İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Venedik Bienali’nin asıl ödülü Diaspora ile buluşmaya

Tuba Çandar
“Diaspora Anadolu’nun dünya hâlidir” demişti Hrant…Türkiye’de yıllardır gerek resmî gerekse sivil ağızlarda onca şeytanlaştırılan Diaspora sözcüğünü böyle basit ama güzel ifade edivermişti: “Dünyanın hemen her yerinde Ermeniler yaşar. Bu yayılmanın merkezi Anadolu’dur. 1915’ten bu yana, dünya Anadolulu insanların gurbetidir. Anadolu Ermenileri şimdi tüm dünyayı kapsayan ve ‘Diaspora’ diye adlandırılan bir alan içinde hâlâ Anadolu’da yaşarlar.” Gönül isterdi ki, Altın Aslan Ermenistan ve Türkiye Pavyonları arasında paylaşılsın. Ya da Ermenistan en iyi pavyon seçilirken, Sarkis de en iyi sanatçı seçilsin. Venedik, 2015 yılı için böyle güzel bir mesaj verebilsin! Ama gönül isteyince olmuyor tabii… Daha iki hafta önce, 24 Nisan münasebetiyle taşra kurnazlıklarıyla tarihlerle oynanarak acılar yarıştırılırken, inandırıcılıktan uzak o inkârcı söylemle Türkiye’nin imajı yerle bir edilirken, gönlün istediği şey olmaz da zaten…

***
“Diaspora Anadolu’nun dünya hâlidir” demişti Hrant…
Türkiye’de yıllardır gerek resmî gerekse sivil ağızlarda onca şeytanlaştırılan Diaspora sözcüğünü böyle basit ama güzel ifade edivermişti: “Dünyanın hemen her yerinde Ermeniler yaşar. Bu yayılmanın merkezi Anadolu’dur. 1915’ten bu yana, dünya Anadolulu insanların gurbetidir. Anadolu Ermenileri şimdi tüm dünyayı kapsayan ve ‘Diaspora’ diye adlandırılan bir alan içinde hâlâ Anadolu’da yaşarlar.”
Venedik Bienali’nde San Lazzaro degli Armeni adasındaki Ermenistan Pavyonu’nun açılış törenindeyiz. Az sayıda Türkiyeli davetli, Diaspora ile birlikteyiz. Ermenistan Pavyonu 18 farklı ülkeden gelen Ermeni sanatçıların işlerinden oluşuyor çünkü… Aralarında İstanbullu Sarkis ile Hera Büyüktaşçıyan da var. Açılış törenine ise Ermenistan Pavyonu’nun yine İstanbul doğumlu küratörü Adelina Cüberyan von Fürstenberg evsahipliği yapıyor.
Adada Mıhitaryan tarikatı tarafından 18. yüzyılda kurulmuş manastırın bahçesinde toplanmış, birazdan gezeceğimiz pavyonun üç gün sonra 56. Venedik Bienali’nin Altın Aslan Ödülü’ne lâyık görüleceğinden habersiz, katılımcı sanatçıların konuşmalarını dinliyoruz.
İlk konuşan, duayen sanatçı Sarkis oluyor. Sarkis 2015’te iki ülke arasında köpürtülerek akan bulanık suların üzerinde köprü kılmış kendini. Defne Ayas küratörlüğündeki Türkiye Pavyonu’nu da Respiro (Nefes) adlı nefes kesici sergisi ile yine o temsil ediyor… Onun ardından diğer sanatçılar söz alıyor. Serginin kavramsal çerçevesini belirleyen Armenity (Ermenilik) konsepti, işlerinin içeriği hakkında yeterince ipucu veriyor zaten. Toprağa bağlılık, kökünden koparılma, haksızlığa uğrama, adalet arayışı gibi kavramlar dile getiriliyor. Kimi sanatçılar bunun da ötesine geçerek, uzlaşma ve barışma gibi olumlu ve iyileşmeye yönelik kavramlardan da söz ediyor. Ama yine de bir şey var havada. Giderek ağırlaşıyor sanki.
Yine Hrant’ı hatırlıyorum:
“Biz Anadolu topraklarında üç bin yıldır yaşayan bir halktık ve bir gün artık bu topraklardan yok olduk. Bu topraklarla ilişkimiz kesildi. Bir halkın kültürü, uygarlığı yaşadığı alanla bire bir ilişkilidir ve köküyle ilişkisi kesildiği zaman o halk, halk olmaktan çıkar…”
İstisnasız hepsi yumuşak bir sesle konuşuyor sanatçıların. Ama hep bir derdi dile getiriyorlar. Hepsi de işlerinden önce kökenlerini, atalarının başına gelen büyük felaketi, sağ kalanların nereden nereye savrulduklarını anlatıyor kısaca. Acının ta derinlerden gelen sızısı hissediliyor sözcüklerinde. Pırıl pırıl Venedik güneşi giderek bir keder aura’sı ile gölgeleniyor üzerimizde. Bienal’de gezdiğim hiçbir pavyonda yaşamadığım bir şey bu. Üstelik sanatçıların çoğu o kadar da genç ki…
“Bugün Diaspora’nın hâlâ kökünü 1915’te arayışının temel nedeni budur, çünkü ondan sonra bir yerde kök salamamıştır.
Size ‘Ermeni kalma çabası’ diye bir çabadan bahsediyorum. Bunun ne demek olduğunu anlayamazsınız, çünkü bu topraklarda Türk olarak kalma çabası diye bir ruh hâlimiz yok.”
Hrant artık gördüğümü kulağıma fısıldıyor gibi. Sanatçıların tümü, doğdukları ve halen yaşamakta oldukları ülkeden bağımsız olarak, ortak bir kimliğe ve ortak bir hafızaya gönderme yapıyorlar. “Ermenilik” ve 1915. Belki de tam tersi. 1915 üzerinden kimlik inşa ederken sırtladıkları geçmişi işlerinde taşıyorlar çünkü…
Sergide sanatçıların işleri kadar, 400 yıllık mekânın kendisi de, barındırdığı sanat eserleri ve kütüphanesiyle dikkat çekiyor. Burada yer verilemeyecek sayıda işin arasında, Nina Katchadourian’ın Accent Elimination (Aksanlardan Kurtulma) adlı video yerleştirmesinin serginin en esprili işini oluşturduğuna, hem güldürüp hem de kimlik ve dil konularının karmaşıklığı üzerine acı acı düşündürdüğüne değinip geçelim…
Sergi ziyaretinden sonra küratör Adelina Cüberyan von

