İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İzmir Karataş Hastanesi ve Yahudi izleri

Tufan Erbarıştıran
Yahudi tarihi üzerine yazdığı tez ve çalışmalarla tanınan Dr. Siren Bora ile son yazdığı kitap ‘Karataş Hastanesi ve Çevresinde Yahudi İzleri’ üzerine kapsamlı bir söyleşi yaptık…1989’da 9 Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsünde doktora eğitimine başladığım zaman, İzmir’deki Rum azınlıklar ile ilgili araştırmalarıma devam etmek ve doktora tezimi bu konu üzerinde yapmak düşüncesinde idim. Fakat, doktora eğitimim sırasında fikrimi değiştirerek İzmir Yahudileri üzerine çalışmaya karar verdim.

***   
Yahudi tarihi üzerine yazdığı tez ve çalışmalarla tanınan Dr. Siren Bora ile son yazdığı kitap ‘Karataş Hastanesi ve Çevresinde Yahudi İzleri’ üzerine kapsamlı bir söyleşi yaptık.
Sayın Siren Bora, öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?
1962’de İzmir’de doğdum. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden 1983 yılında mezun olduktan sonra, 9 Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsünde yüksek lisans eğitimine başladım. 1988’de ‘1908-1912 İzmir Sancağında Rumlar’ başlıklı yüksek lisans tezimi başarı ile tamamladım. 1985-1988 yılları arasında Ege Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştım. 1989’da 9 Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsünde doktora eğitimine başladığım zaman, İzmir’deki Rum azınlıklar ile ilgili araştırmalarıma devam etmek ve doktora tezimi bu konu üzerinde yapmak düşüncesinde idim. Fakat, doktora eğitimim sırasında fikrimi değiştirerek İzmir Yahudileri üzerine çalışmaya karar verdim. Hocam Prof. Ergün Aybars, beni Avram Ventura ile tanıştırdı. Avram Ventura, Baruh Şalom ve Natan Şalom’un aracılığı ile 1990 yılında Lady Davis Fellowship Trust’ın bursunu kazanarak İsrail’e gittim. İki yıl Kudüs İbrani Üniversitesinde İbranice dersleri aldım ve Kudüs’te bulunan arşiv ve kütüphanelerde araştırma yaptım. Şalom gazetesinde, 1990-1993 yılları arasında İzmir Yahudi tarihine ilişkin yazdığım yazılarım yayınlandı. 1993 yılında ‘20. Yüzyılın Başında İzmir’de Yahudiler (1908-1923)’ başlıklı doktora tezimi vererek eğitimini başarı ile tamamladım. O zamandan beri, Batı Anadolu’da ve İzmir’de yaşayan Yahudilere ilişkin araştırma ve çalışmalarıma devam ediyorum.
Bir de Gözlem Yayınları’ndan çıkan ve baskısı tükenen ‘İzmir Yahudileri Tarihi, 1908-1923 adlı kitabınız vardı. Bu kitabınızdan da kısaca söz eder misiniz?”
Bu kitap, doktora tezimin gözden geçirildikten sonra tekrar basılmış halidir. Kitapta, 1908-1923 yılları arasındaki süreçte, İzmir Yahudi Cemaati’nin sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel yapısını tarihsel bir perspektif içerisinde sunmaya özen gösterdim. İzmir Şer’iye Sicilleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgeleri, Central Archives for the History of Jewish People belgeleri ve dönemin Osmanlıca yayınlanmış olan yerel gazetelerinde yer alan haberler başlıca başvuru kaynaklarımı oluşturdu. Kitabın baskısı tükendi. Hatta tükeneli uzun yıllar oldu diyebilirim. Kitabı arayan araştırmacılar ve öğrenciler var. Tekrar elden geçirilerek yeni bir baskısı yapılsa hiç fena olmaz. 
Bir akademisyen olarak Türkiye’de Yahudi tarihi ve kültürü üzerine çok ciddi araştırmalar yapıyorsunuz. Sizi bu çalışmalara yönelten nedir?
