İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Halka rağmen halk için’ yaparız, zira ‘Biz bize benzeriz’

Abdullah Saygılı
Yaklaşık iki yüz yıldır devam eden Batılılaşma çabalarına rağmen, insan haklarında, hukukta, demokraside Batılı standartlara bir türlü yaklaşılamaması, samimiyetsizliği ve bu topraklara özgü radikal bağnazlığı akla getirmektedir. Alevilerin ibadethanesinin tanınarak eşit yurttaşlık temelinde bir statü elde etmesi, Kürtlerin etnik kimlikle ilgili taleplerinin tanınması, gayrimüslim azınlıkların demokratik haklarının tanınması, mallarının iade edilmesi gibi düzenlemeler, çoğunluğun bağnazlığına kurban edilerek sürekli olarak ertelenmekte bu haklar verildiği takdirde ülkenin bölüneceği ifade edilmektedir… Türkiye’de demokrasinin, temel insan hak ve özgürlüklerinin gelişememesinin nedenlerinden birisi de insanlığın yüzyıllara dayanan deneyimi sonucu tespit edilen ‘ortak iyinin’ dışlanması ve bunun yerine yerel tarihin, deneyimin ve kültürün biricikleştirilerek topluma dayatılmasıdır.

***
Cumhuriyetin ‘halka rağmen halk için’ şiarı, tek parti iktidarının yıkılması ve çok partili hayata geçilmesiyle içerik değiştirerek devam etmiş, popülist politikalarla yerel değerlere vurgu yapan iktidarlar evrensel değerleri dışlamaya devam etmiştir. Sağcı iktidarlar evrensel insan haklarını devlet ve hukuk sistemine uyarlayarak insanlığın ortak deneyiminden kendi toplumunun da istifade etmesini temin etmek yerine, yerel ve egemen kültüre dayanarak, bu kültürü her şeyiyle övüp sömürerek kolay yolu tercih etmişler ve neticede toplumun bütününe değil bağnaz değerleriyle öne çıkan çoğunluğa hitap etmişlerdir. Türkiye’de sağın milli irade söylemiyle sandığa vurgu yaparak ve buradan çıkan sonucun her şeyin üzerinde olduğunu vurgulayarak aslında evrensel olanı dışladığı oldukça sarih bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Avrupa’nın hemen sınırında bir ülke olarak Türkiye’nin, insanlarına Avrupa normlarında demokratik hak ve özgürlükler tanımaması kuşkusuz bambaşka bir tarihten, dinden, kültürden ve deneyimden gelmesiyle yakından alakalıdır. Bununla birlikte yaklaşık iki yüz yıldır devam eden Batılılaşma çabalarına rağmen, insan haklarında, hukukta, demokraside Batılı standartlara bir türlü yaklaşılamaması, samimiyetsizliği ve bu topraklara özgü radikal bağnazlığı akla getirmektedir.
Alevilerin ibadethanesinin tanınarak eşit yurttaşlık temelinde bir statü elde etmesi, Kürtlerin etnik kimlikle ilgili taleplerinin tanınması, gayrimüslim azınlıkların demokratik haklarının tanınması, mallarının iade edilmesi gibi düzenlemeler, çoğunluğun bağnazlığına kurban edilerek sürekli olarak ertelenmekte bu haklar verildiği takdirde ülkenin bölüneceği ifade edilmektedir.
Türkiye’de demokrasinin, temel insan hak ve özgürlüklerinin gelişememesinin nedenlerinden birisi de insanlığın yüzyıllara dayanan deneyimi sonucu tespit edilen ‘ortak iyinin’ dışlanması ve bunun yerine yerel tarihin, deneyimin ve kültürün biricikleştirilerek topluma dayatılmasıdır. Türkiye’nin tarihi ve insani deneyimine bakıldığında, günümüz toplumunun sorunlarına çözüm üretecek ve toplumun bütününe hitap edebilecek evrensel normlarda ‘ortak iyiyi’ oluşturamadığı ve salt belirli bir etnik ve dinsel kültürü öne çıkararak bu kültürü ‘ortak iyi’ olarak topluma metazori dayattığı görülmektedir.
