İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Osmanlılar Ortadoğu ve Balkanları nasıl yönetti?

Doç. Dr. Cengiz Tomar / Marmara Üniversitesi
Sorunları eskiye -15. ve 16. yüzyıllara (Altın Çağ’a, genelde Kanuni devrine)- geri dönerek çözebileceğimize dair yorumları pek gerçekçi değildir. Yapılması gereken geçmişten ilham almakla birlikte değişen zamanın şartlarına uygun yeni çözümler getirmektir. Öncelikle günümüzün ve geleceğin problemlerine salt geçmişten çözüm bulamayacağımızı not edelim… 20. yüzyılın sonları ile 21. Yüzyıl başlarında Osmanlı bakiyesi Balkanlar ve Ortadoğu’da yeni bir döneme girmekteyiz.  Dışarıdan müdahalelerin de etkisiyle giderek yaygınlaşan mikro-milliyetçilik, etnosentrizm ve mezhepçiliğin (sekteryanizm) ve bunlara bağlı çatışmaların yoğunlaştığı yılları yaşarken Pax-Ottomana’nın (Osmanlı Barışı) yüzyıllar süren mutlu günlerini aramaktayız. Bu durumun devam etmesi bölgemizde, gerçeklemesini hiç temenni etmediğimiz “İslam Ortaçağı” olarak adlandırabileceğimiz bir sürece girmemize sebep olabilir.

***
Sorunları eskiye -15. ve 16. yüzyıllara (Altın Çağ’a, genelde Kanuni devrine)- geri dönerek çözebileceğimize dair yorumları pek gerçekçi değildir. Yapılması gereken geçmişten ilham almakla birlikte değişen zamanın şartlarına uygun yeni çözümler getirmektir. Öncelikle günümüzün ve geleceğin problemlerine salt geçmişten çözüm bulamayacağımızı not edelim.
Osmanlılar Ortadoğu ve Balkanları nasıl yönetti?
Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika gibi çok farklı etnik, dini ve mezhebi unsurları bünyesinde barındıran, günümüzde ise sorunlar yumağı haline gelmiş olan Eski Dünya’nın bu kadim coğrafyasını Osmanlı Devleti’nin asırlar boyunca barış içinde (Pax-Ottomana) nasıl bir arada tuttuğu, hep merak edilen bir soru olarak güncelliğini korumaktadır. Bu soruya cevap vermeden önce hemen şunu belirtelim:  Bu yaşanmış tecrübe bir daha asla aynıyla yaşanamaz. Zira zamanın ruhu (zeitgeist) veya İslâmi jargondaki adıyla sünnetullâh bir daha geri döndürülemeyecek şekilde değişmiştir. Burada Heraklietos’un “aynı nehirde (sularda) iki defa yıkanılmaz” sözünü hatırlamak gerekir. Müslümanlar’ın tarih boyunca yaşadıkları çağın problemleri karşısında tekrar “Asr-ı Saadet’e” dönme çabaları ile Osmanlılar’ın yaşadıkları dönemde zamanın ruhunun değişmesine bağlı olarak ortaya çıkan komplikasyonlar karşısında bunun ancak “kanun-u kadime” yani eskiye 15. ve 16. Yüzyıllara (Altın Çağ’a, genelde Kanuni devrine)  geri dönerek çözebileceklerine dair yorumları pek gerçekçi değildir. Bu tür görüşler İslam Dünyasında Selefiliğe, İslamî nihilizme, Osmanlı Dünyasında ise her yeniliğe karşı bazı kesimlerde ya “istemezük” reaksiyonuna ya da tanımlanmamış, yoruma son derece açık ve amorf bir kavram olan kanun-ı kadim üzerinden geleneğe sığınmaya  sebep olmuştur. Halbuki yapılması gereken geçmişten ilham almakla birlikte değişen zamanın şartlarına uygun yeni çözümler getirmektir. Öncelikle günümüzün ve geleceğin problemlerine salt geçmişten çözüm bulamayacağımızı not edelim.
