İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Millet-i hakime ve devlet Kürtlere ne diyor?

Ümit Kıvanç
Türk Millî Eğitimi, aile içi eğitim, mahalle tedrisatı ve devlet dersi aracılığıyla Millet-i hakimeye kazandırılmış en önemli özelliklerden biri, sıçrama’dır. Bulunulması gereken yerden bir adım öteye, okunması gereken paragrafın bir altına, düşünülmesi gereken konunun hemen ötesine, tartışma konusu tarihin az gerisine, az ilerisine… ama mutlaka sıçrama. Ermeni soykırımı, meselâ, öncelikle bu yüzden tartışılamaz. Çünkü soykırımın planlayıp yürütüldüğü aşama üzerine konuşmak bir türlü başarılamaz. Hep sonrasına geçilir. Çünkü sonrasında Ermeni intikam eylemleri vardır ve planlı kitlesel kıyım ve tehciri, malın mülkün zorla el değiştirmesini bunlarla meşrulaştırma hamlesi oynanır. Maksat “ama ama!”larla yaratılacak kargaşada esas meselenin gündeme gelmesini önlemektir. Bu, saldırgan, şirretçe bir üslûpla münasip dozda birleştirildiğinde ortaya lezzetine doyum olmayan, bize özgü tavır çıkar. (“İrlandalı alkollüydü”!). Öncesine sıçramak da sonrasına hoplamak kadar geçerli yoldur, “Ermeni çeteleri”nden, bunların silahlı eylemlerinden söz edilir. Fakat ne olmuş da bu çeteler kurulmuş, acaba birileri mi saldırmış, buna bir türlü gelinemez. Can alıcı konu veya olgular, bir hışımla sabunlanan kaygan yüzeyin üzerinde oradan oraya savrulurken, biz de meseleyi ele almaya imkân vermeyecek noktalara sıçrar dururuz.

***
Kürt meselesi der demez, “ama PKK!” önşartıyla karşılaşılıyor, hepimizin bildiği ve bin defa tecrübe ettiği üzre. Bu, meseleyi ele almayı ve tartışmayı önlemenin ilk ve en tesirli yöntemi. Zira PKK de cinayeti siyaset yolu sayıyor, insan öldürüyor. Lâkin “Ama PKK!” şartı dayatanların büyük çoğunluğunun hakkaniyetli bir eleştiri sonucu veya ilkesel nedenlerle bu tavrı almadıkları ortada.
Türk Millî Eğitimi, aile içi eğitim, mahalle tedrisatı ve devlet dersi aracılığıyla Millet-i hakimeye kazandırılmış en önemli özelliklerden biri, sıçrama’dır. Bulunulması gereken yerden bir adım öteye, okunması gereken paragrafın bir altına, düşünülmesi gereken konunun hemen ötesine, tartışma konusu tarihin az gerisine, az ilerisine… ama mutlaka sıçrama.
Ermeni soykırımı, meselâ, öncelikle bu yüzden tartışılamaz. Çünkü soykırımın planlayıp yürütüldüğü aşama üzerine konuşmak bir türlü başarılamaz. Hep sonrasına geçilir. Çünkü sonrasında Ermeni intikam eylemleri vardır ve planlı kitlesel kıyım ve tehciri, malın mülkün zorla el değiştirmesini bunlarla meşrulaştırma hamlesi oynanır. Maksat “ama ama!”larla yaratılacak kargaşada esas meselenin gündeme gelmesini önlemektir. Bu, saldırgan, şirretçe bir üslûpla münasip dozda birleştirildiğinde ortaya lezzetine doyum olmayan, bize özgü tavır çıkar. (“İrlandalı alkollüydü”!)
Öncesine sıçramak da sonrasına hoplamak kadar geçerli yoldur, “Ermeni çeteleri”nden, bunların silahlı eylemlerinden sözedilir. Fakat ne olmuş da bu çeteler kurulmuş, acaba birileri mi saldırmış, buna bir türlü gelinemez. Can alıcı konu veya olgular, bir hışımla sabunlanan kaygan yüzeyin üzerinde oradan oraya savrulurken, biz de meseleyi ele almaya imkân vermeyecek noktalara sıçrar dururuz.
Lafa Ermeni soykırımından başladım, çünkü Kürt meselesinin hâkim ele alınış tarzının bundan bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Hattâ hiçbir meselenin bu tarzın dışında ele alındığını sanmıyorum. Bu bizim millî tarzımız.