Bana bu soruyu yıllar önce sorsa idiniz, size şu şablonla yanıt verirdim: “Doktora tezinin orijinal yani daha önce hiç çalışılmamış bir konu üzerinde yapılması gerekliydi. İzmir Yahudilerinin tarihi hiç araştırılmamıştı. Ben de daha önce hiç araştırılmamış olan İzmir Yahudilerinin tarihini yazmaya karar verdim.” Bugün ise gerekçelerim çok farklı. Özgünlük kaygısı, ikinci sırada yer alıyor. Öncelikle yaptığım işten büyük bir keyif alıyorum. Araştırmayı, araştırdıkça yeni bilgilere ulaşmayı ve sonra öğrendiklerimle bilgi bankamı zenginleştirmeyi seviyorum. Öte yandan, zamanla şunu daha iyi anladım: Yahudiler, sadece kentimin değil aynı zamanda ben dahil her İzmirlinin kültürel zenginliğinin kaynaklarından birini oluşturmakta. Kültürel zenginlik ile kastettiğim, İzmir’e özgü ‘boyoz’ ya da kavun çekirdeğinden yapılan bir içecek olan ‘sübye’ gibi herkes tarafından kullanılan ve bilinen örnekler değil. Benim kastettiğim kültürel zenginlik; çok renkliliğin bir tabloda, çok sesliliğin bir bestede oluşturduğu güzellik ve kazandırdığı kalıcılık. İzmirli olarak kendimi ayrıcalıklı hissediyorum. Çok seslilik perspektif kazandırıyor. İnsanın iki adet göze sahip olması gibi. Öte yandan vizyon kazandırıyor. Böylece hayatı algılama düzeyiniz yükseliyor. Bunu fark edebiliyorsunuz. Çok şanslıyım çünkü eğitimini aldığım, uzman olduğum bir alanda çalışma ayrıcalığının keyfini çıkarıyorum. Üstelik mesleğim bana bir dedektif gibi düşünme ve araştırma olanağı tanıyor. Ne de olsa İzmir Yahudi tarihine ilişkin her türlü belge ve bulgu hazır vaziyette elimin altında beni beklemiyor. Ya da bir tepsi içerisinde bana sunulmuyor. Kitabımın yazım aşamasında keşfettiğim mermer bir yazıttan söz etmek istiyorum. Bu yazıtın resmini bana ilk gönderen kişi Sayın Orhan Beşikçi’dir. Yazıtın Agora kazıları sırasında bulunduğunu söylemişti. Sonra, Agora kazısı direktörü Doç.Dr. Akın Ersoy, elindeki İbranice yazıtların transkripsiyonu ile ilgili yardım rica ettiği zaman, yazıtı bir kez daha, bu kez bizzat görme olanağına sahip oldum ve spesifik olarak nerede keşfedildiğini öğrendim. Bulunduğu yer, yanan Yahudi Lazarettosunun yeri idi. Lazarettonun yeri hakkında herhangi bir kuşkum yoktu. Çünkü dönemin haritalarında ve binaya ait eski bir kira kontratında yer alan bilgiler aracılığı ile adresini belirlemiştim. Yazıtın tam çevirisini yaptığım zaman, su içmeden evvel okunan duanın yani ‘Beraha şehakol’ün yer aldığını fark ettim. Lazaretto, Rav Hayim Palaçi tarafından 300 odalı olarak inşa ettirilmişti. Binanın en önemli özelliklerinden biri ise, iç avluda yer alan bir su kaynağının (büyük bir olasılıkla da çeşmenin) varlığı. Bu çeşmenin üzerine, ‘Beraha şehakol’ü yazdırmak, kesinlikle Rav Hayim Palaçi tarafından yapılabilecek bir eylem. Bence bu yazıt, sırf bu yüzden çok değerli.
Yine akademik bir çalışma olan ikinci kitabınızın yazılma öyküsünü bizimle paylaşır mısınız?
Araştırmalarıma ve çalışmalarıma 1998 yılında ara verdim. Verdiğim ara, biraz uzun sürdü, ta ki 2013 yılına değin. 2013 yılında Uluslararası Bodrum Sempozyumuna bir bildiri sunmak üzere davet edildim. Sempozyumda, Bodrum Yahudi Mezarlığının tarihçesi ve mezarlıktaki 30 mezar taşı kitabesinin tercümesinin yer aldığı bir bildiri sundum. Böylece tekrar akademik çevrenin içerisinde yer almaya başladım. İzmir’in en önemli hahambaşılarından biri olan Rav Hayim Palaçi’nin hayatı ve eserlerine ilişkin kapsamlı bir araştırma ve çalışmaya başlamışken; Avram Ventura beni aradı ve İzmir Ahmet Priştina Kent Arşivi Merkezi’nin Karataş Yahudi Hastanesi hakkında bir kitap yazdırmak istediğini, kendisini aradıklarını ve aklına hemen benim geldiğini söyledi. Teklifi kabul ettim. Elimde Karataş Yahudi Hastanesine ve Karataş’taki Yahudilerin tarihine ilişkin, zengin bir arşiv vardı. Yazım aşamasında, gereksinme duyduğum bazı bilgileri Karataş Hastanesi Vakfı yöneticilerinden temin ettim. Kitabın İzmir Yahudi tarihi ile ilgili büyük bir boşluğu dolduracağını düşünüyorum.
