İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kamp Armen ya da Garabet’in tarifiyle ‘çocuk evimiz’

Kemal Gökhan Gürses / kgg@mucizelerdukkani.com.tr
Hani çok zengindir ya Ermeniler; onlardan birisi de Garabet Orunöz’ün babasıdır. Güç bela kalkıp Malatya’dan gelirler buraya. Garabet’in babası hem oğlu okuyabilsin hem de insan gibi barınabilsin diye getirir buraya oğlunu ve tembihler: “Sakın ha, bana onların yanında baba deme. Amca de ki, seni yetim sansınlar. Yoksa bakarsın almazlar seni kampa…”. “7 yaşında yetim kalışımın öyküsü” der evi, vatanı, toprağı, kendi elleriyle inşa ettiği bu kampı anlatırken Garabet. “Çocuk evimizdir bizim, biz yetimhane demeyi sevmeyiz buraya…”

***
Dört tarafı camla çevrili koca bir salon. Yerler taş. Bir yanda meyve ağaçları, öbür  yanda göz alabildiğine elle ekilmiş tarlalar, karşısında denize giden kapı.
Ama gece şimdi.
Tam ortada bir yatak, bir masa ve bir de komodin duruyor. Soluk bir ışık masayı aydınlatıyor. Büyük gövdeli bir adam sandalyesinde, kitabından kaldırıyor başını sık sık; gözleriyle kolaçan ediyor karanlıktaki kımıldanmaları… Yakından bakınca anlıyorsunuz; adam değil, ha genç dersiniz, ha biraz zorlasanız çocuk.
“Baron Hrant, Baron Güzelyan gittikten sonra oraya yerleşti” diye anlatıyor Zartar.
“Bu salonda yatar kalkardı. Her tarafı daha iyi görüyor diye”…
“Baron Güzelyan gittikten sonra…” “Gitmek mi? Nereye gitti Baron Hrant Küçükgüzelyan?”
“Gitmek” dediği; önce topuğundan vurdukları Baron Güzelyan’ı, oradan ayrılmayı reddedince bir de içeri alıyorlar 12 Eylül’de. Ziyaretine giden Ermeni arkadaşları kaçırıyor tırnakları sökülmecesine işkence görmüş Baron Güzelyan’ı hapishaneden. “Belki devlet göz yumdu kaçırılmasına; dışarıdan gelen baskıyı yaşamaktansa, ayağımızın altından çekilsin; daha iyi, dediler”.
Belki…
Tekrar bakıyorum gösterdiği yere; Hrant da “gitmiş.”
Armenekler, Armenuhiler, Kamp Armen’e hoş geldiniz!
Gelirken evinin yolunu bulamayacaktı Garabet.
Güngüne değişen Tuzla’daki görgüsüz villaların arasından her yanı dökülen ve muhtemelen son yolculuğuna çıkmış otobüsümüz homurdanarak döndü. “Hah. Burası.” İki otobüs bizden önce gelmiş. Çorçocuk iniyoruz biz de. Dört villanın sıkıştırdığı bir arabalık yola bir de arabalarını koydukları için tekli sıralar halinde “Dikkat! Elektrik sayacı” var yazılı demir kapıdan giriyoruz içeri.
Otlar iyice uzamış.
Sabah kış bi yoklamıştı. Bahara karar verdi hava. İmece usulü tozlu masalar silkeleniyor, kırık sandalyeler yanyana diziliyor, çantalardan çıkarılan örtülere su börekleri, el marifeti poğaçalar, kurabiyeler, envai çeşit kahvaltılık diziliyor derme çatma masalara. Çay masasından çaylarını yükleniyor ahali.
Kamp Armen’e hayat yeniden geri dönüyor.
Çocuklar çıldırmış gibi çimenlerin arasına dalıyor. Su içinde kalıyor ayakları. Onlardan mutlusu yok. Hemen ziraate başlıyorlar. Ekiyorlar, biçiyorlar, birbirleriyle kırk yıllık dost oluyorlar. İlk kez duydukları adları önce yadırgasalar da ezberlemeye çalışıyor “Ermeni olmayan çocuklar”.
Gözlerimiz bir dolup bir boşalıyor. Gözlerimiz iki küçük çocuğun aşkını arıyor pencereleri çerçevesiz kalmış kampın yıkıntıları arasında.
Kampın 39 yıllık bakıcısı Selahattin Amca soruyor; “Dinkler’den yok mu gelen?” Arat çok istediydi, taze bebeği bırakıp gelemedi. Selamını iletiyorum. Yüzü ışıyor. “Hayrigiyle mayrigi burada tanışmıştır” diyor hâlâ ekip biçip kampı hayatta tutan, ağzından salavat eksik olmayan Selahattin Amca.
Çocuk ellerin Atlantis’i
Kampın çocuklarıyla birlikte inşa edilen binaları, kümesleri, ağılları; bu arazide çocuk eller yaratmıştır. Çocuk ellerin “Atlantis’i”dir burası Hrant Dink’in benzetmesiyle.
1961 yılıdır.
