İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeniler, Kürtlerden Özür Dilesin

İbrahim Halil Baran
Herkesin, Kürdistan’ı da içine alan ve siyasal gayesi olan bir tarih tezi vardır ama Kürtler’in yoktur. Üstelik son dönemde derin bir hümanizm zehirlemesi de yaşıyorlar; çünkü devletsizdirler. Devlet, içinde vicdan olmayan ortak aklı ifade ederken onlar özne bilinci olmayan bir milletin bireyleri olarak duygularına dayanıyorlar ve bu duyguyu yaygın bir kanaat haline getiriyorlar. Bu zehirlenme, hafızasızlığı tetiklediği için de ne geçmişte olup biteni hatırlıyorlar ne de söyledikleri şeylerin gelecekte onları nasıl etkileyebileceğini hesaplayabiliyorlar. Ermeni soykırımı konusunda yaşadığımız şey tam da bu. Kürtler, işlemedikleri bir suç için özür dileyip duruyor ve siyasal bir öngörüsüzlüğe kapılıp başkasının borcu için, alacaklılara ve haciz memurlarına kendi ev adreslerini tasdik ettiriyorlar. Ermeni soykırımı meselesinde hem Türkler’in suçuna kefil olmuşlar, hem hiç gereği yokken bu suça kendilerini ortak etmişler hem de Ermeniler’in avukatlığına soyunmuşlardır. Böylece özür dileyen de tazminata mahkûm olacak olan da yine kendileri olmuştur. Buna itiraz edilmelidir. (Buyurun, bu da başka bir Kürt HYETERT)

***
William Rupert Hay’ın, Kürtlere dair 1921’de yaptığı bir tespit yeterince dehşet vericidir: “Kürdün kendisini ve kardeşlerini küçümsemek gibi tuhaf bir alışkanlığı vardır; muhtemelen bu alışkanlık Kürde, onu asimile etmek ve her türlü millî duygusunu kökten sökme çabası içinde olan Türkler tarafından aşılanmıştır. Kürt sürekli olarak, dış görünüşe önem veren anlamında zahirbîn, açgözlü anlamında tamahkâr ve yabanî anlamında vahşi deyimleriyle kendisinden söz eder.” Bu acımasız ama hakikate dokunan tespite birkaç kelimeyle ekleme yapılmalıdır. Kürtler, tam da millî duyguları kökten söküldüğü için, başkalarını kendine tercih eden anlamında diğergâm ve millî bir akıldan yoksun bırakıldıklarından, başkalarının bilgisiyle düşünmeyi ve davranmayı adet edindikleri için akılnakıs olarak da tanımlanabilirler. Bu yüzdendir ki tüm komşu ve işgalcilerimizin Kürdistan’a dair bir politikası vardır ama Kürtler’in bir Kürdistan politikası yoktur. Herkesin, Kürdistan’ı da içine alan ve siyasal gayesi olan bir tarih tezi vardır ama Kürtler’in yoktur. Üstelik son dönemde derin bir hümanizm zehirlemesi de yaşıyorlar; çünkü devletsizdirler. Devlet, içinde vicdan olmayan ortak aklı ifade ederken onlar özne bilinci olmayan bir milletin bireyleri olarak duygularına dayanıyorlar ve bu duyguyu yaygın bir kanaat haline getiriyorlar. Bu zehirlenme, hafızasızlığı tetiklediği için de ne geçmişte olup biteni hatırlıyorlar ne de söyledikleri şeylerin gelecekte onları nasıl etkileyebileceğini hesaplayabiliyorlar.

Ermeni soykırımı konusunda yaşadığımız şey tam da bu. Kürtler, işlemedikleri bir suç için özür dileyip duruyor ve siyasal bir öngörüsüzlüğe kapılıp başkasının borcu için, alacaklılara ve haciz memurlarına kendi ev adreslerini tasdik ettiriyorlar. Ermeni soykırımı meselesinde hem Türkler’in suçuna kefil olmuşlar, hem hiç gereği yokken bu suça kendilerini ortak etmişler hem de Ermeniler’in avukatlığına soyunmuşlardır. Böylece özür dileyen de tazminata mahkûm olacak olan da yine kendileri olmuştur.