Kitabınız İzmir ağırlıklı olsa bile, genel anlamda Yahudi kültürü ve beraberinde sosyo-ekonomik sorunlar üzerine arşiv değerinde bilgiler veriyorsunuz. Yahudilerin İzmir’e gelişi ve burada yerleşmeleriyle ilgili neler söyleyeceksiniz?
Özellikle altını çizerek söylüyorum: Yahudilerin ilk kez İzmir’e gelişi ve yerleşme tarihi 1492 değil. İzmir Yahudilerinin tarihi çok eski yıllara dek uzanıyor. Kitabın giriş bölümünde, MS 5. yüzyıla ait Yahudilere özgü bir yağ kandili resmi var. Bu kandilin resmini başka bir yerde göremezsiniz. Kısa bir süre önce, arkeolojik kazılar sırasında İzmir Basmane semtinde bulundu. Demek ki o tarihte İzmir’de Yahudiler vardı. Ya da başka bir deyişle, İzmir Yahudilerinin tarihi, İzmir’in Osmanlılar tarafında fethi (1424-1426 yılları) ile başlamıyor. İzmir 16. yüzyıla değin, önemli bir kent görünümünde değildi. Zamanla, doğu ile batı arasındaki ticaretin önemli bir limanı haline geldi. Ve ticaretle uğraşan her kesimden unsurlar için çekim merkezi niteliğine kavuştu. Diyebilirim ki 16. yüzyılın son çeyreği, Osmanlı döneminde İzmir Yahudi Cemaati’nin başlangıç tarihidir. 17. ve 18. yüzyıllarda İzmir’de yaşayan Yahudiler deyince ne anlıyorsunuz? Aynı dinden ve aynı ırktan homojen bir cemaat, öyle değil mi. Fakat hakikatte durum hiç de düşünüldüğü gibi değil. Çünkü İzmir Yahudi Cemaati,  farklı kentlerden, farklı ülkelerden gelen ve geldikleri kentlerle, ülkelerle özdeşleşmiş öz benliğini kaybetmemiş ama yine de farklılaşmış Yahudi topluluklarının bir araya gelmesiyle oluşmuş. Aynı ırktan ve aynı dinden olmaları, kentte bir araya geldiklerinde birbirlerine yabancılaşmalarını önleyememiş. Söz gelimi Portekiz’den, Aydın’dan ya da Tire’den gelenler kendi sinagogları çevresinde örgütlenerek kendilerini diğerlerinden soyutlamışlar. Bu yüzden, İzmir Yahudi Cemaati’nin tarihi,  farklı bölgelerden gelen Yahudi topluluklarının arasındaki sayısız kavgaya ve çekişmeye sahne olmuş.
Yaptığım araştırmalar sonucunda, Osmanlı döneminde İzmir kentinde kurulan ilk Yahudi mahallesinin, Agora ile Kadifekale eteklerindeki Müslüman mahallesi arasında kalan bölgede yer aldığı kanısına vardım. Bugün Osmanlı döneminin mahallelerini kesin sınırları ile betimlemek olanaksız. Ancak kısaca şunu söyleyebilirim, Sabetay Sevi’nin evinin yer aldığı bölge ve Hahambaşı Mahallesi, İzmir’de kurulan ilk Yahudi mahalleleridir.
İzmir’de yaşayan Yahudiler ana merkez olsa da, kitabınız Yahudi göçüyle başlayıp, Osmanlı dönemindeki sosyal ve ekonomik sorunlara kadar birçok konuyu ele alıyor. Sorum şöyle: II. Dünya Savaşı, Varlık Vergisi, 1936 Trakya Olayları ve 6-7 Eylül Olayları… Tüm bunlar kitabınızda yer alıyor. Bu saydıklarımızın Yahudiler üzerinde nasıl bir etkisi oldu?
