İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Köşe yazarlarına pek güvenmeyin…

Markar Esayan
2007’de kutuplaşmanın hangi cepheden geldiğini, bu gerginliğin önce muhtıra, sonra AYM’nin 367 kararı ve nihayetinde kapatma davası gibi pratiklere dönüştüğünü gördük. Merhum Danıştay üyesi Mustafa Özbilgin’in cenazesinde AK Partili kurmayların nasıl yuhalandıkları daha dün gibi gözlerimin önünde. O sıralarda bu kibirli şımarıklıkların ve lince maruz kalan muhafazakarların kutuplaşmanın neresinde yer aldıkları pek önemsenmedi… Yani muhafazakarlar sadece varlıklarının daha görünür olmalarıyla kutuplaşmanın mağduru oldular ama sürekli kutuplaşmayı yaratan kesim olarak sunuldular… (Naçizane tavsiyem, bu ülkenin aydınlarına, ben dahil, sakın arada sırada sizlere adil davranıyorlar diye açık çek vermeyin, kendi görüşlerinizi oluşturun. Bunu aydınlara hakaret adına söylemiyorum. Bu ülkede köşe yazarları gereksiz şekilde çok güçlü, adeta siyasi bir aktör gibiler ve bu gücü dengeleyen bir sorumluluk sübabı yok.)… Herkes kendinden mesul. Kutuplaşmayı demir bir manivela olarak kullananların bu yazıyı okuyunca anında gözyaşları içinde tövbe edeceklerini düşünmem tabii. Ama kendisini ilahi hakem yerine koyanların daha ahlaklı olmalarını beklemeye hakkımız var.