Osmanlı hukuku
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü ve kimlikli olmakla birlikte kurucu unsur olarak Türkler’e dayanan Sünni bir İslam Devletiydi. Örfi hukuk uygulanmakla birlikte temel manada İslam hukukunu esas alan bir sisteme tabiydi ve bu bakımdan özellikle gayrımüslimlere tatbik ettiği hukukun temel ilkeleri açısından, Abbasiler gibi, kendisinden önceki, İslam Devletlerinin uygulamalarından farklı değildi. Müslümanlar Hz. Peygamber’den bu yana fethettikleri topraklarda gayrımüslimlerin başta can güvenliği olmak üzere temel hak ve hürriyetlerine her dönemde adil yaklaşmışlar ve dini uygulamalarına izin vermişlerdi. İzin kavramını burada özellikle kullandığımı ifade etmek isterim. Zira olguya 21. Yüzyıldan değil o dönemin şartlarından bakarak, tarihi uygulamada hem İslam Devletleri’nin hem de Osmanlıların kurucu (asli) unsurlarının din ve kimliğinin diğerlerine göre üstün kabul edildiğini unutmayalım. 20-21. Yüzyılların yücelttiği çoğulcu-eşitlikçi toplum anlayış ı penceresinden bu durumu yadırgayabiliriz. Ancak tarih, olaylara dönemin şartları açısından bakar. Tarihte İslam Devletlerinin ve Osmanlıların, modern insan nazarında, ayrımcı gibi görünen bu uygulamalarının olduğu çağlarda, reconquesta’dan sonra Hıristiyanlar İspanya ve Sicilya’da bir tek Müslümana hayat hakkı tanımamakta, Osmanlılar’la aynı çağda yaşayan Avrupalılar insan olarak bile görmedikleri Afrikalı kölelere insanlık dışı muameleler yapmaktaydılar. Bu açıdan İslam devletlerini ve Osmanlılar’ı 20-21. Yüzyıldaki çağdaş siyasi ve toplumsal değerlerle değil ancak çağdaşlarıyla karşılaştırarak bir sonuca varabiliriz.
Hıristiyan Avrupa’nın  “ötekini” yok etme ve asimilasyon politikalarına karşı Müslüman Doğu segregasyon (ya da daha doğru bir tanımla kompartımanlar halinde bir toplum düzeni) denilebilecek ve görece çok daha iyi olan bir zımmi veya cemaat sistemi (daha sonra millet nizamı) ortaya çıkarmıştı ve bu sistem dönemin şartlarına göre Avrupa’dan çok daha ileriydi. Bireyin henüz varolmadığı bu sistemde “öteki” olan gayrmüslimler bir cemaat olarak tanımlanmakta, farklılıklarını kendi içerisinde yaşayabilmekte ve bu farklılıklarını çocuklarına aktarabilmekteydiler. Bunun karşılığında Müslümanlardan farklı bir hukuk ile vergi nizamına ve çeşitli sosyal kısıtlamalara tabiydiler. Mesela kiliselerde çan çalınmasının yasak olması gibi (paradoksal biçimde çoğulcu ve demokratik olduğunu iddia eden Batı, benzer bir şekilde ezanın açıkça okunmasını ve hatta minareyi yasaklayabilmektedir).
Osmanlıların gayrımüslimler için uyguladığı “millet nizamı” aslında Ortaçağ İslam Devletlerinin uygulamalarının zamana uydurulmuş veya geliştirilmiş ve sistemleştirilmiş bir biçimiydi. Yani Osmanlılar kendilerinden önceki devletlerden aldıkları mirası geliştirerek (esneterek) “millet sistemi” adı altında belirgin hâle getirmişlerdi. Özellikle Balkanlardaki farklı etnik ve dini kimliklere mensup halk devşirme sistemi yoluyla idari-askeri sisteme entegre edilmiştir.
Bir icad: Millet başları
Burada Osmanlıların hem Yahudiler’e; hem de Rum ve Ermeniler’e, aynı dine mensup Bizans İmparatorluğundan daha fazla dini ve hukuki haklar verdiğini ifade edelim. Bunu yaparken resmen tanıdığı Ortodoks Rum, Ortodoks Ermeni ve Yahudi cemaatlerinin başına birer “millet başı” atayarak onları devlet memuru haline dönüştürmüştür. Devlet bundan iki yönlü bir fayda sağlamaktaydı. Hem bu cemaatleri resmen tanıyarak onları sisteme entegre etmiş, hem de başına bir devlet memuru atayarak cemaati, resmi muhatabı vasıtasıyla, kontrol altına almayı ve cemaat içerisindeki sürtüşmeleri minimum düzeye indirgemiştir. Mesela Musevilik hiyerarşisinde bulunmayan ve tamamen Osmanlılar tarafından icad edilerek kurulan “hahambaşılık” aslında bir manada dini yapının siyasi yapıya entegre edilmesinden ibarettir. Zira “millet başları”nın dini sorumluluklarının yanında cemaatin yönetim, vergi ve adli işleriyle ilgili yükümlülükleri de vardı.
