İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni Yetimleri

İbrahim Halil Şeker
Av. Fethiye Çetin’in 2004 yılında yazdığı 60’lı yıllara ait hatıralarının yer aldığı “Anneannem” isimli kitabın 11’inci baskısını geçtiğimiz günlerde okudum. Metis Yayınları’ndan çıkan 114 sayfalık kitap, öyle bir akıcı üslupta kaleme alınmış ki, elinize aldığınızda bir iki saatte okuyup, hemen bir başkasının okuması için can attıran türden.

Fethiye Çetin’in gerçek yaşamından kesitlerin anlatıldığı kitabın baş kahramanı, ilkokul dördüncü sınıfa kadar okumuş, derken 1915 yılında ailesinin sürgüne gönderildiği sırada Türk askerleri tarafından sahiplenilmiş küçük bir kız çocuğu, yazar Fethiye Çetin’in anneannesi Seher, nam-ı diğer Heranuş.
Ermeni yetimlerinden bahseden bu kitap, bölgemizde yaşanan büyük bir acının hatıralarını taşıyor. Okuyunca kendimizden, akrabalarımızdan, yakınlarımızdan izler görüyoruz. Aynı gelenekleri yaşattığımıza, aynı duyguları paylaştığımıza yeniden şahit oluyoruz.
1915 Ermeni tehciri sırasında yollarda açlık, hastalık veya başka sebeplerle ölmesinden endişe edilen çocukların, Müslüman Türk ve Kürtler tarafından muhafaza altına alınması olarak açıklanabilecek bir hadisede Ermeni çocukların neler yaşadığı, hangi şartlarda hayatta kaldıkları çok çarpıcı gerçeklerle bu kitapta anlatılıyor.
Kitaptan bir bölüm:
“Annem, sürgün yolunda arka sıralara düşmemizi istemediğinden hızlı hızlı yürüyor, ona ayak uydurmamız için de ellerimizden çekiştiriyordu. Sık sık arka taraftan çığlıklar, yalvarma ve ağlama sesleri geliyordu. Arkalardan gelen her ses, geriye bakmamızı engellemek isteyen annemin biraz daha hızlanmasına neden oluyordu. Yola çıktığımız ilk günün akşamında iki teyzem, arkalardan koşarak yanımıza geldiler, hüngür hüngür ağlıyorlardı… Hasta olduğu için yürüyemeyen yengemi, jandarmalar süngüyle öldürmüşler, ölüsünü de yolun kenarına atmışlar… Yol boyunca, yaşlılar, hastalar, yürüyemeyenler, süngülenip oracıkta, açıkta bırakıldılar. Dağ başlarında kurda kuşa yem edildiler..”
Yazarın Anneannesi Heranuş anlatmaya devam ediyor:
“Maden köprüsünü geçtikten sonra Havler’de babaannem iki torununu suya attı. Bu çocuklar amcalarımın kızlarıydı. Anneleri de babaları da öldürülmüştü, yürüyemiyorlardı. Çocuklardan biri hemen sulara gömüldü ama öbürü başını sudan çıkardı. Babaannem çocuğun kafasını suyun içine itti. Çocuk kafasını bir daha çıkardı ve bu onun düyayı son görüşü oldu, babaannem onu tekrar itti…. Sonra, kendisi de deli deli akan suya atladı ve gözden kayboldu…”
Bir anı kitabı olan “Anneannem”i tanıtırken bir konu genellemesi, çerçeve çizmek mümkün değil. Öyle çarpıcı ve ürpertici anılar anlatılıyor ki, sadece bunları alıntılamak, okumaya meraklı kişilerin dikkatini çekmek için yeterli sanırım.
İşte Heranuş’un sürgün yolunda ailesinden koparılışının hikayesi:
“Çermik Hamambaşı’na geldiklerinde azalmışlardı. Küçülen kafile, orada mola verecek, ertesi gün yola devam edecekti. Küçük oğlu Hirayr’i bir bohça ile sırtına bağlayan İsguhi, yol boyu arkalara düşmemek için adeta koşturarak yürüyor, diğer çocukları Heranuş ve Horen’i de ellerinden sımsıkı kavramış iki yanında sürüklercesine çekiştiriyordu. Yol boyunca pek çok çocuk ölmüştü ama o, çocuklarını buraya kadar sağ salim getirmeyi başarmıştı. Yorgunluktan, açlık ve susuzluktan adım atacak mecalleri kalmamıştı. Oldukları yere yığılıverdiler sonunda.