Buna itiraz edilmelidir.
Tarih, çelişkileri çözmek için değil ama olanı hatırlatmak için vardır
I. Darius, M.Ö. 519’da tüm isyanları bastırarak imparatorluğunu 23 satraplığa böldü. Van gölünün kuzeyinde yer alan satraplığın adı Armeniya’dır. İlk olarak Behistun yazıtlarında rastlanan bu isim, Kimmerler’in saldırıları sonucu kuzeyden gelerek Kürd soylu Haldiler’e (Xaldî-Urartu) karışmış ve ateşperest olmuş bir halkın yerleşik oldukları toprakları ifade eder. Bu topraklar, Medya satraplığının kuzeyinde ve Kapadokya’nın doğusundadır.
M.Ö 500’de Trakya ve Makedonya’yı da alan I. Darius, Miletos’un isyan etmesi üzerine bu ülkeyi yerle bir etmiş ve halkını da M.Ö 493’te Dicle boylarına doğru sürmüştür. M.Ö 5. yüzyılda yaşayan Heredot, Ermeniler’in Trakya kökenli bir halk olan Frigler’in bir kolu olduğunu ve Frigler’in başka bir kolu olan İliryalılar’ın (günümüzde Arnavutlar) baskısı ile Urartu ülkesine doğru göçtüklerini yazar. Nitekim bu halk, tarihi Armenya ülkesindeki halkla karışmıştır. Bugün Ermeni olarak adlandırdığımız halkın kendilerine Hay, Ermenistan’a da Hayastan demelerinin sebebi bu göç meselesidir. Yine aynı şekilde Doğu ve Batı Ermenice arasındaki fark ve iki lehçeyi kullananların neredeyse birbirlerini anlamıyor oluşlarının temel sebeplerinden birisi de budur.
İskender ve Selefkoslar döneminde Kürdistan’ın kuzeyinde birkaç küçük prensliğe sahip olan Ermeniler, M.Ö. 190’da Romalılar döneminde tekrar görülmeye başlandı. Kartacalı Hanibal, müttefiki III. Antiokhos ile birlikte Sipilos Dağı’nda Romalılara yenilince Ermenistan satrabı Artaksiyas’a sığındı. Artaksiadlar Hanedanlığı olarak bilinen bu krallık, M.Ö 166’da IV. Antiokhos Epifan’a boyun eğdi. M.Ö 96’da Artaksiadlar tahtına II. Büyük Tigran geçti ve 35 yıl boyunca hüküm sürdü. Ermenilerin en parlak devirleri de bu döneme denk gelir. Arami ve Kürtler’in, Helenlerle mücadelesinden faydalanan Tigran, Selevkoslar’a karşı kendisinden yardım isteyen bu halkları neredeyse bütünüyle egemenliğine almayı başardı. Suriyeliler’in çağrısı üzerine Şam’a (Dimaşk) bir vali atadı, ardından da 70 kadar vadiyi barındıran Urfa ve Nisibis (Nusaybin) eyaletlerini ve kısa bir süre sonra da Ninova ve Erbil’i çoğunlukla  anlaşma ile kendisine bağladı. Gordiene (Karduk) ülkesi de bağımsızlıklarını korumak koşuluyla Ermeni kralın üstünlüklerini tanıdı. Bir süre sonra yine Kürt Moksuen (Müküs) prensliği ve Med, Karduk ve Arami kabilelerinden oluşan Erzen (Garzan) de bu krallığa dâhil oldu.
Böylece Ermeni Krallığı’nın sınırları Medya dağlarından Klikya’ya, Kura nehrinden Şeria vadisine kadar genişlemiş oldu. Kısa bir süre sonra da kralın zulümleri başladı. Mazaka (Kayseri) ve çevresinden 300.000 kişi yurtlarından edilerek bugün neresi olduğu tam olarak bilinmeyen başkent Tigranocerta’ya sürüldü. Bir süre sonra krallıktaki şehir ve yerleşim birimlerine Ermenice isimler verilmeye başlandı. Bugün Ermeni aydınlarının her taşı Ermeni malı sanmalarına dair komplekslerine ve Kürdistan’daki her köyün adının Ermenice olduğunu iddia etmelerine sebep olan şey budur. Aynısını Emevi ve Abbasi dönemlerinde Araplar, çok daha geç bir dönemde de Türkler yapmıştır fakat bu Kürdistan topraklarını herhangi bir egemenliğe ait kılmaya yetmemiştir.