Kürt meselesi der demez, “ama PKK!” önşartıyla karşılaşılıyor, hepimizin bildiği ve bin defa tecrübe ettiği üzre. Bu, meseleyi ele almayı ve tartışmayı önlemenin ilk ve en tesirli yöntemi. Zira PKK de cinayeti siyaset yolu sayıyor, insan öldürüyor, bizzat Kürtlerin her türlü hakkının tanınmasından, eşit yurttaşlıktan yana olan insanların da kabul etmediği eylemler yapıyor; hattâ şu son durumda, bütün ülkeyi topluca demokratikleştirecek sivil siyasetin önünü tıkamaya çalışıp çalışmadığından şüphe edebiliyoruz.
Lâkin “Ama PKK!” şartı dayatanların büyük çoğunluğunun hakkaniyetli bir eleştiri sonucu veya ilkesel nedenlerle bu tavrı almadıkları ortada. Onlar sadece ezberlerini bozmak, gerçekleri kabul etmek istemiyorlar. Kabul ederlerse gereğini yapmaları gerekecek, bunu istemiyorlar. Gereği nedir: Kürtlerle eşit yurttaşlar olarak bu ülkedeki hayatı paylaşmak. Bu fikir onlara batıyor. Millet-i hakimenin kendisini hükmediyor hissedebileceği “ele gelir” tek “öteki”, Kürtler kaldı; bunu yitirmek istemiyorlar.
Peki, kabul etmek istemedikleri, ortaya getirildiği anda üzerinden alâkasız yerlere sıçradıkları gerçekler nelerdir? Birkaçına göz atalım.
İlki, yukarıda değindiğim, bu ülkede Kürtlerin ezildiği gerçeği. Niye ezilmek zorundalarmış? Bu niye değiştirilemez bir durumdur? Millet-i hakimenin buna cevabı yok. Devletinin de yok. “Öyle, ezileceksiniz, çünkü siz de olmazsanız biz kimi ezeceğiz?” Denen budur. Kürtlerin eşit yurttaşlık sahibi olmayışının mâkûl, hele insanca bir gerekçesi yok ki!
İkinci gerçek, istediğimiz kadar eleştirelim, Kürtlerin büyük çoğunluğu, evet, HDP’ye oy vermeyenler, PKK’nin şusundan busundan, meselâ fazla silahlı külahlı oluşundan hoşlanmayanlar, siyasî çizgi olarak örgüte doğal yakınlık duymayacak olanlar, meselâ işadamları, son seçimde görüldüğü üzre, tam da kimliğini “halklara” açmışken yüzünü ona dönen dindar insanlar, PKK’yi “Kürtlerin silahlı örgütü” kabul ediyor. PKK’nin suçlarını, kabahatlerini sayıp dökerek kopartılamayacak bir bağ oluştu bu örgütle Kürt halkının çoğunluğu arasında. Örgüte yönelik eleştirilerin, eleştiri ne kadar haklı olursa olsun, bu bağa tesiri yok. Millet-i hakime ile devlet Kürtlere, “Örgütünüzü reddedin!” diyor. Bu yöndeki her buyruk, Kürt halk çoğunluğunu, silahlı bir örgütünün olması gereğine daha çok inandırıyor.
Aşırı bir çıkarsama mı? Kusura bakmazsanız, yine Ermeni soykırımı diyeceğim. O zamanın anıları, baskı ve zulüm altındaki, tehdit altındaki bir halkı öncelikle kendini nasıl koruyacağını düşünmeye iter, itiyor, itecektir. Sağ kalıp kaçabilen Ermenilerin çoğu, silahlanıp kendilerini savunabildikleri yerlerdendi; bu bilgiyi o zaman denklemin zalimler tarafında yeralan Kürtlerin unutması mümkün mü? Ayrıca bizzat Kürtler, Cumhuriyet tarihi boyunca kaç defa isyan ettiler ve ezildiler? “38’de Dersim’de gerillamız olsaydı…” Geçmemiş midir insanların kafalarından? O kadar gerilere gitmeye gerek yok; herhalde, “şu silahları atalım gitsin” diyebilecek son Kürt de o acımasız Kobanê kumpasından sonra bu fikrinden vazgeçmiştir. Devlet ve Millet-i hakime Kobanê’de Kürtlere dedi ki: “Sizi kendi hesaplarımız için öldürtebiliriz, kadınlarınızı kızlarınızı kaçırıp köle etmelerine, satmalarına göz yumabiliriz, toprağınızı elinizden alabiliriz”. Kobanê’de mesajı almayan iyi niyetliler olduysa, Tel Abyad ve şimdi de Carablus maceralarıyla birlikte her şeyi bütünüyle idrak etmişlerdir. Anlamayan kaldıysa diye de Kandil bombalandı işte.
