İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tartışılmazları Tartışabilmek

Serdar Kaya
Sevan Nişanyan’ın cevabı, uzlaşma kabul etmez niteliği itibariyle diğerlerinden ayrılıyor. Nişanyan’a göre, (1) tehditlere kulak asmamak, (2) fazlasıyla açık bir dille eleştirilere devam etmek ve (3) bu şekilde nisbeten daha kısa bir zaman zarfında bazı kulakları eleştiriye alıştırmak gerekiyor. Nişanyan’ın böyle davranmaktaki amacı, insanları alıştıra alıştıra kendi düşüncesine ikna etmek değil. Zira çoğunluğun (en azından daha epey bir zaman) kendisi gibi düşünmeyeceğini zaten kabullenmiş. Yapmak istediği şey, her düşüncenin aynı derecede saygıdeğer (ve saygıdeğmez) olduğunu ve fikirlerin serbest piyasasında1 hiçbir argümanın herhangi bir diğerine karşı dokunulmazlığı olamayacağını (gerekirse insanların kafalarına vura vura) göstermek. Nişanyan bu çerçevede (sözgelimi) “Tanrı’yı saçmalık, vahyi soytarılık, peygamberi de fırsatçı” olarak nitelendirmekten ve bunu sıklıkla yapmaktan çekinmemek gerektiğini söylüyor.

***
Her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de dini ve seküler bazı kutsallar var. Ancak Türkiye’de bu kutsallar hakkında konuşmak, fikir belirtmek hep zor olageldi. Ülkenin oturmuş bir eleştiri kültürü zaten yoktu; halen de yok. Belki biraz da bu nedenle, eleştiri bir yana, ilgili kutsallara ilişkin ululama içermeyen nötr ifadeler dahi çoğu zaman hakaret olarak algılandı.
Türkiye’nin (ve aslında dünyanın) bugün geldiği noktada herhangi bir gerçekliği tartışılmaz kılabilmek pek mümkün değil. Dahası, insanlar artık her konuyu rahatlıkla tartışabilmek istiyorlar. Sürekli kimi dokunulmazlık sınırlarını gözeterek ve adeta cambazlık yaparak yazmak ya da konuşmak zorunda kalmak, giderek daha fazla geçmişte kalan bir şey.
Sosyal normlar değişiyor – ve tartışılmazları olan olmayan her kesimden insan bu süreçten nasibini alıyor. Otoriter ya da ataerkil çizgide bulunan pek çok insan dahi ifade hürriyetinin sınırlarını tek taraflı olarak belirlemeye hakkı olmadığını (ve bunu istese bile artık zaten yapamayacağını) yavaş yavaş fark etmeye başlıyor. Ne var ki, pek çok diğerleri, geçmişteki yasakları bugün de sürdürmek istiyorlar. Kutsalları sorgulayanlara hukuki (ve hatta hukuk dışı) yaptırım talep edenler halen hiç az değil.
Bu noktada soru şu: Bu gibi tehditkar tavırların fazlaca yerleşik olduğu bir ortamda fikir üretmeye çalışanlar, kendilerini nasıl ifade etmeliler?
Daha somut bir ifadeyle, şöyle de denebilir: Bazı insanlar kendi değerlerine yönelik eleştirilerin (ve hatta sıradan değerlendirmelerin) önünü alma adına bir dizi ezber öne sürüyorlar:
— “Atatürk’e dil uzatamazsın!”
— “Bayrağa saygısızlık edemezsin!”
— “Peygamberi eleştiremezsin!”
— “Kitabı sorgulayamazsın!”
— “İstiklal Marşı’nı tartışamazsın!”
— “Türklüğe hakaret edemezsin!”
— “Soykırım diyemezsin!”
— “Bölücülük yapamazsın!”
— “Müslüman mahallesinde salyangoz satamazsın!”