Kamp Armen’in üzerinde yükseldiği arazi Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi tarafından eski bir Tuzlalı aileden parası karşılığı satın alınır. Kilise vakfınca tapu tescili yapılan araziyi özellikle Anadolu’dan gelen ve çoğu yetim Ermeni çocukların eğitim ve barınması için Kamp Armen adıyla inşa etmeye başlarlar.
Okulun başında Hrant Küçükgüzelyan ya da nam-ı diğer ‘Baron Güzelyan’ vardır. Kamp, bizzat kampın misafiri olarak gelen, sonradan da kampın gerçek sahiplerine dönüşen çocuklar tarafından inşa edilir.
Şaka değil; bir düşünsenize, kendi uygarlıklarını yaratan çocuklar. Bu çocuklardan ikisi Hrant ve Rakel Dink’tir.
“Ermenileri isyana teşvik etmek amacıyla örgütlemek” suçundan Baron Güzelyan hapse atıldığında Dinkler çocuk yaşta kendi gibi çocukların analığını-babalığını üstlenip topyekün bir yaşam savaşına girişirler. Bütün baskılara, korkulara, karanlıkta dolaşan gölgelerin ortasında camdan salonda sabahlara dek uykusuz kalmacasına.
Hani çok zengindir ya Ermeniler; onlardan birisi de Garabet Orunöz’ün babasıdır. Güç bela kalkıp Malatya’dan gelirler buraya. Garabet’in babası hem oğlu okuyabilsin hem de insan gibi barınabilsin diye getirir buraya oğlunu ve tembihler: “Sakın ha, bana onların yanında baba deme. Amca de ki, seni yetim sansınlar. Yoksa bakarsın almazlar seni kampa…”
“7 yaşında yetim kalışımın öyküsü” der evi, vatanı, toprağı, kendi elleriyle inşa ettiği bu kampı anlatırken Garabet. “Çocuk evimizdir bizim, biz yetimhane demeyi sevmeyiz buraya…”
Alen udun dibine vuruyor
Ne yani; üç beş Ermeni bebenin eline mi bırakacaktır devletimiz bu değerli araziyi? Toptan bir yasa çıkarır; “Gayrimüslim vakıfların mülk edinmeleri yasaklanmıştır.” Nokta. Tapu iptal edilir ve arazinin eski sahipleri Durmaz Ailesi satıp parasını aldıkları arazinin bir kez daha, kaba tabiiriyle beleşe sahibi olurlar. Bir başka değişle, Kamp Armen’in mülkiyeti sahiplerinden gasp edilir.
Alen, udun dibine vuruyor. Tatlı tombul suratında kendinden menkul bir gülümseme. Ermenice başlıyor şarkılar, Türkçe devam ediyor. Ahmet Kaya’dan dönüp yeniden bir Ermenice şarkıyla mest oluyoruz. Kazanlarda pişip de bu denli leziz olacak yemeği bir burada yersiniz herhal.
Sevgili karikatürist dostum Sarkis Paçacı her konuda söylenen her söze elinde bir baston gibi taşıdığı küçük kamerasını çevirip kayda giriyor. Bu kayıtlar ne yazık ki çok kıymetli belgelere dönüşecek.
Hayastan’dan gelmiş genç bir müzisyen baktık dama çıkmış. Çoğu Nor Zartonk’tan genç Ermeniler de damda. “İşgale başladınız demek” deyince ben zafer işaretleri beliriyor ellerinde. Yalnız bırakmak olmaz. Çıkalım yanlarına. Müzisyenimiz önce Beatles’tan başlıyor, sonra Ermenice bir kaç şarkıyla damdan sarkıttığı ayaklarını sallayarak neşelendiriyor bizleri.
Kamp Armen’in damından bakıyorum
360 derece Tuzla. Bir yanda günde bilmem kaç işçinin hayatını kaybettiği Tuzla Tersanesi. Diğer yanda küçük kurtarılmış arazilerindeki villalarında artık giremedikleri denizin sanayiyle karışmış kokusunu ciğerlerine çeken sayfiye sahipleri. Daha tepelerde ekonomimizin üstüne inşa edildiği binlerce toplu konut. Villa bahçelerinde hizaya durmuş çamlar, suni çimlerin yer döşemesinden hallice bağlantı izleri, dibi çivit mavisi klorlu havuzlar. Bir çevrinme yapıp Kamp Armen’in bahçesinde ellerinde küreklerle içiçe geçmiş ağaçların, otların, hercai çiçeklerin arasında küçük bir toprak parçasını eşeleyip tarlaya dönüştürme uğraşındaki bizim sayısı az ama gönlü koca çocuklar… Belki de şairin; “Ben burda öbür gençliğe ihtiyarlıyorum” dediği…
Bir siyah beyaz filme dönüşüyor akşamüstü güneşinin ışıklarında Kamp Armen. Hrant Dink, kampın çocuklarına coşkun haliyle birşeyler anlatıyor. Az evvel sütünü sağdıkları ineğin altından alıp bir mücevher sandığı taşır gibi taşıdıkları güğümle ağıldan geliyorlar bir başka foğrafta. Boylarından büyük el arabalarını geleceklerini inşa etmenin gururuyla taşıyan çocuklara da “çocuk” mu diyeceğiz?