Fürstenberg’leyiz. Kendisi İstanbul doğumlu, İsviçreAdelina- Tuba Çandar yazısına vatandaşı ve Cenevre- Milano arası yaşıyor. Sarkis Balyan’la birlikte 19. yüzyıl Osmanlı mimarisine damga vuran Dikran Kalfa’nın torunu olduğunu gururla söylüyor. Bir başka gurur kaynağı da adalı oluşu. “Çocukluğumda hem Büyükada hem de Kınalı’da yaşadım. Mutlu bir çocukluk geçirenlerin içlerinde nefret gibi kötücül duygular barındırmadığına inanırım. Problemli kişiler olmayız biz.”

Açılışın ardından verdiği yemekte sıcacık bir evsahibeliği sergiliyor. Ve gecenin sonunda vedalaşırken, Rakel’le arkamızdan “maşallah, maşallah” diye seslendiğinde, ağzından ilk kez dökülen Türkçe sözcükler kahkahasıyla birlikte geceye karışıyor.
“1915’ten sağ kalarak kurtulabilenlerin zamanla önce İstanbul’a, ardından da tüm yeryüzüne akışı ise Cumhuriyet dönemimizde yaşanandır…” diyen Hrant’ı ertesi gün birlikte anıyoruz. Türkiye Pavyonu’nun açılışından sonra verilen davette. O zaman anlatıyor ailesinin 1955’teki 6-7 Eylül olaylarından sonra İstanbul’u terkettiğini. Sarkis gibi yani…“Son otuz yılda ondan fazla sergisinin küratörlüğünü yaptım onun. Türkiye pavyonunu temsil edeceğini öğrendiğimde, her iki pavyonda da yer almasının sembolik önemini ve bunun onun için ne tür büyük bir meydan okuma olduğunu düşündüm” diyor.
Sonra bombayı patlatıyor: “Aslında hep İstanbul Bienali’ne davet edilmeyi bekledim ben. Ve neden benim gibi İstanbullu biri dururken, yabancı ülkelerden küratör seçip durduklarını hiç anlamadım. Birbirimizi en iyi biz anlarız ve anlatırız, öyle değil mi?” Belki bundan sonra, diyorum. “Çok geç,” diye cevap veriyor, “yaşlandım artık”. Nobel Ödülü’nü aldığında, “çok yaşlıyım, ödül törenine falan gidemem” diyen Doris Lessing gibi mi, diye takılıyorum. Kahkahayı patlatıyor, “O kadar da değil ama!” İlk kez kırık Türkçesi ile konuşuyor: “Ahh, bir düzelsin Türkiye’yle aramız… Ne iyi olur… Güzel Türkçe konuşuruz… Dilimizi konuşuruz… ”
İki gün sonra İstanbul’da öğreniyorum Altın Aslan’ı kucakladığını. Büyük sürpriz yaşıyorum. Okwui Enwezor küratörlüğünde gerçekleştirilen 2015 Venedik Bienali’nin “en siyasi bienal” olarak nitelendirildiğini biliyorum. Ama bir bildiğim daha var: Katılımcı 89 ülke arasında en fazla sözü edilen sergilerden biri, Sarkis’in geçmişten bugüne dinler-üstü bir vicdan ve sevgi tapınağına dönüştürdüğü Türkiye Pavyonu’ydu. Sanatsal ağırlığı kadar siyasal mesajı açısından da…
Gönül isterdi ki, Altın Aslan Ermenistan ve Türkiye Pavyonları arasında paylaşılsın. Ya da Ermenistan en iyi pavyon seçilirken, Sarkis de en iyi sanatçı seçilsin. Venedik, 2015 yılı için böyle güzel bir mesaj verebilsin! Ama gönül isteyince olmuyor tabii… Daha iki hafta önce, 24 Nisan münasebetiyle taşra kurnazlıklarıyla tarihlerle oynanarak acılar yarıştırılırken, inandırıcılıktan uzak o inkârcı söylemle Türkiye’nin imajı yerle bir edilirken, gönlün istediği şey olmaz da zaten…
Ama siyasetin tökezlediği yerde sanat cesur adımlar atıyor işte. Acıları şifalandırarak dönüştürmek, kimliği köküyle buluşturmak, dalları özgürce rüzgâra salmak için çıkıyor yola.
O yolda yürüyoruz birlikte. Diaspora ile, aynı ‘buralılık’ta buluşmaya.
tubacandar@yahoo.com

Yorumlar kapatıldı.