İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İranlı yazarın gözünden Ermeni tehciri

Rengin Arslan
İran’da kısa öykünün ustalarından biri olarak bilinen Muhammed Ali Cemalzade 1916 yılında Bağdat’tan İstanbul’a gidiyordu. Daha sonra Avrupa’ya geçecekti. Cemalzade yolculuğu sırasında Ermeni tehcirine tanıklık etti… Cemalzade ise şunları söylüyordu: ‘Jandarmaların yaklaşık 400 kişilik yürüyen cesetlerden oluşan bu grubun dinlenmelerine izin verdikleri bu yere vardığımızda öğleden sonraydı. Adamlar ve kadınlar bulabildikleri eski çaput ve kağıtlardan ayaklarına iplerle bağlayarak ayakkabı yapmaya çalışmıştı. Ayakları kundağa sarılmış yeni doğmuş bir bebek kadar kocaman olmuşlardı. Erkekler ve kadınlar açlıklarını gidermek için kök veya kuru ot bulabilmek umuduyla çöl kumunu eşeliyordu. Bir kadın bana doğru geldi ve hercai erkeklerin ilgisini engellemek için saçları kazınmış 18 ve 19 yaşlarındaki iki kızını gösterdi. Bana Fransızca, bu ikisinin açlıktan ölmek üzere olan kızları olduğunu söyledi ve avucundaki iki elması uzatıp kızlarının ölmemesi yiyecek bir şeyler vermemi istedi. Çok utandım ve bizim azığımız da bitmek üzere olduğu için onlara ne verebiliyorsam verdim. Elmasları kendisine saklamasını söyledim.

***
İran’da kısa öykünün ustalarından biri olarak bilinen Muhammed Ali Cemalzade 1916 yılında Bağdat’tan İstanbul’a gidiyordu. Daha sonra Avrupa’ya geçecekti.
Cemalzade yolculuğu sırasında Ermeni tehcirine tanıklık etti. İranlı yazar, o tarihteki kamplaşma düşünüldüğünde yaşananlara görece tarafsız ve objektif bir gözle baktı.
Bu kitaptan haberdar olmamı sağlayan ise BBC Farsça’dan meslektaşım Khashayar Joneidi oldu. Kitabın orijinalini bulmak ve Cemalzade’nin tanıklığını teyit etmek için birlikte uzun bir mesai harcadık. Kitabın orijinali sonunda yine BBC Farsça’nın arşivinden geldi.
Cemalzade sürgün sırasında Ermenilerin yaşadıklarını yıllar sonra sakin ve etkili bir dille okuyucularına aktardı.
İranlı yazar, İstanbul’dan sonra gittiği Berlin’den ayrıldı, 1997 yılında 105 yaşında hayatını kaybedene dek İsviçre’de yaşadı.
Bu notların bize aktarılmasını sağlayan kişi, Cemalzade’nin biyografisini yazan İranlı yazar Mehrdad Mehrin oldu.
1916 yılında Halep’te gördükleri ise Türkçe’de ilk kez bugün gün yüzüne çıkıyor. Aşağıda sunduğumuz ilk bölüm, kitabın yazarı Mehrin’in Cemalzade’nin yolculuğunu ve Ermeni tehciri ile ilgili ondan duyduklarını özetlemesiyle başlıyor.
Bağdat’tan İstanbul’a
Sonra yine bu bölüm içinde sözü Cemalzade’nin yazdıklarına

bırakıyor. Bu iki bölümü birlikte sunuyoruz:

“1916 yazında, Ruslara karşı savaşan bir grup İranlı, Rusların Kermenşah’a yaklaştığını duyunca Türkiye sınırına doğru kaçtı.
Türklerle ilişkileri olanlar Kerkük ve Musul’a doğru hareket ederken Almanlara daha yakın olan grup Bağdat’a doğru yola çıktı.
Bu sırada Bağdat henüz işgal edilmemişti ve hâlâ Türklerin kontrolündeydi. Muhammed Ali Cemalzade de ikinci gruptaydı.
İngilizlerin güneyden Bağdat’a yöneldiği koşullar altında, bu kentteki İranlılar pek de iyi bir ruh halinde değillerdi ve herkes kaçmaya çalışıyordu.
İranlı milliyetçiler Cemalzade’yi Berlin’e göndermeye çalıştılar. Bağdat hükümeti kısa bir süre tereddüt ettikten sonra Cemalzade’ye iki at tarafından çekilen küçük, iki tekerlekli bir at arabası ve Arap bir arabacı verdi.
Cemalzade Bağdat’tan İstanbul’a giderken İran’ın Jandarma birliklerinden askerler de ona eşlik etti.
Van’daki Ermeni gümüş ustalarının bir karesi.
Yol Fırat Nehri kıyıları boyunca devam eder, Bağdat’tan Der Zor’a ve Halep’e uzanır ve yol üzerinde pek köy yoktur. Bu nedenle yolcular yanlarına yeterince su ve yiyecek almak zorundadır.
Grup gün boyunca seyahat edip, geceleri kamp kurdu ve seyahatin tadını çıkardı.
Cemalzade her biri bir meşale gibi parlayan yıldızları izlerken uyuduğu geceleri hiç unutmadı. Çölde hava geceleri nemliydi ve battaniyeleri nemden ıslaktı. Bununla birlikte, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte güneşin kavurucu sıcaklığı altında bütün nem ve ıslaklık birkaç dakika içinde buharlaşıyordu.
‘Cesetler yol kenarındaydı’
Arabacılar ise sanki şekerleme yiyorlarmış gibi atlarının üzerindeki küçük çekirgelerin kafalarını ve bacaklarını kopararak bunları yemeye devam ediyordu.
Ne yazık ki keyifleri yolculuğun ilk gününden itibaren gördükleri şeylerin etkisiyle, Ermenilerin topluca öldürülmesine ve soyulmasına tanık olmalarıyla kaçtı. Türkler gençleri öldürüyor, erkekleri, kadınları, genç kızları ve çocukları var olmayan bir ülkeye doğru çölde yürümeye zorluyordu.
Bu topluluğa, onları yürürken kırbaçlayan jandarmalar eşlik ediyordu.
Yol boyunca sağda solda pek çok ceset vardı ve Fırat Nehri kıyılarına yaklaştığınızda suyun sürüklediği cesetler görüyordunuz.
Yol boyunca gördüğünüz bu bedenlerin bir kısmı yaşam belirtisi gösteriyor, atların seslerini duyduklarında kafalarını kaldırmaya ve yardım istemek için ses çıkarmaya çalışıyorlardı.
Ancak bu da fayda etmiyordu ve yolcular gittikçe empati duygularını yitirmeye ve bir süre sonra da gördüklerine aldırış etmemeye başladılar.
‘Savaş ne zaman bitecek?’
Gördüklerinden hatırladıkları iç açıcı değildi. Örneğin eski mühendis Hüseyin Amin, Arapların cesetlerle ve ölmek üzere olan kızlarla birlikte olduklarını kendi gözleriyle gördüklerini anlatıyordu. Cemalzade ise şunları söylüyordu:
‘Jandarmaların yaklaşık 400 kişilik yürüyen cesetlerden oluşan bu grubun dinlenmelerine izin verdikleri bu yere vardığımızda öğleden sonraydı. Adamlar ve kadınlar bulabildikleri eski çaput ve kağıtlardan ayaklarına iplerle bağlayarak ayakkabı yapmaya çalışmıştı. Ayakları kundağa sarılmış yeni doğmuş bir bebek kadar kocaman olmuşlardı.
Erkekler ve kadınlar açlıklarını gidermek için kök veya kuru ot bulabilmek umuduyla çöl kumunu eşeliyordu. Bir kadın bana doğru geldi ve hercai erkeklerin ilgisini engellemek için saçları kazınmış 18 ve 19 yaşlarındaki iki kızını gösterdi.
Bana Fransızca, bu ikisinin açlıktan ölmek üzere olan kızları olduğunu söyledi ve avucundaki iki elması uzatıp kızlarının ölmemesi yiyecek bir şeyler vermemi istedi. Çok utandım ve bizim azığımız da bitmek üzere olduğu için onlara ne verebiliyorsam verdim. Elmasları kendisine saklamasını söyledim.
Sonra yaşlı bir adam geldi ve mükemmel bir Fransızca ile bana Darülfunun’da matematik öğrettiğini ve 10 yaşındaki oğlunun gözleri önünde ölmekte olduğunu söyledi ve ekledi: ‘Lütfen söyle bu savaş ne zaman bitecek?’
Ona verebilecek bir yanıtım yoktu ama kalbimin derinliklerinde, kendilerinin Adem’in evlatları ve Allah’ın yarattıkları arasında en üstünü olarak adlandıran insanlar yüzünden bu savaşın asla bitmeyeceğini biliyordum.
‘Çocuğumun öleceğini biliyorum’
Ona bir somun ekmek verdim. Ekmeği ikiye böldü. Bir parçasını kıyafetinin içine sakladı ve diğerini de iştahla mideye indirdi. Bana, ekmeği tek başına yiyip oğluna vermediği için şaşırıp şaşırmadığımı sordu ve kendi yanıtladı:
‘Çünkü, çocuğumun öleceğini biliyorum. Belki birkaç saat içinde, belki daha önce. Yani ona bu ekmeği vermenin bir faydası yok, bunu kendim için saklamam daha iyi’ dedi.
Aynı gün küçük bir köye vardık ve atlarımızdan indik. Azığımız neredeyse bitmişti ve yiyecek bir şeyler alabileceğimiz her yerde mümkün olan her şeyi alıyorduk.
O gece yine kamp kurmuştuk ve yine bir grup Ermeni çölde koyunlar gibi yürüyordu. Buradaki Araplardan bir koyun almayı başardık. Koyun oracıkta kesildi ve kebap yapmak için ateş yakıldı.
Koyunun midesi temizlenirken, yeşilimsi neredeyse katı sayılacak sıvı toprağa döküldü. Aralarında kadın ve erkeklerin olduğu bir grup Ermeni hemen bunun üzerine attı kendilerini ve büyük bir iştahla bunu yemeye başladı.”

Yorumlar kapatıldı.