Sonu gelmeyen bu ezberlere çoğu zaman açık ya da gizli tehditler de eşlik ediyor. Bu şartlar altında ne yapmak gerekir?
Nişanyan Yöntemi
Bu soruya farklı cevaplar verilebilir, veriliyor. Ancak spesifik olarak Sevan Nişanyan’ın cevabı, uzlaşma kabul etmez niteliği itibariyle diğerlerinden ayrılıyor. Nişanyan’a göre, (1) tehditlere kulak asmamak, (2) fazlasıyla açık bir dille eleştirilere devam etmek ve (3) bu şekilde nisbeten daha kısa bir zaman zarfında bazı kulakları eleştiriye alıştırmak gerekiyor. Nişanyan’ın böyle davranmaktaki amacı, insanları alıştıra alıştıra kendi düşüncesine ikna etmek değil. Zira çoğunluğun (en azından daha epey bir zaman) kendisi gibi düşünmeyeceğini zaten kabullenmiş. Yapmak istediği şey, her düşüncenin aynı derecede saygıdeğer (ve saygıdeğmez) olduğunu ve fikirlerin serbest piyasasında1 hiçbir argümanın herhangi bir diğerine karşı dokunulmazlığı olamayacağını (gerekirse insanların kafalarına vura vura) göstermek. Nişanyan bu çerçevede (sözgelimi) “Tanrı’yı saçmalık, vahyi soytarılık, peygamberi de fırsatçı” olarak nitelendirmekten ve bunu sıklıkla yapmaktan çekinmemek gerektiğini söylüyor.
Sevan Nişanyan 2 Ocak 2014 tarihinde cezaevine girerken
Böyle bir yaklaşım hakkında pek çok şey söylenebilir. Ama öncelikle şunu belirtmek gerekli: Nişanyan’ın bu sınır-tanımaz sözleri aslında günümüz demokrasilerinde herhangi bir problem teşkil etmiyor. Bugün herhangi bir gelişmiş demokraside kutsalları (çok sert şekillerde dahi olsa) eleştirmenin önünde hiçbir ciddi engel yok. Zira, dini değerlere hakareti suç kapsamına alan kanunlar (blasphemy laws) artık ya yürürlükten kaldırıldı, ya yürürlükte olsa da uygulanmıyor, ya da sadece azınlıkları koruma amaçlı olarak nefret söylemini cezalandırıyor. Yani Avrupa’da hakim dini değerleri hedef alan yazılar yazan ya da karikatürler çizen insanlar hukuki sorunlar yaşamıyorlar. Hukuk sadece İslam ya da Musevilik gibi azınlık dinlerinin hedef alındığı kimi durumlarda devreye girebiliyor.2
Ancak, günümüzün gelişmiş demokrasilerinde bu gibi sözlerin hukuk önünde problem teşkil etmiyor olması, tamamen sorunsuz oldukları anlamına gelmiyor. Zira, “Tanrı’yı saçmalık, vahyi soytarılık, peygamberi de fırsatçı” olarak nitelendirmenin ve bunu sıklıkla yapmanın, ifade özgürlüğüne değil, maksadın aksine hizmet etmesi kuvvetle muhtemel.
Her şeyden önce, Türkiye özelinde, bu çerçevedeki sözler normalleşmeye değil, mevcut anormalliğin sürdürülmesine katkıda bulunuyor. Şöyle ki, ülkede sistemli olarak ayrımcılığa uğramış olan başlıca üç grup var: Dindarlar, Kürtler ve gayrimüslimler. Bu üç kimlik etrafındaki siyaset, Cumhuriyet tarihi boyunca (devlet baskısı nedeniyle) hep uzlaşmadan ziyade çatışma eksenli olageldi. Ve bu üç kimliği taşıyan insanlar, hep bir varolma mücadelesi içinde oldular.