1936 Trakya Olayları, 1942 Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül 1955 Olaylarının ayrıntısına girmeyeceğim, o kadar çok yazıldı çizildi ki. Fakat benim görüşümü soracak olursanız söyleyeyim: Bence yukarıda adlarını saydığım üç olayın iki ortak noktası var:
Birincisi; kanımca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayı seçmiş gayrimüslimlere – ki buna Türkiye Cumhuriyetinin Yahudi vatandaşları da dahildir- ayrımcılık yapılmıştır. Ya da şöyle açıklayayım: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına karşı, uygulamada çifte standart söz konusudur. Sözgelimi, Varlık Vergisi Kanunu yayınlandıktan sonra, yan yana iki dükkândan biri Müslüman’a aitse ona çok cüzi bir vergi isabet ederken, yanındaki Yahudi’ye ait dükkâna onun 100 misli vergi yükümlülüğü getirilmişti.
İkinciye gelince; ben cehaletin her türlü kötülüğün anası olduğu inancını taşıyorum. Cahil toplumları yönetmek, yönlendirmek ve istenilen amaçlar doğrultusunda kullanmak çok kolaydır. Cahil sorgulamaz, hatta kolayca yargılar ve harekete geçer. Haksızlıkları önlemenin tek yolu, bilgidir. Tabi ki, doğru bilgi.
İzmir tarihsel açıdan laik ve çağdaş bir kent olma özelliğini her zaman korudu. Bu anlamda İzmir tarihinde Yahudi kültürüne baktığımızda, karşımıza nasıl bir fotoğraf çıkıyor?
İzmir kent tarihi, Yahudiler ile Müslüman Türklerin birbiri ile iç içe bir yaşam sürdürdüğünün kanıtlarına sahip. Kent tarihine ilişkin haritalarda, İzmir mahallelerinin yerleşim biçimine göz attığınız zaman bunu görebiliyorsunuz. İzmir’de Müslüman Türk Mahallesi ile Yahudi Mahallesi yan yanadır. Hatta Basmane’de yer alan Hurşidiye Mahallesinde Müslüman Türkler ile Yahudilerin bir arada, iç içe yaşadığını biliyoruz. Öte yandan, İzmirli Rumların ya da Ermenilerin Müslüman Türklerle birlikte aynı mahallede yaşamasını hayal bile edemezsiniz. Her zaman, “Yahudiler yaşadıkları ülkeye uyum sağlamaktadırlar” denir. Ben hep ‘uyum’ kelimesine takılıp kalmışımdır. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne göre, uyum kelimesinin anlamı, “bir bütünün parçaları arasında bulunan uygunluk, ahenk ya da mutabakat”. Bence bu kelime, yüzyıllardan beri Türkiye’de yaşayan Yahudileri betimleme yeteneğine sahip değil. Bu konuda son derece yetersiz kalıyor. Kanımca öz benliklerini de kaybetmeden Türkleştiklerini vurgulayacak daha uygun bir fiil kullanmak lazım. Aslında bu olgu dünyanın her ülkesinde yaşayan Yahudiler için geçerli. Fransa’da yaşayan Yahudi katıksız bir Fransız; İngiltere’de yaşayan Yahudi katıksız bir İngiliz, Türkiye’de yaşayan Yahudi katıksız bir Türk olmuş. İsrail’de kaldığım süre boyunca bunu daha iyi anladım. Müslüman Türk’ün huyunu, suyunu, alışkanlıklarını, zaaflarını, beğenilerini hayal edin ve bu imajın üzerine Yahudi adetlerini, geleneklerini, Yahudiliğin kavram ve değerlerini ilave edin. İşte Türk Yahudi’si.
İzmir’de kortejolar hayli bakımsız bir durumda. Sizin de belirttiğiniz gibi bu konuda sorunlar büyük… Bir araştırmacı olarak neler önerirsiniz?