Osmanlıların çok fazla etnik çeşitlilik barındırmayan ve büyük kısmı Müslüman olan Arap coğrafyasındaki problemleri ve bunları çözme yöntemleri biraz daha farklıydı. Zira Osmanlılar için temel kimlik İslam’dı ve tebasını da Müslüman veya gayrimüslim şeklinde ayırmıştı. Zamanın ruhuna da uygun olarak etnisite çok önem taşımıyordu.  İslam hukukuna göre (bazıları aksini iddia etse de) halifenin Arap olma zorunluluğu yoktu. İletişim imkânlarının gelişmediği pre-modern dönemde adaletle yönettikten sonra devlet başkanının etnik kimliğinin çok büyük önemi de yoktu doğrusu.
Osmanlılar Arap coğrafyasının idaresinde tek bir usul kullanmamışlardır. Arap coğrafyasını çeşitli bölgelere ayırarak, bu bölgelerin Osmanlı öncesinden beri süregelen idari yapısını da dikkate alan farklı usuller geliştirmişler ve oldukça pragmatik ve gerçekçi davranmışlardır . Mesela bölgeyi ellerinden aldıkları Memlüklerin kanunnamelerini kabul etmiş, bölgeye has idari yapıları sürdürerek mülkiyet ve vakıflara dokunmadan aynen bırakmıştır . Vergilerin ne isimlerini ne de oranlarını değiştirmediği gibi, sonradan ortaya çıkan gayrı kanuni ve olağanüstü vergileri de kaldırmıştır. Irak ve Lübnan’ın dağlık bölgelerindeki eski sistemi koruyarak belli yerleşim birimleri yerel ailelerin (şeyhlik) uhdesine bırakılmıştır.  Suriye ve Filistin gibi Anadolu’ya yakın bölgelere beylerbeyi ve kadı atayarak doğrudan merkeze bağlarken (miri) sistem; Mısır, Tunus, Cezayir ve Irak gibi uzak bölgeleri ise daha gevşek ve bağımsız bir sistemle idare etmeyi  tercih etmişti. Mekke ve Medine gibi kutsal yerler ise mahalli şeriflerin idaresine bırakılmıştı.
Arap coğrafyasında yaşayan gayrımüslimler yukarıda işaret edilen “millet sistemi” içerisinde mütalaa edilirken Müslüman Araplar ise kendi dil ve kültürlerini rahatça yaşama imkânı bulmuşlardır.  Osmanlı yönetiminin Arap topraklarında en sık karşılaştığı problem, dizginlenmek bilmeyen ve devlet otoritesi tanımayan bedevi saldırılarıdır. Aşiret yapılarının güçlü olduğu, olumsuz coğrafi ve iklim şartları nedeniyle güvenlik zafiyetinin yüksek olduğu kutsal bölgelerde devletin daha cömert davranması , bu bölgelerin kudsiyetinden ziyade, real-politik açısından gerekli ve kaçınılmazdı. Osmanlılar özellikle Mekke, Medine ve Kudüs gibi mukaddes yerler çevresinde hacı ve tüccar kafilelerine saldıran bedevilere karşı “havuç-sopa metodu”nu kullanmaktaydılar. Her yıl Hac mevsiminden önce bölgeye gönderdiği Surre ile para dağıtmak ve onları mahalli birliklere asker kaydetmek suretiyle bedevi Arap kabilelerini ödüllendirmiş, bazı durumlarda ise üzerlerine birlikler göndererek, devletin prestijini sarsan bedevileri cezalandırma yoluna gitmiştir. Osmanlıların Arap bölgelerinde karşılaştıkları diğer bir problem ise beylerbeyi, vali gibi yöneticilerin yaptıkları haksız uygulamalardır ki Osmanlılar bu tür yöneticileri şikayetler üzerine sık sık değiştirmek zorunda kalmıştır.
Dürziler/Ezidiler’in durumu
Arap dünyasında sünni müslümanlar ve gayrimüslimler dışındaki Dürziler, Yezidilier (Ezidiler) gibi heterodoks zümrelerin durumu ise biraz daha farklıydı. 1171’de Şii Fatımi hilafetinin yıkılmasının ardından Selçuklular, Eyyubiler ve Memlükler gibi hep sünni yönetimler altında yaşamış bu zümreler Osmanlılar döneminde de dağlık ve kırsal bölgelerde (margin) kendi hallerinde hayatlarını sürdürmekteydiler. Osmanlılar devlete itaat ettikleri müddetçe bu gruplara karşı herhangi bir harekatta bulunmadı. Yezidiler ne Müslüman ne de gayrımüslim kabul ediliyordu. Liderlerinin Arap bölgelerinden Anadolu’ya sürüldüklerine ve bunların ihtida ederek Müslüman olacaklarına dair kayıtlar bulunmaktadır. Dürziler ise tatbik ettikleri sisteme yakın olan Sünni-Hanefi hukukuna göre yönetiliyorlardı. Osmanlılar, askere de aldıkları, Dürziler’e karşı hep “müsamahalı” davranmış ve aralarında bir problem çıkmamasına gayret etmiştir.  1864 Cebel-i Lübnan nizamnamesinde de Dürzileri Cebel-i Lübnan özerk idaresinde ayrı bir cemaat olarak tanımıştır.
