İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kıyam Ve Kıtâl Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devletin İnşası ve Kolektif Şiddet

Oktay Özel
Şiddet belki de tarihin en temel süreklilik unsurlarından biri. Kıyam, yani isyan ve başkaldırı da öyle. Tarihyazımının geleneksel biçimlerinin siyasi ve askerî gelişmelere vurgu yapma, bütün bir tarihi savaşlar, askeri yayılmalar ve dağılmalar üzerinden okuma eğilimi de şüphesiz bu algıyı epeyce pekiştiren bir etken. Hem şiddetin hem isyanın değişik biçimleri olmakla birlikte, uzunca bir süre bunların çoğu “savaş” veya “iç savaş” ya da “ihanet” kategorileri altında sunuldu, çoğu görünmez kaldı. Ya da bu sarmalın kaçınılmaz türevleri veya eşlikçileri olarak görüldü.


Dünya tarihçiliği bu dar çerçeveyi epeydir kırmış durumda. Türkiye ise değişik şiddet biçimlerinin, türlerinin kendi içinde apayrı bir bağlamı ve tarihi olabileceğini yeni yeni fark ediyor. Dolayısıyla, savaşın tek başına şiddeti açıklamaya yetmediğini, yetemeyeceğini de. İlişki asıl şimdilerde tersinden kuruluyor: Savaş, şiddetin sadece bir biçimidir. Farklı tarih okullarının, savaş ve devlet ilişkisinin hayli organik doğasına uzun bir süredir dikkat çektiğini, devleti “şiddet tekelini elinde bulunduran örgütlü güç” olarak tanımladığını ve bu temel ilişkinin bizatihi kendine içkin bir şiddeti (genellikle “meşru” sıfatıyla tanımlanmış olanını) içerdiğine dair yaklaşımların varlığını biliyoruz. Aynı şekilde, bireysel düzlemde olduğu gibi, toplumsal alanda ve devletlerarası ilişkilerde de belli ilişki türlerinin şiddet üretmeye eğilimli doğasına epeyce aşinayız.

Sosyalbilimsel analiz, değişik disiplinlerin içinden veya disiplinlerarası çalışmalar vasıtasıyla çoktandır bu konulara eğilmiş, temel bir kavrayış çerçevesi (çerçeveleri) üretmiş durumda. Tarihçilik alanı bugün belki de en fazla bu bağlamda sosyalbilimlerin genel pratiğine açılıyor, o dünya içinde üretiyor, yorum geliştiriyor. Bir yandan sosyalbilimler kendi içinde tarihe daha fazla yaklaşır ve “tarihsel”leşirken, yıllar önce bir Fransız tarihçinin vurguladığı gibi, tarih asıl belki de şimdilerde sosyalbilim pratiğinin tek “mümkün sentezi” haline geliyor. Diğer yandan da tarih sadece tarihçilerin uzmanlık alanı olmaktan giderek uzaklaşıyor. Antolojik anlam öbekleri kurmanın yegâne yolunu hâlâ akademyanın dar disipliner sınırları içinde arayanlarımız var şüphesiz. Ancak tarihin, geniş insanlığın ortak tecrübe havuzu olarak sosyalbilimsel analizin sadece ortak malzemesi değil, aynı zamanda ortak zemini de olabileceğini, hatta olması gerektiğini görmek ve teslim etmekten ürkmemeli.

Bütün tarih, hatta genel olarak sosyalbilimsel pratik, giderek daha fazla “tarihsel antropoloji”ye evrilirken, aslında Osmanlı ve Türkiye tarihçiliği bu genel eğilimin tamamen dışında durmuyor. Epeydir dünya ölçeğindeki bu disiplinlerarası (hatta disiplinlerötesi) değişmeye hızla açılmakta, ona eklemlenmekte. Diğer yandan “makro” evrenden aldığı ilhamla “mikro” evrenini derinleştiriyor, her an ve her seferinde kendini yeniden kuruyor. Aynı anda ve iç içe. Belki de diyalektiğin doğası başka türlüsünü zaten mümkün kılmıyor.