O sırada, etraflarını saran Çermikliler, ekmek ve su veriyorlar, karşılığında altın ve ziynet eşyası istiyorlardı. Oysa açlıktan avurtları çökmüş bu insanlar, bütün paralarını, altınlarını ve takılarını ölüm yolculuğunun daha ilk günlerinde yitirmişler, ellerinde bir şey kalmamıştı.
Bu zavallı insanların çevresinde birikenlerin sayısı giderek artıyor, toplananların bir kısmı acıyarak bir kısmı da iğrenerek bakıyorlardı. Bir süre sonra izleyicilerden bazıları, çocukları incelemeye, gözlerine kestirdiklerini almak için yakınları ile konuşmaya başladılar.
Çermik jandarma komutanı olduğunu sonradan öğrendikleri atlı bir jandarma onbaşısı Heranuş’a, Çermik’in Karamusa köyünden Hıdır Efendi ise Horen’e talip oldular. Hırayr çok küçük olduğundan onun talibi yoktu. İsguhi, bütün yorgunluğuna ve açlığına rağmen, durumu kavrar kavramaz oturduğu yerden bir atmaca gibi fırladı ve çocuklarını arkasında sakladı. ‘Onları kimse benden alamaz, onları vermem’ diye öyle bir söyledi ki, bu söyleyişinde bütün dünyaya meydan okur gibi bir hali vardı. İsguhi’nin annesi Takuhi, yanlarına geldi ve İsguhi’ye çocuklarını bu adamlara vermesinin onlar hakkında daha hayırlı olacağını söyledi. Heranuş, anneannesinin annesini ikna etmek için şöyle dediğini duydu: “Kızım, çocuklar birer birer ölüyor. Bu yürüyüşten kimse sağ çıkamayacak. Verirsen canları kurtulur, yoksa ölecekler. Hepimiz öleceğiz. Hiç değilse olar yaşasınlar, ver.”
Heranuş’un halası Zaruhi de anneannesini destekledi. O da Heranuş’un jandarma onbaşısına verilmesinden yanaydı. Bu iki kadın İsguhi’yi ikna etmek için diller döktüler ama o nuh diyor peygamber demiyordu.
Bu tartışma sürerken ansızın üstlerine atlayan adamlar, Heranuş’u ve Horen’i İsguhi’nin elinden kaptılar. İsguhi bütün gücünü toplayarak öne atıldı ancak jandarma Heranuş’u atına atmıştı bile. Son bir hamle ile ata ulaştı, bir eliyle jandarmanın ayaklarını, diğer eliyle de Heranuş’u yakaladı ve çekiştirmeye başladı.
Bu kadından kolay kolay kurtulamayacağını anlayan jandarma, kamçısını çıkardı ve İsguhi’yi kırbaçlamaya başladı. Kırbacın değdiği yerlerdeki dayanılmaz acıy rağmen İsguhi, Heranuş’u sımsıkı kavradığı elini gevşetmiyor, bütün gücüyle kızını çekiştiriyor, bir yandan da kızını bırakması için jandarmaya kâh ileniyor, kâh yalvarıyordu.
O sırada, beş yaşındaki Hırayr, çığlık çığlığa ağlamaya başladı. Hırayr’e de bir kötülük yapıldığını düşünen İsguhi, bir an için başını sesin geldiği yöne çevirdi ve işte o anda jandarma atını mahmuzladı. Ok gibi öne fırlayan at, üstünde Heranuş’la birlikte uzaklaştı…”
Kitap, buraya alıntıladığım gibi sürekli aksiyonla dolu. Hepsi gerçek, hepsi yaşanmış. Hatta hatıralara ait birkaç fotoğraf bile kitabın son sayfalarında yerini almış.
Kitabı okuyup bitirdikten sonra “bu bizimkileri anlatıyor” demekten kendimi alamadım.
Türkçe’den başka bir dil bilmeyen dedem, Harrankapı’da yaşayan, kendileri gibi Türkçe konuşan Karakeçililerden bir kız alarak evlenmiş. Sonraki yıllarda bir kadın daha almış. Bu kadın da Heranuş gibi 1915’te burada bırakılan/alıkonan çocuklardan biriymiş. Ben de olayın böyle olduğunu, amcamın üvey annesinin çocuklarından kızdığında “Ermeni dölleri” diyerek azarlamasının sebebini çok sonra öğrendim.
Bizimkilerin hikayelerini de ömrümüz yeterse ileride ben yazayım. Ama öyle çok bilinmeyen, konuşulduğunda, araştırıldığında “boş ver” denen öyle çok mesele var ki..

Yorumlar kapatıldı.