Temel bir insani özelliktir: Çatışma ortamında bulunan insanlar, kendilerini sürekli saldırı altında hissederler ve kendilerine yönelik her türlü olumsuz yorum ya da eleştiriyi (gerçek bağlamı ne olursa olsun) bu çerçevede algılarlar. Eğer bu durumdaki insanların en aziz bildikleri değerleri hedef alırsanız, verecekleri doğal refleks savunmaya geçmek olur. Söylediklerinizin doğru olup olmadığı hiçbirinin umrunda olmaz. Tabii bunu umursamamaları da sizin umrunuzda olmayabilir. Ancak, bu şartlar altında yaşayagelmiş insanların ikide bir inançlarını hafife alan sözler duymaları durumunda buna alışacaklarını, köşelerine çekilmeye razı olacaklarını ve neticede Türkiye’nin daha özgür bir ülke olacağını düşünüyorsanız, yanılmanız mukadderdir.3 Zira olumsuz ya da hakaretamiz sözler, çatışma ortamlarında sıradanlaşmaz. Hatta, bazı açık yaraları kaşıdıklarından, her seferinde daha rahatsız edici dahi olabilirler. Yani “İfade özgürlüğünü hakim kılayım” derken, sürmekte olan bir yangını körüklemek de mümkün.
Dindarlar ve Rasyonalite
Konunun ifade özgürlüğünü doğrudan zedeleyen bir yönü de yok değil. İfade özgürlüğünün belki de birincil etik dayanağı, bir insanın duygu ve düşüncelerine dair sınırları başkalarının çizmesinin yanlışlığı. Ancak konunun işlevsel bir yönü de var: İfade özgürlüğü, düşünce alışverişini mümkün kılıyor, bir fikir ortamı oluşturuyor ve bu sayede düşüncenin gelişimine katkıda bulunuyor. Bu etkileşim, siyaset ile doğrudan ilgili. Farklı şekilde düşünen insanların bir araya gelerek birbirlerini anlamaya çalışmaları ve uzlaşı aramaları, demokrasiyi mümkün kılıyor. Ne var ki, Nişanyan’ın kimi ifadeleri, böyle bir iletişimi ya da demokrasiyi çok fazla umursamadığını ima ediyor.4
Örneğin, Nişanyan inançlı insanları ikna etme amacında olmadığını ifade ederken, “[K]imsenin akıl yoluyla mitolojiye galip geldiği görülmemiştir” diyebiliyor. Yani onlarla konuşacak bir şey yok, çünkü onlar (en azından bu konuda) akıllarını devre dışı bırakmış olan birer ümitsiz vaka durumundalar! Nişanyan doğrudan böyle söylemese de, sözleri bu manaya indirgenmeye mahkum. Ve böyle bir yaklaşım birkaç yönüyle problemli.
Birincisi, insanları inançları konusunda belli şeylere ikna etme kaygınız olmasa bile, onları “saçma” ve “soytarı”ca şeylere inanan ahmak bir güruh olarak tasvir ettiğiniz an, onlarla aranızdaki köprüleri de yakmış olursunuz. Bu, her şeyden önce siyaseti dışlayan bir tavır. Neticede, gerek inanç gerekse diğer konularda politika üretirken yine bu insanlarla konuşmak, tartışmak ve uzlaşmak durumundasınız. Dolayısıyla, bir yandan özgür bir şekilde tartışabilmeyi talep ederken, diğer yandan potansiyel muhataplarınızın ciddi bir kısmını küstürerek yalnızlaşmak pek de makul bir tavır değil. Tabii amacınız sadece sizin gibi düşünen insanlara hitap etmek ve sadece onlarla bir şeyler yapmaya çalışmak da olabilir. Ancak bu durumda da aslında tartışmanın bir parçası olmak değil, bulunduğunuz pozisyondan başkalarına “saydırmak” istiyorsunuz demektir. Bu da elbette bir tercih. Ama gayet liberal olsa da pek demokrat olmayan, uzlaşmasız, kavgacı bir tercih.