Neticede Roma ile Pontus Kralı Mitridat arasında süregelen çatışmalar M.Ö. 70’te Ermeni Krallığı’na da sıçradı. Tigran, Mitridat’ın damadıdır ve kendisine sığınan kayınpederini Romalı General Lucullus’a teslim etmeyi kabul etmez. Savaş başlar ve Tigran, çoğu Kürtler’den oluşan 80 bin kişilik ordusuyla Dicle vadisinde çıkan çarpışmada kesin bir yenilgi alır. Tarihçiler, Tigran’ın ordusunun süvari ve okçularının Mard Kürtleri, köprücü ve istihkâmcılarının ise Gordiene (Gerdi) Kürtleri olduğunu yazıyor.  Neticede yenilgiden bir gün sonra halk, başkent Tigranocerta’yı Romalı generale teslim etti, general de şehri yerle bir etti ve krallık Dicle’nin güneyindeki tüm topraklarını kaybetti. Fakat kayınbaba ile damadın hırsı başlarına bela oldu. Kısa bir süre sonra bu sefer de Mard ve Med Kürtlerinden 40 bin piyade, 30 bin de süvari topladılar ama birkaç kez denemelerine rağmen Roma karşısında muvaffak olamadılar. Nitekim M.Ö 66’da Tigran, General Pompeius’a itaat etmeyi kabul etti ve birkaç yıl sonra da öldü.
Ermeni Krallığı, 387 yılında Bizans ile Sasaniler arasında bölüştürüldü ve bazı dönemlerde sadece 15 köyü yöneten küçük bir hanedanlık olarak 421’e kadar hüküm sürdü. Bizans ve Sasaniler tarafından atanan valilerle idare edilen hanedanlık kalıntıları Hristiyanlığın yayılması ve Bizans’ın açık desteğine rağmen bir türlü Kürdistan’da ve Küçük Asya’da bir hâkimiyet alanı geliştiremedi. Kürdistan, 640’tan itibaren İslam ordularının egemenliğine girdi ve Kürtler kitleler halinde Müslümanlaştılar. Bu yeni durum, Kürdistan’da iktidarın tümüyle Kürtler’in eline geçmesini sağladı. Kürtler, Rojkan gibi geçmişten gelen krallıklarının yanı sıra Eyyübiler ve Mervaniler gibi güçlü devletler ile ömürleri 700 yılı bulan Erdelan ve Botan gibi emirlikler kurdular. Ermeniler ise halifeliğin ehli kitap olanlara tanıdığı geniş özerklikten yararlandılar. 800’lerde ortaya çıkan Hristiyan Ermeni kültürüne sahip Yahudi hanedanlığı Pakraduniler de Van gölü çevresi ve günümüzdeki Ermenistan devleti sınırlarının dışına çıkamadı. Bu hanedanlığın şahları, Abbasiler tarafından atanmaktaydı.  Arap İmparatorluğu’nun parçalanması üzerine 1021’de Bizans, Ermeni Prensliklerine son verdi. Yenilenlerin Sivas, Maraş, Kayseri, Antep ve Klikya’ya doğru göçertilmelerinin de etkisiyle, yerleştikleri topraklarda büyük bir Ermeni nüfusundan bahsetmek tarihin hiçbir devrinde mümkün olmadı.
