İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bir azınlık sorunu olarak aidiyet ve edebi eserlere yansıması

Bedia Ayanoğlu 
Dünya üzerinde insanlık tarihinin başlangıcından beri sayısız toplumsal, kişisel ve siyasal görüşlere yol açmış bir mesele; azınlıklar. Kelimenin kendisinden anlaşılacağı gibi çoğunluk tarafından olmayan, azı, hatta bazen ezilen tarafı anlatmak için kullanılan bu kelime Osmanlı Devleti’nden beri Müslüman olmayan halk için kullanılmaktadır. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti ve son Osmanlı tarihine bakacak olursak, gerek siyasi otorite gerekse bu otoritenin dolduruşa getirdiği halk sebebiyle sorunlar yaşamış olan üç büyük Türkiye azınlığı ise; Rumlar, Yahudiler ve Ermenilerdir. Aslında zorunlu göç, gözaltı gibi nedenlerle ülke içerisindeki nüfusu yok edilmeye çalışılan Ermenilerle de, 6-7 Eylül olayları sırasında dükkânları, evleri yağmalanan, tecavüze uğrayan Rumlarla da, “ülkenin kanını emen sülükler” (Ayhan, 381) olarak görülen Yahudilerle de iktidar kışkırtması dışında pek sorunu olduğu söylenemez Türkiye halkının.

Sait Faik Abasıyanık’ın Medarı Maişet Motorunda Türklerin ve azınlıkların beraberce yaşadığı güzel günleri de görmüştür Türkiye tarihi, daha sonra adından kara leke olarak bahsettiren 6-7 Eylül Olaylarını da, tıpkı Yusuf Atılgan’ın “Çıkılmayan” öyküsündeki gibi.

Tüm bunlardan önce, Osmanlı’ya bakacak olursak doğduğu topraklardan çok uzakta kalmış Ermeniler var bir de Saroyan’ın Aram’ı gibi. Tüm bu insanların ortak özellikleri ise insan icadı yapay dinler nedeniyle azınlık sayılmak, hedef gösterilmek ve sırf kendi seçimleri olmayan etnik kimlikleri nedeniyle sürekli bir yerlere ait hissetmeye çalışmak.

Sait Faik Abasıyanık
Türkiye Tarihi’nin bu üç azınlıkla olan problemini kronolojik olarak incelemek istersek, Osmanlı’nın son dönemine bir göz atmamız gerekir ve ilk sırada bugün dahi tartışmalarına devam edilen Ermeni halk yer alır.
William Saroyan’ın My Name is Aram kitabında anlatılan aile, Amerika’ya üç dalgada göç eden azınlıkların ikinci dalgasında yer alıyor. İlk olarak Amerika’yı görmek ve iyi bir eğitim alabilmek için göç eden genç nüfusun ardından “Amerika’ya göç eden ikinci grup Ermeniler ise küçük tüccar tarifesiydi” (İpek).
Bu grupta yer alan Aram ve ailesini de iki grupta inceleyebiliriz: Birinci nesil ve ikinci nesil. Birinci nesilde yani Amerika’ya göç ile gidenlerde kitap boyunca ait olamama ve tekinsizlik duygusu göze çarpıyor. Yaşadığı yerden kilometrelerce uzakta, Amerika’nın toprağını ve iklimini tanımakta zorlanan birinci nesil Amca Melik ile orada doğup adapte olabilmiş Aram arasındaki fark göze çarpar nitelikle. Amcası, bölgede yetişen böcekleri bile Aram’dan öğreniyor. Amerika’da daha fazla zaman geçirmiş, hatta hayvanların zararlı olup olmadığını sorduğu bahçeye nar ağacı dikmeye kararlı bir amca için Aram’ın hem yaşı hem de tecrübesinin yetersiz oluşunun yerini doldurabilir tek kanıtımız ise Aram’ın ikinci nesil olarak doğduğu yere adapte olması.
Adaptasyon aslında yer değiştirme, mahrumiyet ve kuruluş olmak üzere üç evreden oluşuyor. Aram’ın amcası Melik “ne anavatana ne de yeni ülkeye ait olamamaktan duyulan umutsuzluk ve hüznün” (Yeniçeri, 34) yoğun olarak görüldüğü mahrumiyet evresinde yer alıyor. Amcasının sorusuna “I don’t think it is good to eat… They grow sad in captivity, but never bite” (Saroyan, 55) diye cevap veren Aram’ın en dikkat çekici kelimelerinin ise captivity ve bite olduğunu düşünmekteyim.
Normal şartlar altında, tutsak alınan bir hayvan saldırganlaşabilirken buradaki böceklerin göç eden azınlıkları temsil ettiğini düşünürsek anavatanlarından uzakta olmanın verdiği bir tutsaklık içinde, tıpkı onlar gibi zararsız ve korunmasızlar.
Hikâyenin devamında ise, “I suppose they forget all about it in the minute you put them down” (Saroyan, 55) yine bir aidiyet sorunun simgelemekte. Bu küçük canlıları yine birer göç etmiş azınlık olarak düşünürsek, Melik bu canlıların yerlerinden alınmasının onlar için kötü olabileceğini düşünüyor, fakat Aram amcasıyla tam tersi görüşte. Çünkü Melik, yaşadığı yerden alınmanın ne demek olduğunu bilmekte ancak Aram göç sorunu yaşamadığı için bu ona kolay telafi edilebilir bir durum gibi gelmekte.