Cumhuriyet Batılı normlarda bir devlet ve toplum sistemi inşa etmeye koyulmuşsa da tarihi ve toplumsal formasyonun kendine özgü ve değişime dirençli yapısını aşamamış ve uzun tarihi deneyimden süzülüp gelen tortu sonunda galip gelmiştir. Batılı normlarda bir devlet ve toplum kurma yolunda atılan adımlara rağmen, demokrasinin evrensel değerleri kabul edilmek yerine ‘biz bize benzeriz’ şiarı benimsenerek, Batı’nın ekstrem ve antidemokratik deneyimi kopya edilerek toplumsal bünyeye monte edilmiştir. Demokrasi deyince önce devlet ve devletin de her şeyin üstünde ve insana rağmen biçimlenmiş bir organizasyon olduğu telakki edilmiş, ‘halka rağmen halk için’ şiarıyla da bireysel hak ve özgürlükler kısıtlanarak insan unsuru dışsallaştırılmıştır.
Cumhuriyetin, toplumsal bünyeye yabancı olan değerleri monte ederek yozlaşmaya sebep olduğunu her fırsatta ifade eden milliyetçiler ve İslamcılar, hem İslam’ın hem de milliyetçiliğin evrenseli dışlayan mantığını benimseyerek ‘ortak iyiyi’ temsil etmeyen ve bağnazlığı ve yabancı düşmanlığıyla öne çıkan bu yerel değerlerle ülkeyi dış Dünya’ya kapatmışlar ve insanları tahakküm altına almışlardır. Bilhassa etnik, dinsel ve kültürel açıdan azınlıkta kalan insanlar, demokratik haklarını kullanamayarak mağdur edilmişler ve bütün taleplerine rağmen çoğunluğun kültürünü ve değerlerini benimsemeye, içselleştirmeye zorlanmışlardır. Uluslararası toplumdan yalıtılmamak ve Batı’nın bir parçası olarak yükümlülüklerini yerine getirdiğini göstermek adına atılan ve bağlayıcılığı olan imzaların gereği hiçbir zaman yerine getirilmemiş, uygulanmamış ve yerel bağnazlık galip gelerek Batılı denetim aygıtları bozgunculuk ve ülkeyi karıştırmakla suçlanmıştır.
Günümüz Türkiye’sine bakıldığında muhafazakâr demokrat olduğunu iddia eden ve fakat esasen İslamcı popülizmi ve vahşi kapitalizmi benimsemiş olan bir iktidarla karşı karşıyayız. İslamcı popülist politikaların kendiliğinden evrensel değerleri inkar etmesi topluma dair her türlü çözüm yolunu İslam’da arayarak koyu bir bağnazlığa teslim olması muhakkaktır. İslam’ın Batı ile bütünleşmesiyle toplumsal bünyenin bozulacağını, bu sebeple Batılı değerlerin mutlak anlamda menfi olduğunu her fırsatta dile getiren İslamcı muhafazakârlar, yerel değerleri ihya ve sürekli yeniden inşa ederek ülkeyi Batılı değerlere karşı korumayı vazife addetmişlerdir. Dolayısıyla insanlığın ortak tecrübesi sonucu oluşan ‘ortak iyiyi’ İslamcı muhafazakârlar reddederek statükoyu korumaya çalışmaktadırlar. Bu çerçevede evrenselin reddiyesi ve yerelin övgüsüyle karşı karşıya olduğumuz gerçeği ortaya çıkar ki, içe kapanmacı, radikal dinci, yabancı düşmanı ve ultra milliyetçi akımlar Türkiye’nin demokratikleşmesinde pranga işlevi görüyorlar ve geleceğe dair umutsuzluğun da asıl müsebbibidirler.
16.05.2015

Yorumlar kapatıldı.