 Bir dönem Hristiyanlığı seçmiş oldukları ve Ermeni kiliselerine bağlandıkları için Ermeni Hanedanlıkları arasında gösterilen Muş merkezli Mamigonlar’ın (Doğu Ermenicesi’nde G ve K sesleri aynı harfle yazılır) günümüz Kürt aşireti Mamekan, Bagrati hanedanlığının da günümüz Bekiran aşireti, Kars merkezli Gamsargan’ın günümüzde Germsar ve Weramîn’de mukim olan ve Osikan hanedanlığı olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Osmanlı’nın egemenliğine girmiş 24 Kürt emirliği nasıl ki Türk kabul edilemezlerse, Ermeni Krallığı’nın bir dönem hükmettiği Kürdistan da ne Batı Ermenistan olmuştur ne de Kürdistan ahalisi Ermeni kabul edilebilir. Buna rağmen Hristiyanların, özellikle Osmanlı döneminde kiliseler düzeyinde örgütlenmiş olması, nüfusları az da olsa Yakubî ve Curkan gibi Hristiyan Kürt aşiretlerinin de bölgelerine göre Ermeni, Asurî, Süryanî, Keldani, Nestûrî vb. sayılmalarına sebep olmuştur.
11. yüzyılda Türk ve 13. yüzyılda Moğol istilaları ile 16. yüzyıla damgasını vuran Osmanlı-Safevi savaşları Ermenilere neredeyse 18. yüzyılın ortalarına kadar nefes aldırmadı ve onları kilisenin otoritesine kapanmış bir halk haline getirdi. İstanbul Ermenileri içinde başlayan reform hareketleri bu yüzyıldan itibaren, imparatorluğun batısında doğmakta olan modern bir milletin habercisidir. Ve aynı zamanda korkunç bir felaketin de.
Rusya’nın Yaşattığı Cehennem ya da Ermeniler Ölse Kim Üzülür?
Avrupa’ya yaptığı seyahat sonrası, Deli Petro şahsında Rusya, büyük bir yenileşme hareketi yaşadı. Ülkesini genişletmek isteyen Petro, devleti için sıcak denizlere inmek gibi bir strateji benimsedi; çünkü ülkesi kuzeyde buzlarla, güneyde artık Avrupa’ya karşı tökezleyen Osmanlı gibi bir devlet ve Karadeniz ile sınırlanmıştı.
 Ruslar, iki seçeneğe sahipti: boğazları ele geçirmek için Bulgaristan’ı, Trakya’yı ve İstanbul’u almak ya da daha uzun bir yol olan Kafkaslar ve Kürdistan üzerinden Akdeniz’e inmek. Petro ve ardılları bu iki yolu da çokça denediler. 1800’lere gelindiğinde Kafkasya’yı işgal etmiş olan Rusya, 1804-1812 İran-Rus savaşları ile günümüz Ermenistan’ı ve Azerbaycan’ını almıştı. Özellikle Rusların Erivan kontu İvan Paskeviç, Anadolu’yu işgal etmenin yollarını aradı ve II. Mahmud’un politikalarından bezmiş Kürtler ve Ermenileri tetiklemeye karar çalıştı. Paskeviç, kısa sürede Erivan, Kars, Erzurum, Ağrı, Bingöl bölgelerinin Müslüman ve Êzidî Kürt liderini ikna ederek tarafına çekmeyi başardı. Hatta Dersim’in Alevi Kürtleri içinde Ruslar’ın Hazreti Ali’nin kılıcı Zülfikar ile savaştığına dair bir efsane türemesini bile sağladı. Bu arada Osmanlı, artık doğuda Ruslarla mücadeleden dolayı İran’ın zayıflamasını fırsat bilerek, uzun süredir karışmadığı Kürdistan yönetimlerinin başına üşüşmüştü. Nitekim merkezileştirme politikası gereği bütün şiddetiyle Botan dâhil Kürt Emirliklerini tümüyle ortadan kaldırdı. Bunun da bir sonucu olarak da 1877-1878 Kırım Savaşı’nda Ruslara karşı kesin bir yenilgi aldı. Artık ortada müttefik olunabilecek çapta güçlü Kürt emirlikleri olmadığı için de Ruslar neredeyse tüm yatırımını Ermenilere yapmaya başladı ve kurdukları Ermeni çeteleriyle Kürtlere katliamlar uygulanmaya başladı. Bu dönemde Bitlis, Van, Muş, Erzurum ve Kars’tan milyonlarca Kürt güneye tehcir edildi. Bugün Urfa, Mardin, Diyarbekir, Adıyaman, Antep, Hatay ve Suriye Kürdistanı’nda macir (muhacir) adı verilen Kürtler’in oluşunun sebebi budur. 1878’de yapılan Berlin Antlaşması ile de Osmanlı, Vilayet-i Sitte’de Ermeniler lehine ıslahatlarda bulunma sözü verdi. 1848 tarihli eyalet nizamnamesine göre Kürdistan’ın bölgeleri olan Erzurum, Van, Mamüret-el Aziz, Diyarbekir, Sivas ve Bitlis’i kaplayan bu bölgeye Rusya ve Avrupa’nın belirleyeceği bir genel vali atanacak ve tedricen bir Ermenistan’ın kurulmasının önü açılacaktı.