İkincisi, inananlar ile inanmayanlar arasına bir rasyonalite çizgisi çizmek hatalı. Evet, insanların inançlarına geçerli rasyonel argümanlardan hareketle vardıklarını söylemek (özellikle son 100-120 sene için) gerçekten de çok kolay değil.5 Ancak bu durum, inançsızlığın her zaman rasyonel bir sürecin sonucu olduğu anlamına gelmiyor. Zaten inanca mesafeli bir ortamda büyümüş olan insanların inançsız olmalarını rasyonalite ile açıklamak zor. Kaldı ki, rasyonalite açığı (özellikle Türkiye’de) tek bir kesime özgü olmayan, geneli kuşatan bir gerçeklik. Dahası, Türkiye’de dine mesafeli olan kesimlerin neredeyse tamamının farklı seküler tabuları var. Bu şartlar altında, bir grubu rasyonalite açığıitibariyle diğerlerinden ayırmak adil değil.
Üçüncüsü, inanca dair konularda ifade hürriyetine kısıtlama getirmek isteyenlerin sadece dindarlar olduğunu varsaymamak gerekli. İnanmayanların ifade hürriyetlerini savunan dindarlar olduğu gibi, inanca yönelik eleştirel ifadelere demokrasi ile hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak denli geniş sınırlamalar getirilmesini doğru bulan gayet eğitimli ateistler de var.6 Bu ayrımı yeterince dikkate almamak, hem yanlış insanlarla müttefik olmaya, hem de yanlış insanları hedef almaya neden olabilir.
Sevan Nişanyan’ın 19 Kasım 2012 tarihli Cehennemde Bir Gezinti başlıklı yazısı üzerinden bir düşünelim… Cehennem kelimesinin ortaya çıkışını inceleyen ve bu kelimenin zannedilenden çok farklı bir kökeni olduğunu ortaya koyan bu gibi enteresan yazılar acaba daha çok kimlerin ilgisini çekiyor? Bu türden yazıların ima ettiği gerçekler elbette bazı dindarlara büyük bir boşluk hissi yaşatabilir ve bu insanlardan bazıları bu hislerini tepki göstererek dışavurabilirler. Ancak, bu yazıları ilgiyle okuyan ve kafa yormaya değer bulanlar arasında geniş bir inançlı kitle de yok mudur? (Bu yazıların ekseriyetle inançlı insanların ilgisini çektiğini söylemek dahi mümkün.) Şayet öyle ise, “[K]imsenin akıl yoluyla mitolojiye galip geldiği görülmemiştir” gibi kategorik bir ifade kullanmadan önce biraz daha düşünmek doğru olmaz mı?
Evet, “Hiçbir mitoloji kendiliğinden demokrat olmaz.” Orası doğru. Hatta Türkiye’de İslami kesimin çoksesliliğe ve liberalizme yaptığı (ve şimdilerde azalan) vurguların 28 Şubat 1997 sonrası döneme ait olduğu da doğru. Ama bütün bunlar, demokratlaşmanın yolunun sadece kavgadan geçtiği anlamına gelmiyor.
Sonsöz
Bunların çoğuna Sevan Nişanyan’ın da bir itirazı olduğunu düşünmüyorum. Ancak kimi sözleri, konunun bu yönlerini zaman zaman gözardı ettiğini ya da umursamadığını ima ediyor.