Kürtlerde, “silahımız olmazsa bizi ezerler” duygusunu yaratan, bizzat devlet ve Millet-i hakimedir. Çünkü silaha başvurmadan siyaset yapmaya çalışan Kürtleri hapsederek, faili meçhul cinayetlerle katlederek, hayatını karartıp kahrederek, Kürt sorununu kabul ettirme payesini bir silahlı örgütün kazanmasına zemini hazırlamıştır. Bu onuru kitlesel, barışçı, çoğulcu-demokratik bir Kürt partisinin edinmiş olmasını şahsen ben de çok isterdim, ancak bu paye artık o silahlı örgütün elinden alınamaz. Geçmiş olsun.
Köy yakma, orman yakma, ’90’larda devletin kontrgerilla mücadelesinin önemli araçlarındandı. Sırf bu eylemler muhtemelen PKK’ye birkaç bin gerilla kazandırmıştır. Köy yakmalar ve boşaltmalar, ayrıca, şehirlerde de yüreği çok haklı bir öfkeyle dolu yoksul gençlik kitleleri oluşmasına yolaçtı. Devlet ve Millet-i hakime, “Köyünüzü de yakarım, ağaçlarınızı, hayvanlarınızı da telef ederim, çıtınızı çıkarmayacaksınız, gelip şehir varoşlarına sığınacak, dilencilik, seyyar satıcılık, hamallık yapacaksınız,” dedi yani. Onlar çıtlarını çıkarmayı tercih ettiler. Fakat devlet ile Millet-i hakimenin uygun gördüğü şekilde değil başka şekilde çıkartıyorlar. Pek mi beklenmedik? Pek mi tuhaf? Devlet, Kürtlerin hak mücadelesini aynı zamanda bir haysiyet savaşı haline getirdi. Vazgeçmelerini nasıl bekleyebiliyorsunuz?
Gelelim pek yakın zamana. Devlet ile Millet-i hakime dedi ki: Türkiyelileşmenizin önemi yok, seçim barajı aşıp Meclis’e girmenizin anlamı yok, bu yola girilmesinin memlekete barışçı bir gelecek vaat etmesinin kıymeti yok; velhâsıl, size barışçı siyaset yolu, insanlarınıza, köylerinize şehirlerinize huzur yok! Diz çökmedikçe hayat hakkınız yok! Burada diz çökmekten kasıt, sadece şu dönemde iktidarı ele geçirmiş İslâmcıların liderini başkan yapma oyunları değil; bütün olarak devlet, Millet-i hakimeden alacağı desteğe güvenerek, inanarak, Kürtlerin kimlik (haysiyet) mücadelesinden vazgeçmesini dayatıyor.
Her şeye rağmen, var denmesi bile bu topraklarda anlam taşıyan, bunca eza cefa çekmiş Kürt halkında umut yaratan Barış Süreci esnasında devlet, mütemadiyen kalekol inşa ederek, insanlara mesaj vermekteydi zaten. Demekteydi ki: Bakmayın şu anda sizinle savaşmadığımıza, ilk fırsatta tepenize bineceğiz. Kalekol inşaatları, bu cümlenin koskocaman yazıldığı devasa açık hava duyuru panoları gibi görünüyordu Kürt illerinde insanların gözüne. Bu, barışa niyeti olmayanın yapacağı işti. Devlet, “Barışa niyetim yok”u bu şekilde tekrarlayıp duruyordu. PKK’lilerin bulunduğu tepelere askerî helikopterlerden günde beş defa “Sakın silah bırakmayın!” anonsu yapılsa anca bu kadar etkili olurdu. Nitekim, 7 Haziran seçim sonuçlarının fiilen ortadan kaldırılması, saklı niyetin açığa vurulması olarak algılandı. Savaş teklifini çarçabuk ve coşkuyla kabul eden PKK önderliği, seksen milletvekiliyle Meclis’e girilmesinin ışığında belki de ilk defa Kürt halkının genel huzur-barış isteğinden ayrı düşecek ve eleştirilebilecekken, böylelikle, bir defa daha kendini doğrulamış, doğrulatmış oldu. Devlet Kürtlere bir defa daha dedi ki: “Anca elinize silah alıp karşımıza çıkarsanız sizi tanıyoruz. Aksi halde, yoksunuz!” Şu anda devlet BDP’nin seçilmiş siyasetçilerini beşer onar hapse atmakla meşgûl.
Son olarak, biraz daha geri saralım ve bu saatten sonra sormanın aptalca görünebileceği ama sormamanın daha büyük, hem de yaygın ve yerleşik aptallık olduğu şu soruyu hatırlayalım: PKK diye bir şey niye var? Kürt halkı neden çocuklarını, kendini, evini barkını, köyünü, hayatını ateşe atmayı göze alabiliyor?
Otuz beş sene ve kırk bin kurbanın ardından, 2015’in Eylül ayında bunun hâlâ sorulabilmesi sosyolojik bir sorun mudur, psikolojik midir, patolojik midir..?

Yorumlar kapatıldı.