1847 Bedirhan Bey yenilgisi ile Kürtlerin bir çağı daha kapandı. Sürgünle birlikte Botan, Mahmudi ve Hakkâri Kürt hükümetleri düştüler. Bitlis, Baban, Soran, Behdinan ve Rewanduz hükümetleri daha 1830’larda Osmanlı tarafından çökertilmişti. Lice, Hazro, Hazzo, Batman, Hasankeyf, Şirvan, Hizan, Zirkan, Pasur, Silvan, Doğubeyazıt, Milan, Reşvan ve Berazi gibi beyliklerin orduları zaten yok edilmişti. Bedirhan’ın yerine geçen Êzdîn Şêr de 1854’te sürgün edilince Kürdistan tümüyle bir boşluğa düştü.
İşte Ermeniler ve Ruslar da bu boşluktan faydalanmaya bakıyorlardı. Fakat III. Aleksandr sonrası ortaya çıkan ve devlet politikası haline gelen milliyetçi dindarlaşma ile Bulgar ve Ermenileri Slavlaştırma eğilimi direnişle karşılaşmıştı. Milliyetçileşen Bulgarlar Rusya’ya itiraz etmişti. Ermeniler ise kendi kaderlerini tayinden, yani bağımsızlıktan yanaydılar. Neticede Ruslar, 1903’te yayınladıkları kanun ile Ermeni okullarını kapatacak, Ermeni kiliselerinin tüm topraklarına el koyacak ve köklü bir asimilasyon politikası başlatacaklardı.
Rusların, Berlin Antlaşması sonrası Ermenilerle birlikte Kürdistan’ın kuzeyine sahip olması üzerine Erzurum, Diyarbakır, Musul, Bitlis, Van, Ormiye ve Harput gibi illerde Rus konsoloslukları açılmaya ve faaliyet göstermeye başladılar. Böylece Kürdistan sathına yönelik siyasi bir suikast da başlamış oldu. Değinmek gerekir, Kürdistan çok dinli bir ülkedir. Batılı bütün seyyahlar, 20. yüzyıla değin Kürtler’in diğer dinden olanlara karşı adilane tutumunu takdir ederler. Mesela 1683 yılında Cizvitler, 1700’lerin ikinci yarısında Garzoni, 1858’de Amerika Protestanları, Kürdistan’ın o dönemki başkenti Bitlis’te misyonlarını kurdular. Eğitim seviyesinin artması ve misyoner gruplardan gelen yardımlarla birlikte Ermeni toplumunda zenginleşme başladı. Bunu fırsat bilen Osmanlı yüksek vergiler koyarak gayrimüslimleri, Kürt emirliklerinden sonra ortaya çıkan dar görüşlü aşiret liderlerinin insafına bıraktı. Ermeniler ve görece Asurilerde ortaya çıkan güçlülük hissi bir felakete yol açtı.  Batılı Hristiyan misyonerlerin 19. yüzyılda yeniden bölgeye gelişiyle birlikte su yüzüne çıkmaya başlayan karşılıklı huzursuzluk, 20. yüzyılda etnik gruplar arası bir çatışmaya dönüştü. Böylece Batılı güçlerin, bölgedeki Müslümanların güçlerini zayıflatmak için Ermenilere verdiği vaatlerin boş çıkması sonucu 13 yüzyıl boyunca Kürdistan’da Müslümanlar ile barış içinde yaşamış tüm tarihi Hristiyan azınlıklar, kendi sonlarını getirmiş oldu. Fakat olaylar sadece Kürdistan’da vuku bulmuş değildir. Batılı ülkeler Osmanlı’yı zayıflatmak için 1895 olaylarını tetiklemiş ve bir süre zarfında Trabzon, Bayburt, Çorum, Kayseri, Yozgat, Divriği, Eğin, Develi, Akhisar, Zeytun, Gümüşhane, Tokat, Amasya, Mersin, Edirne, Merzifon gibi 29 merkezde Ermeni isyanları patlak vermiştir. Bu arada Hınçak ve Taşnak gibi Ermeni siyasi yapılanmalar kurulmuş ve bağımsız Ermenistan için devrimci faaliyetler örgütlemiştir. Osmanlı Bankası’nın basılması, Abdülhamid’e suikast girişimi ve benzeri birçok olaya karşı Osmanlı da çok sert bir karşılık vermiştir. Nitekim bu olaylar 1914’te Ermeniler’in Osmanlıya, Berlin Antlaşması’na atıfta bulundukları 1914 Şark Islahat Belgesi’ni imzalatmasıyla sonuçlanmıştır. Buna göre 6 Kürdistan vilayeti birleştirilecek ve başına 5 yıllığına bir Ermeni vali atanacaktır. Ne var ki kısa bir süre sonra Birinci Dünya Harbi patlayacak ve plan uygulanamaz hale gelecektir.