Diğer Bazı Noktalar
1. Üslup
Çoğu zaman üslup sorunu da bu tartışmaların bir parçası oluyor. “Elimizde bir Tanrı’nın varlığına işaret eden herhangi bir delil yok” ile “Tanrı fikri saçmalıktır” ifadeleri arasındaki fark önemsiz değil. Dahası, hiciv yeteneğine sahip olan Nişanyan gibi bir insanın, hakarete (ya da konuyu kestirip atan bir parça savruk ifadelere) belki zaten baştan tevessül etmemesi gerekli. Ancak yine de, Nişanyan’a üslubu üzerinden getirilen eleştiriler, çoğu zaman hakkaniyetli olmuyor. Zira, bir insanın durup dururken hakaretamiz bir ifade kullanması ile bu sözleri tehditkar bir tavırla konuşanlara cevap verirken sarf etmesi aynı şey değil. Bu ikinci tavır, “görmek ve artırmak” anlamına gelir. Bu demek değil ki, her zaman doğru ve güzel bir tavırdır. Ama Nişanyan’ın üslubuna karşı çıkarken, hakim ve yaygın söylemin küstahlığına çoğu zaman sağır olduğumuzu bilelim. Çünkü, kulağımız hakim söyleme haddinden fazla aşina. Ve bir de tabii hiç Nişanyan kadar öteki olmadık. Dolayısıyla, biraz fazla rahat eleştiriyoruz.
2. Etyen Mahçupyan ve AKP
Nişanyan, AKP konusunda da ümitsiz. Partiye ve partiye oy verenlere son dönemde daha farklı bakıyor. Türkiye’deki geniş muhafazakar kitlenin demokratlaşması konusunda artık Etyen Mahçupyan kadar iyimser olmadığını da belirtiyor. Dolayısıyla, bu kitlenin son seçimde “yenilmiş” olması, onun açısından olumlu bir gelişme. Ancak, Nişanyan’ın bu konudaki sözleri de eleştirilmeye müsait. Her şeyden önce Mahçupyan, AKP ile dindarlar arasında sıklıkla bir ayrıma gidiyor ve AKP’nin halktaki değişimin gerisinde kalmasının parti için önemli bir risk olduğunu sıklıkla vurguluyor. Mahçupyan’ın çoğu argümanının temelinde, Türkiye’ye demokrasinin ancak geniş muhafazakar kitlenin bu doğrultuda bir dönüşüm yaşaması durumunda gelebileceği varsayımı var. Dolayısıyla, Nişanyan’ın son seçim sonuçlarına atfen, “Şimdi yenildiler” demesi çok anlamlı değil. Zira bu son seçimde tam da son dönemdeki sertleşme politikası nedeniyle AKP’ye oy vermeyen çok sayıda dindar var. AKP’ye oy verse de benzeri kaygılardan ötürü bunu kerhen yapmış olan kesimi de dikkate alırsak, bu gibi kalın çizgiler çizmek istemeyebiliriz. Zira herkes “darkafalı ergen aktrol” degil. Milyonlarca insandan söz ediyoruz. Kim yenildi? Kime yenildi? Cevabı çok basit değil.
Dipnotlar
1 Recep Tayyip Erdoğan 6 Aralık 2010 tarihinde “Düşüncesine inanan düşünce özgürlüğünden, inancına güvenen inanç özgürlüğünden korkmaz” derken de aslında yine (farkında olarak ya da olmayarak) fikirlerin serbest piyasasına atıfta bulunuyordu.
2 Türkiye’de ise bunun tam tersi geçerli. Yani azınlıklara ya da inançlarına hakaret gayet yaygın olsa da, ifade özgürlüğü çoğu zaman çoğunluğun inancı ekseninde gündeme geliyor. Tek başına bu örnek dahi, bu konuda Avrupa ile Türkiye arasındaki farkın derinliği konusunda bir fikir verebilir.