Aslında Osmanlı düzenindeki temel ayrım dini, mezhebi ve etnik olmaktan ziyade Beraya (silah taşıyan, askeri-yönetici sınıf) denilen vergi vermeyenler ile ister Müslüman ister gayrı müslim olsun reaya (vergi mükellefi, halk) arasında olup daha ziyade mali (fiscal) özellik taşımaktaydı.
Tekrar başa dönecek olursak Osmanlı Devleti bu kadar farklı etnik, dini ve mezhebi farklılıkları yüzyıllarca nasıl yönetebildi? Bu sorunun cevabını Osmanlı Devleti ile halk (teb’a) arasındaki adı konulmamış mutabakat veya sosyal kontratta bulabiliriz. Devlet ister Müslüman isterse Gayrımüslim olsun halkından öncelikli olarak itaat ardından, fiscal bir devlet olarak vergi beklemekteydi. Bunun karşılığında halkın da devletten beklentisi güvenlik (can, mal, ırz), Müslim ya da gayrimüslim herkese karşı her konuda adalet ve dini inanç ve geleneklerini rahatça yaşabilmekti. Aslında bu Güvenlik (security, emân), adalet ve liyakate (meritokrasi) dayalı İslam siyaset ilkelerinden başkası değildi. Kim tarafından söylenmiş olursa olsun İslâmiliteratürdeki “Adalet mülkün (devletin) temelidir” mottosundaki adaletin aynı zamanda özgürlüğü de içerisinde barındırdığını unutmayalım. Nitekim 19. Yy.’da yaşamış Mısırlı âlim Tahtavi Fransızların özgürlük derken aslında Müslümanların Adalet olarak adlandırdıkları kavramı kastettiklerini söylüyordu. Zira adaletin ekilmediği topraklarda özgürlük de yeşeremezdi.
O halde  şöyle bir soru sorulabilir. Osmanlı devleti ile halk arasındaki mutabakat neden bozuldu ve Osmanlı Devleti neden yıkıldı? Cevaplaması oldukça zor olan bu soruya 18 ve 19. Yüzyıllarda çok uluslu ve çok dinli devletlerin ölüm fermanı olan milliyetçiliğin ortaya çıkması ve bunun Batılı devletler ve Rusya tarafından Osmanlı coğrafyasında olabildiğince suistimal edilmesi, Sanayi Devrimi ve modernitenin getirdiği problemler ve meydan okumalara İslam Dünyası ve en büyük temsilcisi Osmanlıların gerektiği yoğunlukta ve süratle karşılık verememesi sömürgecilik gibi pek çok şeyi sıralamak mümkün. Ancak esas olan paradigmanın tamamen değişmesi yani zamanın ruhunun muhtevasındaki  değişim ve sünnetullah’ın gereği kaçınılmazdı.
20. yüzyılın sonları ile 21. Yüzyıl başlarında Osmanlı bakiyesi Balkanlar ve Ortadoğu’da yeni bir döneme girmekteyiz.  Dışarıdan müdahalelerin de etkisiyle giderek yaygınlaşan mikro-milliyetçilik, etnosentrizm ve mezhepçiliğin (sekteryanizm) ve bunlara bağlı çatışmaların yoğunlaştığı yılları yaşarken Pax-Ottomana’nın (Osmanlı Barışı) yüzyıllar süren mutlu günlerini aramaktayız. Bu durumun devam etmesi bölgemizde, gerçeklemesini hiç temenni etmediğimiz “İslam Ortaçağı” olarak adlandırabileceğimiz bir sürece girmemize sebep olabilir. Ancak çözümü, dönülmesi asla mümkün olmayan “altın çağlarda” veya “kanun-u kadimde” aramak yerine, geçmiş tecrübe ve tatbikattan ilham alarak, daha iyi bir sistem bulunana kadar, gerçekten çoğulcu ve demokratik bir düzende bulabiliriz.
cengiztomar@hotmail.com

Yorumlar kapatıldı.