Ümit Kurt ile Güney Çeğin’in elinizdeki derlemesi Kıyam ve Kıtal, bu bağlamda Türkçe literatüre anlamlı bir katkı niteliğinde. Bir yandan Türkiye örneğine eğiliyor ama bunu yaparken de alabildiğine geniş bir çerçevede makro dünyanın kimi temel tarihsel gerçeklerine ve parametrelerine açılıyor. O dünyada bir kısmı kolonyal nitelikte olan dönemin büyük imparatorlukları bir bakıma kendi hikâyeleriyle resmi geçit yapıyor. Ancak onların hikâyeleri bir noktada Osmanlı’nınkiyle çakışarak iç içe geçiyor. Ve tam da bu noktada, sınırboylarındaki çatışmaların doğasını çözümlerken, karşımıza Osmanlı’nın 19. yüzyılına damgasını vuran merkezî bir tema, etno-dinsel milliyetçilik olgusu çıkıyor. Ama Kurt ve Çeğin’in derlemesi, bu noktada hiç de ezberlerimizdeki standart mecraya, klişelere gözü kapalı atılmıyor. Aksine bu temanın hakkını farklı okumalarla teslim ederken, onun açıklamada yetersiz kaldığı noktalara, başka perspektiflere açılıyor. Bu yönüyle elinizdeki seçki, Türkiye’de az tanınan veya yeni yeni isimleri duyulan tarihçilerin ve sosyalbilimcilerin en yeni çalışmalarını, tartışmalarını kendi kalemlerinden gündemimize taşıyor. Her biri sosyalbilimlerin farklı dalları içinden kaleme alınan metinlerin, günümüz literatürünü temsil dereceleri, açıklama çabaları ve kavramsal çerçevelerinin devlet ve şiddet tartışmasına katkıları bir yana, elinizdeki kitap bu zengin ve çeşitli çalışmaları bir arada sunmasıyla başlıbaşına önemli ve anlamlı bir iş yapmış oluyor.

Kıyam ve Kıtal’in anlamı ve katkısı bununla sınırlı değil. Çalışmanın doğrudan Osmanlı/Türkiye tarihsel pratiğine ayrılan bölümleri de en az diğer kısım kadar önemli. Her biri, ayrı ayrı bu kez Türkiye’deki alternatif tarihçilik ve sosyalbilimsel araştırma kulvarlarının içinden ele aldıkları orijinal konularını şaşırtıcı bir açıklıkla (hatta yer yer hayli keskince) ve eleştirellikle, tabir caizse “dipten tarayan”, derinlere dalan çalışmalar. Osmanlı’nın 19. yüzyılından bugünkü Türkiye’ye uzanan tarihsel kesitleri, süreklilik unsurlarını takdiri hak edecek bir çeşitlilik içinde ele alıyor, bunu yaparken Balkanlar, Anadolu, Kürdistan, Ermenistan ve Arabistan coğrafyalarına uzanan, onları birbirine bağlayan bir ortak tarihsel bağlam üzerinde at oynatıyorlar.

Bu çalışmalarla elinizdeki kitap, bizleri, “Osmanlı” İmparatorluğu ile “Türkiye” Cumhuriyeti’nde temsil olunan, her seferinde çözülen ve yeniden kurulan devlet ve şiddet biçimlerine, idare etme ve yönetme pratiklerine, devlet-toplum-cemaat politikalarına dair çok zengin ve çağrışımlı bir yeniden okuma ve düşünme sürecine davet ediyor.

Kıyam ve Kıtalin bir başka özelliğine dikkat çekerek bitireyim. Bu çalışma hem dünya ölçeğindeki temsilcileriyle ve fakat daha ziyade Türkiye ayağıyla son otuz yılın tarihçilik ve sosyalbilimler pratiğinde yaşanan radikal değişimin, dönüşümün de bir göstergesi, başarılı bir yansıması olarak okunmalı. Bu yönüyle kitabın hem editörleri hem yazarları büyük ölçüde bu değişimin içinden düşünen, konuşan ve yazan genç bilim insanları. Bir kez daha parçası ve hatta ürünü oldukları bir başka büyük tarihsel dönüşüm evresinin temsilcileri olarak tarihi yeniden yazıyor, yeniden yorumluyorlar. Belki tam da olması gerektiği, hep olageldiği gibi… Hayata aşkın bir bilim pratiğinin mümkün olmadığını, olamayacağını bir kez daha göstererek, hatırlatarak. Ve anlamlı bilim pratiğinin büyük ölçüde ve kaçınılmaz bir şekilde hayattan beslenen ve onu besleyen doğasına belki her zamankinden daha açık, daha dobra ve doğrudan işaret ederek. Bir yandan da bilimin “reelpolitiği”ni ve epistemolojisini, yine hep olageldiği üzere, yedeklerine alarak, yenileyerek.

Bütün bunları bir arada yapabilen kitaplar her zaman karşımıza çıkmıyor. Bu derleme onlardan biri. Bu yüzden, okuyucusunu yaratıcı bir düşünme süreci eşliğinde canlı ve orijinal bir tartışmaya davet eden Kıyam ve Kıtal’in editörleri ve yazarları bu çabalarıyla kuru bir tebrikten çok daha fazlasını hak ediyorlar.

Oktay Özel


Mart 2015, Ankara

http://istifhanem.com/2015/04/15/kiyamvekital/

Yorumlar kapatıldı.