3 Daha farklı bir örnek üzerinden şöyle düşünelim: Dindar olmayan milliyetçi bir Türk, hıristiyanların inançlarını ahmakça bulduğunu ifade etmeye ve bunu farklı şekillerde sürekli tekrar etmeye başlarsa ne olur? Bu tecrübeyi yaşayan Rum ve Ermeniler kulaklarını bu sözlere alıştırmaya mı başlarlar, yoksa (dindar birer hıristiyan olmasalar dahi) ilgili kişiyi tipik bir milliyetçi Türk olarak algılayıp ürkerek ilgili kişiye mesafe mi alırlar? Denebilir ki, Nişanyan dinler arasında ayrım yapmıyor. Ve yine denebilir ki, müslümanlar azınlıkta ya da muhalefette değil. Ancak bunlar müslümanların halen Kemalizmden ve Kemalistlerden ürktükleri, ve inançlarına yönelik saldırıları bu çerçevede anlamlandırdıkları gerçeğini değiştirmiyor. (Müslümanların bugünlerde daha yüksek ve buyurgan tonlarda konuşuyor olmalarını sadece iktidar zehirlenmesiyle açıklamak da bu konuda yapılan bir diğer yanlış. Müslümanlar, önceden sadece kendi aralarında söyleyebildiklerini, şimdilerde kısmen de olsa açıkça ifade ediyorlar. Bunun söylem değişikliği olarak görülmesi, eskiden daha çok kapalı kapılar arkasında yaşamış olan bu söylemi çok fazla bilmemekten ileri geliyor. Halbuki tıpkı Kürtler ve gayrimüslimler gibi, müslümanların da bir kollektif hafızası var. Ve tıpkı Kürtler ve gayrimüslimler gibi, müslümanlar da eski günlerin geri gelmesinden korkuyorlar.)
4 Nişanyan’ın demokrasi konusundaki şu sözleri gayet doğru: “Demokrat demek, fikirlerinden iğrendiğin, vatan haini ve şeytanın sözcüsü olduğuna inandığın adamların memleket yönetiminde senin kadar söz hakkı olduğunu kabul etmek demek.” Ancak, bu sözlerin hemen ardından Nişanyan şu soruyu soruyor: “Dayak yememiş adam böyle bir şeye boyun eğer mi?” Yani (Türk, laik ya da müslüman olduğu için) kendisini memleketin efendisi olarak gören bir insan, durup dururken böyle bu fikri terk eder mi? Bu soru anlamsız değil. Ama bu fikri terk etmenin tek yolu “dayak” değil. Belki daha da önemlisi, dayak, ortaya yeni kavgalar çıkarıyor ve kollektif hafızaya yeni acılar ve kinler ekliyor. Bu noktada, şu soruyu da düşünmek gerekli: Dayak attığın adamla sonra nasıl komşu/vatandaş olacaksın? (Hatta dayak atma kararı dahi, ancak insanın bu soruya bir cevabı olduktan sonra alınabilir.)
5 Bir yaratıcının varlığına (ya da tekliğine) dair bugün itibariyle elimizde tek bir bilimsel delil (ya da geçerli argüman) dahi yok. Gerek müslüman coğrafyalarda gerekse dünyada bugüne dek bu konuda epey çaba sarf edilmiş olsa da, bu çerçevedeki çalışmaların bilimsel bir değeri yok. Ancak ilgili çalışmaların ne yazarları ne de okurları ne yazık ki bu gerçeği fark edebilecek donanıma sahip değiller. (Bunun dışında, Tanrı inancını herhangi bir rasyonel argümana ya da ispata dayandırma ihtiyacı hissetmeyen ve sadece bir önkabul olarak gören ve o şekilde benimseyen insanlar da var. Böyle bir inanç, bilimsellik iddiasında bulunmuyor olması itibariyle diğerlerinden farklı. Ama tam da bu nedenden ötürü, bilimin böyle bir inanç hakkında olumlu ya da olumsuz herhangi bir şey söyleyebilmesi mümkün değil.)
6 Bazı dindarlar “İnancımdır, eleştiremezsin” derken, dindar olmayan bazıları da “İnançlarıdır, eleştiremezsin” diyorlar. Dahası, bunu yapanlar, bu eleştirilemezlik iddiasının çoğu zaman bizatihi kendisini de eleştirilemez bir doğru kabul ediyorlar! Bunu yaptıkları ölçüde de, kendileri ile iletişim kurmak çok zorlaşıyor.

Yorumlar kapatıldı.