Karataş kortejolarından günümüze bir şey kalmadı. Ancak, Basmane ve İkiçeşmelik’te hâlâ kortejolar var. Hatta sağlam olarak günümüze kadar ulaşabilenlerin içerisinde İzmir’in yoksulları kalıyor. Kortejolar, sadece İzmir Yahudilerine özgü yapılar değildir. Benzerlerini Tire’deki ve İstanbul’daki Yahudi Mahallelerinde de görmek mümkündür. Ancak İzmir kortejolarının, İzmir’in tarihsel siluetinin ayrılmaz parçaları olduğunu unutmamak gerekir. En azından bir tanesi korumaya alınıp, restore edilerek kültür merkezi haline getirilse; İzmir kentine önemli bir katkıda ve hizmette bulunulacaktır görüşündeyim.
İzmirlilerin iyi bildiği ‘Asansör Kulesi’ni halen kullananlardın biriyim. Bu kulenin hikâyesini çok güzel anlatmışsınız. Karataş ve Asansör Kulesi arasındaki bağlantıyı okurlarımızla paylaşır mısınız?
Asansör Kulesinin işlevi ve yapım hikâyesi o kadar çok yazıldı ki hemen herkes tarafından biliniyor diye düşünüyorum. Kısaca özetleyeyim: Asansör Kulesi yapılmadan evvel, Karataş ile Halil Rıfat Paşa arasındaki yaya ulaşımı 40 basamaklı bir merdiven aracılığı ile sağlanıyordu. Bunun yazı, kışı, yağmuru, fırtınası var. Her türlü iklim koşulu altında, o merdivenleri çıkmak ve inmek zorunda kalan insanları düşünüyorum. Bence Nesim Levi, asansörü yaptırarak hem çağdaşı olan Yahudilere hem de geleceğin İzmirlisine önemli bir hizmette bulundu. Yaptığım araştırmalar sırasında, orijinal bir bilgiye ulaştım. Asansör Kulesi, 1926 yılında ‘Dokuz Eylül Asansörü’ olarak anılmaktaymış.
Karataş bölgesi İzmir Yahudi tarihi açısından önemlidir. Burada aile evleri ve bir Yahudi topluluğu vardı. Onlardan bize neler kaldı?
Karataş’taki aile evlerinden geriye, anılar ve resimler kaldı. Yahudi Maşatlığı olarak bilinen İzmir Yahudi Mezarlığının yerini ise bugün, Gurebayı Müslimin Hastanesi (devlet hastanesi), varyant’ın arkasında inşa edilmiş mahalleler, Karataş Kız Lisesi ve büyük bir olasılıkla, İzmir Milli Kütüphane ile Elhamra Sineması işgal etmekte. Bir de, sağda solda inşa edilmiş binaların dış cephelerinde, merdivenlerinde ya da bahçe duvarlarında kullanılan mezar taşları var. Bunlar Yahudi Maşatlığının mezar taşları. Beit İsrael Sinagogu’nun karşısında yer alan B’nai B’rith Okulu ise şimdi yok. Karataş’ta inşa edildiğini bildiğim iki sinagog, Beit Levi ve Beit Ester hakkında, inşa edildiklerinden başka bir şey bilmiyoruz. Ayakta kalan iki sinagog var: Beit İsrael ve Roş HaHar. Nesim Levi’nin katkıları ile yapılmış olan Karataş Hastanesi ve Asansör, çok şükür ki hâlâ ayakta, hâlâ hizmet verebiliyor.
Yahudi tarihi ve kültürü üzerine yeni bir çalışmanız olacak mı?
Hakikati söylemek gerekirse, Batı Anadolu Yahudilerine ilişkin hazırlamayı düşündüğüm pek çok araştırma projesi var. Sırası geldikçe hepsini yapmayı düşünüyorum. Şimdilik programı belli olanlar hakkında ipucu vereyim. Tire Sempozyumuna katıldım ve iki bildiri sundum. Biri Tire Yahudi Mezarlığı ve mezarlıktaki 124 mezar taşı hakkında. Diğeri ise, Alliance Israelite Universelle ile Jewish Colonization Association’ın Tire’deki etkinlikleri hakkında. Bildiriler yakında basılacak. Ege Üniversitesi İzmir Araştırma ve Uygulama Merkezinin İzmir Araştırmaları Dergisi ikinci sayısında yayınlanacak olan bir makale hazırlıyorum. Kasım ayında düzenlenecek iki farklı sempozyumda bildiri sunacağım. Bildirilerin konusu bende saklı kalsın. Ayrıca bir kitap çalışmam var.
Sayın Siren Bora, bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum.

Yorumlar kapatıldı.