William Saroyan
William Saroyan
Azınlıkları gündelik hayatını görebileceğimiz bir roman var karşımızda: Medarı Maişet Motoru. Pek çok okur tarafından ada insanı olarak bahsedilen bu Sait Faik romanında, yaşadıkları yere alışmış hatta kendini oraya ait hissedebilen insanların hayatları gözümüze çarpıyor. Hatta biraz hayalî gelse de, milliyetçiliğe sırt dönmüş bir toplum bile diyebiliriz. İlk olarak Sait Faik’in bu eserinde My Name is Aram ile ters düşen bir yerin altını çizmek istiyorum: “Yalnız anamızın, babamızın, sevgilimizin, arkadaşımızın zincirlerine bağlıyız da, ondan bir türlü karışık hislerden kurtulamıyor, bir türlü rahat edemiyoruz. Bu zincirleri kırmalıyız. Doğduğumuz yerden beş kilometre uzak da bir olmalıdır. Orada da bulursak battaniyemizi, bulmazsak Allah’ın kuru otlarını toplayıp uzanmalıyız… İyi, basit, bağlarını koparmış insanlar her yerde uyuyabilirler” (Abasıyanık, 128).
Bu durumun, Sait Faik’in dış göç yapıp bir yerlere alışma sürecinde değil de, kendi toplumuna gelen göçlerle kendi alıştığı yerde yaşıyor olmasından kaynaklandığını düşünüyorum, çünkü bu insanlar yıllardır aynı yerde yaşamaktan zamanla kendi etnik kimliklerini unutmuşlar ve bu da Sait Faik’te böyle bir izlenim yaratmış.
Örneğin; Rum karakter Dimitro’nun Yahudi ailenin kızını evlatlık edinmesi, bu etnik ırkların özde birbirleriyle problemlerinin olmadığını işareti olduğu gibi, kızın vakit geçtikçe alışması ve Dimitro’nun “Belki soyu sopu Yahudi değildir… İnsanlar ne Yahudi ne Müslüman ne Hristiyan doğarlar… Beni anam doğduğum zaman havraya bıraksaydı, ben şimdi mis gibi bir Yahudi olurdum. Seni Mişon, anan doğduğun zaman Süleymaniye Camii’ne bıraksaydı, sen de şimdiye kadar müezzin olmuştun” (Abasıyanık, 31) diye düşünmesi, Sait Faik’in evrensellik duygusunun altını çizerken bir yandan da ait olma ve milliyetçilik kavramlarının tamamıyla alışkanlıkla kazanıldığını doğrular nitelikte.
Ayrıca Dimitro’nun evlatlık edindiği bu kız, kitapta yirmi yaşında tasvir edildiğine göre büyüdüğü babanın yanında onun kimliğine adapte olmuş, yaşı da o zamanlar küçük olduğundan daha rahat uyum sağlamıştır. Tıpkı Aram’ın ikinci nesil olarak yaşadığı yere daha rahat alışması gibi.

6- 7 Eylül Kalıntıları
6/ 7 Eylül Olayları
Sıranın sonuna geldiğimizde, karşımızda Yusuf Atılgan’ın “Çıkılmayan” öyküsünü buluyoruz. Türkiye tarihinde kendinden kara leke diye bahsettiren 6-7 Eylül olaylarını anlatan bu öyküde öncelikle başkahramanımızın adının ve etnik kimliğinin belirtilmemesi dikkatimi çekiyor. Bu durumda öyküyü okurken karışıklık yaşasam da kahramanımızın bir azınlık temsili olduğunu düşünmekteyim. Özellikle “Kalabalıktan biri değil, ilerde bugünün insanlarını kocaman gözlüler, eli baltalılar diye hatırlayacak” (Atılgan, 64) diye tasvir edilmesi bu fikrimi destekler nitelikte, çünkü kendini topluluğa ait hissetmiyor.
Hikâyenin devamında kahramanımız saklandığı yerde ona rahatsızlık veren paralar buluyor ve onları kirli de olsa özgür kalabilmesinin tek aracı olarak tanımlıyor. Bu paranın kahramanın etnik kimliğini yansıttığını düşünüyorum; saldırı anında saklanması, etnik kimliği nedeniyle saldırganlardan kaçtığının, paraları sahibine teslim edememesi yine etnik kimliğini açıkça ifade edememesin, çok azını kullanması da kendi içinde etnik kimliğini yaşıyor olmasının birer temsili gibi düşünüyorum. Tüm bu olaylar, Sait Faik’in eserindeki halkın birbirine kırdırılması sonucu yaşanıyor gibi düşünebiliriz, özellikle “Çıkılmayan”ın Medarı Maişet Motoru’ndan sonra yayınlanmış olması, halkın yaşadığı gerçekleri göze çarpar nitelikte. Bu olaylar sonucu azınlıklar ve göçmenler aidiyet hislerini kaybetmiş oluyorlar ayrıca kendilerine de yabancılaşıyorlar ve başkahramanımız gibi bunu saklamak zorunda kalıyorlar.
Osmanlı ve Türkiye’nin hâlâ gündemden düşmeyen Ermeni meselesi ve diğer azınlıklarla ilgili toplumsal gerçekleri akıcı bir biçimde göz önüne seriyor. Medarı Maişet Motoru’nda kimlikleri umursamadan aidiyet ve uyum gösteren halk daha sonra birbirine kırdırılıp 6-7 Eylül olaylarına zemin hazırlanabiliyor veya bu azınlıklar Aram’ın ailesi gibi göç edip, aidiyet hayatlarının en büyük sorunu haline gelebiliyor.

Yorumlar kapatıldı.