Kürtlerin vatanı, Osmanlı-Rus sınırında ve bu iki ordunun harekât sahasında yer aldığı için doğal bir savaş alanına dönüşmüş ve tahrip edilmiştir. Kuzeyde Sarıkamış’tan Güneyde Mukrî ve Xaneqîn’e, doğuda Kars’tan batıda Erzincan ve Sivas’a uzanan bu savaş temelde Osmanlı ve Ruslar arasında cereyan etse de Rusların bölgedeki yardımcı birlikleri Ermeni ve Suryaniler ile Kürtler arasında geçmekteydi. Kürtler cihat çağrısının gazına gelmiş ve kuzeyde başlarına gelen felaketin rövanşını almak için uğraşmışlardır. Osmanlı, daha sonra Ermeni Soykırımı’nın uygulandığı yerler olarak ortaya çıkacak Elazığ’da 11. Tümen, Musul’da 12. Tümen, Erzurum’da 9. Tümen ve Sivas’ta 10. Tümen konuşlandırmıştı. Belirtmek gerekir ki bu tümenlerin çoğu Kürt askerlerden oluşmaktadır ve savaşın sonunda, Mehmed Emîn Zekî’nin aktarımına göre bunlardan en az 300.000 Kürt telef olmuştur. Kürdistan halkı hem durmadan asker toplayan Osmanlı’nın hem de Ermeniler’in desteğiyle Rusların zulmüne uğramıştır. Açlık ve salgın hastalıklar baş göstermiş ve örneğin Süleymaniye’de bölge halkının ve askerlerin yüzde yetmişi ölmüştür. Soane, Kasım 1914’te 20.000 olan Süleymaniye nüfusunun Kasım 1918’de İngilizler şehri aldıklarında 2500 olduğunu belirtir. Ruslar, Ermeniler ile birlikte 1914 Aralık ayında Doğu Bayazıt ve Eleşkirt bölgesine girerler ve yerli Kürt halkının sadece yüzde onu sağ kalır. 1917’de Avrupa’nın desteği ile Rus devrimi gerçekleşir ve Rus ordusu dağılır ama Rus subayların denetiminden çıkan Ermeni grupları, Erzurum-Erzincan bölgesinde 30.000’den fazla Kürdü katlederler. Van, Bitlis ve Muş’ta da benzer bir durum söz konusudur fakat kayıplarla ilgili elimizdeki kaynaklar sınırlıdır. Şemdinli-Rewandiz bölgesindeki Balikan aşiretinin 100 köyünden sadece üç dört tanesi dışında hepsi yerle bir edilmiştir. Bradost aşiretinin Revanduk kolu tamamıyla yok edilmiştir. Bu mıntıkadaki 81 Bradost köyünden 52 tanesi tümüyle yok edilmiştir. Aşiretin 1080 olan hane sayısı 157’ye inmiştir. Kuvêrkan aşiretinin 150 hanesinden sadece 7 aile kalmıştır. Nehri’deki 250 aileden geriye 10 ev kalmıştır. Revandiz’daki 2000 aileden geriye ancak 60’ı sağ kalabilmiştir. Mesela Xaneqîn’in içine düştüğü felaket en az Ermenilerin yaşadıkları kadar büyük bir felakettir ama bunun hesabını ve yasını tutan tek bir Kürt bile yoktur. Bletch Chirguh, bu savaşla birlikte 700.000 Kürdün göçertildiğini, Kürdistan etnik haritasının küçüldüğünü ısrarla belirtir. Savaş sonrası ortaya çıkan salgın hastalıklar ve açlık 1929-1930 yılındaki Büyük Kıtlık (Xela Mezin) dönemine kadar en acı şekliyle Kürdistan’ı bitirmiştir.
