tercih, AK Parti’yi milliyetçilikten değil, Cumhûriyet kuruluşunun tercihi olan “Türk milliyetçiliği”nden uzaklaştırmaktadır. AK Parti’nin söylemiyle ve icraatı ile ortaya koyduğu milliyetçilik, devletin temelini İslâmî (veya bu siyasi anlamıyla İslâmcı) millet temeline dayandırma ideolojisidir. Bu ideolojinin siyasi programın, İslâmî referanslı eski devlet geleneklerinde mevcut olan gayrimüslimlere gayrimüslim olarak (eşitlik temeline dayanmayan “zimmî” statüsünü çağrıştıran) hak tanıyıcı bir yaklaşım ile Kürt kimliğine açık bir kamusal alan yaratmaya müsait bir bakış yer bulabilmektedir. Nitekim AK Parti, bir noktaya kadar, hem gayrimüslim Türkiye vatandaşlarına ve hem de Kürt kimliğine ilişkin önemli denebilecek açılımlara imza atabilmiştir. Ancak bu açılımların sınırları da bulunmaktadır ki özünde, AK Parti’nin “İslâmî/İslâmcı millet ve milliyetçilik” anlayışında temellenmektedirler.
Kürt sorunu, kültürel değil politiktir
Dolayısıyla AK Parti’nin iktidar yürüyüşüne ve 13 yıla yaklaşan tek-parti iktidar dönemine damgasını vurmuş bir “lider” olarak Sayın Cumhurbaşkanı’nın bugün “yerli ve millî” kavramlarını vurgularken işaret etmek istediği noktaları bu açıdan değerlendirmek yerinde olur. Unutmamak gereken bir iki noktanın da altını bu bağlamda çizmeliyiz. Bunlardan ilki, Sayın Cumhurbaşkanı’nın bir süredir “Kürt sorunu yoktur” yaklaşımını açıkça telâffuz etmesiyle ilgilidir. Gerçekten de, İslâmî/İslâmcı milliyetçilik” açısından baktığımızda, Kemalist (Türk) milliyetçiliği için kabul edilemez olan Kürt kimliğinin “kültürel” boyutlarına ilişkin reformların “Kürt sorunu”nu bitirdiği rahatlıkla söylenebilir: “Daha ne istiyorsunuz!” deyişinde de özetlendiği gibi. İkinci nokta da burada belirmektedir: Anlaşıldığına göre, Sayın Erdoğan (ve herhâlde AK Parti), en azından bir noktadan itibaren, “çözüm süreci”ni “Kürt sorununun çözümü süreci” olarak değil de, sâdece PKK’nın silâhsızlandırılması da dâhil, “terörün sona erdirilmesi” süreci olarak görmüş. Oysa askerî bürokrasinin en üst kademelerinden de uzun zamandır dile getirilegelmiş olan görüşler de yansıtmaktadır ki PKK neden değil sonuçtur ve bu sonucu üreten de “Kürt sorunu”dur. Sorun “kültürel” değil “politik” bir sorundur ve Türkiye’nin yeni ve demokratik bir anayasa ile “anayasa” kavramının doğru anlamıyla yeniden ve demokratik bir biçimde kurulması ile çözülebilecek olan bir sorundur. Fakat Cumhuriyet’in kuruluş ideolojisi olan Türk milliyetçiliği Kürt sorununu ortaya çıkardı. Milli devlet fikrine sahip olan İslâmcı yaklaşım da Kürt sorununu kültürel olarak çözülebilecek bir sorun olarak algılamanın ötesine geçemedi. Bu yüzden siyasi olarak bir açmaz ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bu açmazdan kurtulabilmenin yolu hiç kuşkusuz, Kürt sorununun “bu ülkenin sorunu” olduğunu kabul etmekten geçer.  Ayrıca milliyetçiliğin dışlayıcı versiyonlarını ısıtıp ısıtıp ortaya sürmekle bir sonuç elde edilemeyeceği gibi demokratik çözümden yana bir aktör olan HDP’siz de gerçek bir çözüm  mümkün olmayacaktır.

Yorumlar kapatıldı.