***
Kutuplaşma denen kavram başından beri ya siyasi bir güç üretmek adına suiistimal edildi, ya da kendi üzerine hiç düşünmeyen ergen bir yaklaşımla siyasi rakip ve tabanının ontolojik kusuru olarak görüldü. Böylelikle son 12 yılın ilk günlerinden itibaren AK Parti müdahalelere direnip güçlendikçe gerginliğin arttığını, kutuplaşmanın da AK Parti’nin başarısına endekslenen bir reddetme haline dönüştüğünü izledik.
2007’de kutuplaşmanın hangi cepheden geldiğini, bu gerginliğin önce muhtıra, sonra AYM’nin 367 kararı ve nihayetinde kapatma davası gibi pratiklere dönüştüğünü gördük. Merhum Danıştay üyesi Mustafa Özbilgin’in cenazesinde AK Partili kurmayların nasıl yuhalandıkları daha dün gibi gözlerimin önünde.
O sıralarda bu kibirli şımarıklıkların ve lince maruz kalan muhafazakarların kutuplaşmanın neresinde yer aldıkları pek önemsenmedi.
Zaten bizler, şu haliyle kutuplaşmadan Hasan Cemal’in sinir krizlerini, ulusalcıların darbe yapamama nöbetlerini anlıyoruz. Pedro Almodovar bir Türkiyeli olsaydı, “Sinir krizinin eşiğindeki elitler” tadında yüz film yapardı. Ama biz bu kadar bereketli bir konuda öyle çarpıtılmış algılara sahibiz ki, sadece Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” ile yetinmek zorundayız.
Yani muhafazakarlar sadece varlıklarının daha görünür olmalarıyla kutuplaşmanın mağduru oldular ama sürekli kutuplaşmayı yaratan kesim olarak sunuldular.
Nitekim, 27 Nisan’da askerin muhtırası veya kapatma davası ile AK Parti iktidardan hal edilse, Erdoğan Güneysu’da inzivaya çekilse, ortalık süt liman olacak, kutuplaşma diye bir şey kalmayacaktı.
Oysa karşımızda, ne darbelerde, ne on binlerce kadın başörtüsü yüzünden canlı cenazeye dönüştürülürken, asla şiddet yoluna sapmamış, 28 Şubat’ta bile sesini çıkarmamış bir muhafazakar kitle gerçeği vardı.
Garibim muhafazakarlar hala 28 Şubat’ta darbecilere itiraz etmiş kişilere öde öde borçlarını bitirmiş hissetmiyorlar kendilerini, o kadar da naifler.
Bir yerde, bir kesim, sadece diğerleri ile eşit olmayı talep ediyorsa, bu durum gerginlik yaratıyorsa ve gerginlik ancak onların haklarından vazgeçmeleri ile giderilecekse, orada bir ahlak sorunu var demektir.
Normalleşmeyi arzulayalım, buna sorumsuzca katkıda bulunmayalım, bu iyi bir şeydir. Ama normalleşme kisvesi ardında bir ahlaksızlığı gizlemeyelim, meşrulaştırmayalım.
Zaten buradaki ahlaksızlık bir fiske ile görünür olacağı, aslında beyaz Türklere somut bir haksızlık/ayrımcılık da yapılmadığı için söylemin üzerine abanıldı.
CHP’nin gasp ettiği vakıf mallarını iade eden, insanların belki ilk defa kendilerini hem Ermeni/Kürt/Alevi hem de eşit vatandaş hissettikleri bir normalleşme sürecini açan, Dersim için özür dileme, 1915 için taziye yayımlama seviyesine gelmiş bir liderin/partinin, sözlerini cımbızlayıp, çarpıtıp, ondan “diktatörlük” üretmeyi başaran gözü dönmüş bir kutuplaştırma arsızlığından bana gına geldi.
Kerli ferli, kendilerine demokrat, liberal diyen aydınların, dindarlarla eşit olma ihtimalinden hazzedip, ama eşit olmaktan nefret ettikleri için bu arsızlığı normalleştirmelerinden de sıkılmış durumdayım, sizi bilemem.
(Naçizane tavsiyem, bu ülkenin aydınlarına, ben dahil, sakın arada sırada sizlere adil davranıyorlar diye açık çek vermeyin, kendi görüşlerinizi oluşturun. Bunu aydınlara hakaret adına söylemiyorum. Bu ülkede köşe yazarları gereksiz şekilde çok güçlü, adeta siyasi bir aktör gibiler ve bu gücü dengeleyen bir sorumluluk sübabı yok.)
Bu ülkede bir partinin çağrısı üzerine 52 vatandaşın, Yasin Börü’nün üçüncü kattan atılıp yakılması gibi vahşi şekilde öldürülmesi, üç ağacın yerinin değişmesi kadar değer görmedi. İnsanlara “bizim ölülerimiz, sizin ölüleriniz” ahlaksızlığını dayattılar. Savcı Kiraz’ın öldürülmesini bir demokrasi ayini gibi sundular. PKK’nın baraj yaptırmayacağız diye ateşkesi bozup bir vatandaşı öldürmesi üçüncü sayfa haberi olabildi. 6-8 Ekim ayaklanması için bir Meclis araştırma komisyonumuz bile olamadı.
Sizce, “ABD oyalıyor, hava harekatı ile DAİŞ’le mücadele başarılı olmaz, bakın Kobani düştü düşüyor” söyleminden 52 ölüm çıkartan, ama bu ölümlerin müsebbiplerine vazo kırmış çocuk muamelesi yapan zihniyette sorgulanacak bir anormallik yok mudur?
Vampirleşerek mi normalleşeceğiz biz?
İnsanlıktan çıkarak, aptal yerine konmayı sindirerek mi?
Herkes kendinden mesul. Kutuplaşmayı demir bir manivela olarak kullananların bu yazıyı okuyunca anında gözyaşları içinde tövbe edeceklerini düşünmem tabii. Ama kendisini ilahi hakem yerine koyanların daha ahlaklı olmalarını beklemeye hakkımız var.
Bakın o zaman normalleşme için bir şansımız olabilir.

Yorumlar kapatıldı.