Bu arada Ermeniler, 1915’te Aram Manukyan önderliğinde Van merkezli Batı Ermenistan Yönetimi adıyla bir hükümet kurmuşlardır. Batum’un batısından başlayarak Trabzon, Gümüşhane, Erzincan, Muş, Bitlis’i ve Hakkâri’nin de güneyinde Piranşar ve Revandız’ı içine alan bir bölgede ve Özgür Vaspurakan adını verdikleri bir devlet ilan etmişlerdir. Bu hükümet daha sonra 1918-1920 tarihleri arasında varlığını iddia eden Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’ne ilhak edilecektir.
Osmanlı İdaresi 24 Nisan 1915’te Dâhiliye Nazırı Talat Paşa imzasıyla bir belge yayınlar ve Ermeni komite merkezlerinin kapatılması, elebaşlarının tutuklanması ve arşivlerine el konulmasını emreder. İlk gün İstanbul’da 230’dan fazla Ermeni aydını ve siyasi lideri tutuklanır. Birinci hafta tamamlamadan bu sayı 2500’ü bulur. Birçoğu işkence edilerek öldürülür. Birçok örnek verilebilir ama en çok iç acıtanı, üç dönem Meclis-i Mebûsan’a seçilen ve Ermeni-Türk kardeşliğinin yılmaz bir savunucusu olan Sosyalist milletvekili Krikor Zohrab’ın İttihat Terakki’nin tetikçilerinden Çerkez Ahmet tarafından Urfa’da başının taşla ezilmesi olayıdır. Kürt folklor çalışmaları için çok önemli bir şahsiyet olan ama çokça bilinen bir örnek olduğu için Aziz Gomitas Vartapet’in hikâyesine değinmeyeceğim.
25 Mayıs 1915’te, çıkarılan geçici Tehcir Kanunu, 30 Mayıs’ta Bakanlar Kurulunca süresiz hale getirildi ve 10 Haziran’da da Ermenilerin mallarına el koyma kararı çıkarıldı. Böylece tümüyle kanuni olan bir katliam başladı ve Osmanlı devleti ile İttihat ve Terakkiciler, Ermenileri sürmeye ve öldürmeye başladı.
İlginç olan şudur ki büyük katliamlar (örneğin Boğazlayan ve Kütahya) Anadolu’da olmasına rağmen, toplama merkezlerinin Kürdistan’da olması felaketi Kürdistan’a taşımıştır. Göçertme, batıda Edirne’den; kuzeyde Samsun, Trabzon ve Bafra’dan; doğuda Eleşkirt ve Diyadin’den başlayıp Deyr-i Zor’a doğru planlanmıştır ve uygulanmıştır. Kararı veren de uygulayan da Osmanlı Devleti’dir. İşbirlikçileri İttihat ve Terakki’nin yerel güçleridir. Bunlar içinde Türkler, Kürtler, Araplar ve hatta Ermeniler dahi vardır.