Siyah beyaz, yoksa renkliden daha mı çok renk taşıyor içinde?
Aynı fotoğrafı, bu kampta yetişmiş çocuklarla çektirmek bir gelenek olmuş. Eskiden çamaşır kuruttukları büyük terasın avluya bakan yanına toplandı kampın ‘eski çocukları.’ Yoksa Garabet hâlâ mı çocuk? Direğe tırmanıp kollarını açıyor bu ‘gelenek’in belki de son karesini canlandırırken.
Gün batmadan da konuşmasını yapacaktır aynı balkondan:
“Sevgili Dostlar;
Üzülerek ve içime sığmayan bir isyan ile belirtmek isterim ki, bu; Atlantisimiz’e yaptığımız “son” ziyaretimiz olabilir…”
Çocuklar ne güzel. Kulaklarının kenarına yerleştiriyorlar bu sözleri; bir gün duyup anlamak üzere. Ama saklambaç oynamak varken şimdi, oturup ‘balkon konuşması’ mı dinleyecekler? Garabet’in konuşmasının arasında dolaşıyor çığlıklı “sobe” sesleri…
Burası benim de ülkem
“Daha 3 gün önce, Çocuk Bayramı diye kutlanan bir bayramda, deniz kıyısından kum taşıdığımız, binasının harcını karıştırdığımız, ağaç dikip, can suyu verdiğimiz, koyun, keçi ve ineklerini otlattığımız, tavuklarına yem ve su verdiğimiz, yaz-kış mevsimine göre sebzesini diktiğimiz, bahçesinden sebze ve meyve, kümesinden yumurta, ağıl ve ahırından süt sağdığımız, kısaca; hayata dair ne varsa uygulayarak, yaşayarak öğrendiğimiz, çocukluğumuzu yaşadığımız işte bu binamızı, devletimiz 32 senelik esaretten sonra, bir 23 Nisan Çocuk Bayramı’nda, iade etseydi, kim çocuklar gibi sevinmezdi?”
Cevaplar dilimizin ucunda. Yutkunuyoruz. Sonra bize Türkiye’de Ermeni olmak nasıl birşey, onu anlatıyor Garabet.
“… Muktedirler, kutuplaştırılmış toplumlardan beslenirler. Bugün bana, ‘Ermeni dölü’ diyen zihniyetin, yarın sizlere, ‘Boşnak bozması’, ‘Adi Rum’ ya da ‘Rus Tohumu’ demeyeceğini kim söyleyebilir. Türkiye’de ‘öteki’ olmak, hele hele Ermeni olmak, o kadar da kolay değildir…”
Devam ettikçe kafamız önümüze eğiliyor. Çünkü biliyoruz; işlemediği suçun yükünü taşımak kadar zordur, işlenen suça engel olamamak…
“…Türkiye’de Ermeni olmak askerdeyken arkadaşlarının sana, ‘Ne olur bir kere kelime-i şehadet getir’ demesidir… Yine de Kız Kulesi’ne aşık olmaktır. Ermeni olmak, Galata Kulesi’nden İstanbul’u seyrederken derin duygulara dalmaktır… Türkiye’de Ermeni olmak, okullarının tarih kitaplarındaki Ermeni karşıtı yazıları okuyup, çocuğunuz gelip ‘Bunlar ne’ diye size sorduğunda, verecek yanıt bulamamaktır… Türkiye’de Ermeni olmak, seni tanıyan birinin, üçüncü şahıslara, ‘Ermeni’ dedikten sonra “Ama iyi çocuktur gerçekten” diye bahsetmesidir… Yine de balığın yanında, rakının olduğu, midye dolmanın olduğu bir sofrada Türk Sanat musikisi eşliğinde, sevgiyle şarkılar söylemektir…”
Daha çok sözü var belli ki Garabet’in. Gülümseyen bir tonda seslendiriyor Türkiye’de Ermeni olmanın anlamını. İroni sarıyor Kamp Armen’i.
“İşine gelmiyorsa çek git kardeşim” diyenlere, Burası benim de ülkem diyebilmektir…”
Der Voghormia ilahisi önceden çalışılmış gibi bir anda başlıyor. Herkesin mi sesi çok güzel, baharın oksijeni ile karışmış duygularımız, zihnimizi sersemleten siyah beyaz fotoğraflar gibi, zamansızlığın her zaman en doğru saati gösterdiğini mi hatırlatıyor bize yoksa?
‘Armenaklar, Armenuhiler… Kamp Armen’e hoşgeldiniz…’
Çocuk kahkahalarına karışan sesler, kilise olarak kullanılan odanın şu anki tanrısızlığı, kampın camlı salonunda görece büyük yaşlı çocuklarından bir kaçını toplamış, “Buraya gelecek olurlarsa siz çocukları alıp kaçırın, ben burada kalacağım” diye anlatan Hrant’ın sarı ışıklara bulanmış görüntüsü…
Bir kaç damla gözyaşı bırakıyoruz arkamızda. Bir de yüreğimizin yarısını.

Yorumlar kapatıldı.