Ermeni Kırımı’nın ilk dönemi için (1890) suçlanan Hamidiye Alayları’nda da durum benzerdir. Alaylar devletin resmen teşkil ettiği bir kurumdur ve sadece Kürtler’den oluşmamaktadır. Örneğin 650 kişilik Eleşkirt ve Karakilise Hamiadiye Alayı Karapapaklar’dan oluşturulmuştur. Yine Tutak’taki bir alay 500 kişiden oluşur ve üyelerin tamamı Terekeme’dir. Kızıldız’daki alay, Balyan Ermenileri’nden oluşur. Sivas’taki 775 kişilik alay Kafkas muhacirlerinden, Nusaybin’deki 630 kişilik alay Arap Tay aşiretinden, Urfa ve Harran’daki 1200 kişilik alay Arap Kays aşiretinden oluşturulmuştur. Bütün bu alayların Ermeniler’e dokunmadığı varsayılamayacağına göre suç neden özelde Kürtler’e yüklenmektedir? Yine Ağrı’daki üç alay Sipkî’lerden oluşmuştur ve bu Kürt aşireti yakın bir zamana kadar da Êzdî’dir. Bu Êzdî aşiret daha önce Ermenilerin saldırılarında büyük kayıplar vermiştir. Bu durum, meselenin Kürt Müslümanlar ve Gayrimüslim Ermeniler şeklinde de okunamayacağını gösterir. Üstelik Ermeni Soykırımı aslında 1915-1922 arasında bir dönemi kapsarken Hamidiye Alayları’nın çoğunluğunu oluşturdukları için Kürtler’e yüklenmek ne derece hakkaniyete sığar? Ortada tek bir Kürt Emirliği ve Kürt hükümetinin olmadığı otoritesiz bir Kürdistan zamanında Kürtleri yağmacılıkla mı suçlayacağız? Açlık ve sefaletin kol gezdiği bir dönemde bu olağandır ve talanların hedefi sadece gayrimüslimler de değildir. Kürt aşiretleri birbirini de talan etmişlerdir. Urfa bölgesindeki Bêskî ve Berazî aşiretlerinin, Millî İbrahim Paşa ile Diyarbekir Kürt ahalisinin, Cizre’de Miran Mustafa Paşa ile Axayê Sor ve Koçerlerin, Serhat’ta Hesenî ve Heyderî aşiretlerinin birbirini talanı gibi onlarca örnek verebiliriz. Hamidiye alayları, Kürt emirliklerinin tasfiyesi neticesinde, yüzyıllardır soylu ailelerce yönetilen Kürdistan’ın, usul bilmez, talancı şahısların ellerine bilinçlice bırakılmak istenmesinin bir sonucudur. Türk idaresi bu yöntemle başta Kürtleri ve Ermenileri olmak üzere kendi hâkimiyetindeki tüm Kürdistan halkını dize getirmek istemiştir. Bu dize getirişin korkunç sonuçlarının bilançosu da kuşkusuz ki Kürtlere mal edilmek istenmiştir. Hamidiye Alayları’nda aşırı yetki verilen aşiret ileri gelenleri sadece Ermenilere değil başta Kürtler olmak üzere diğer tüm halklara da zulüm etmişlerdir. Nitekim Hamidiye Alayları’nın bilinen en zalim ismi Miranlı Mustafa Paşa, Botan bölgesinde bir yayladayken yine bir Kürt tarafından öldürülmüştür. Miran Aşireti’nin pek çok mensubu bugün dahi Mustafa paşayla olan akrabalıklarını inkâr edecek kadar kendisine öfke duymaktadırlar. Bu öfke bugün bile sürmektedir.
Ermeni katliamlarında Kürtler’e bir suç isnat edilemez. Tıpkı, Sabiha Gökçen’in bir Ermeni oluşu, nasıl ki Ermenileri, Dersim katliamının faili kılmıyorsa, Kürtler de bu anlamıyla suçlanamazlar. Nitekim Saddam döneminde PDK’ye, son 30 yıldır da PKK’ye karşı savaşmış korucular meselesinde de bu böyledir. Kürtler’in bu düzlemdeki durumu bir emri ve iradeyi değil, bir memurluğu ve itaati temsil eder.
Türk ve Ermeni tarafları tümüyle propagandif davrandıkları için tehcir sırasında ne kadar insanın öldürüldüğünü belirlemek artık çok güç, ama Ermeniler’in soykırıma tabii tutuldukları bir hakikattir. Bu hakikat bize beraberinde şu gerçeği söyler: Ermeni Soykırımı, sadece Ermeniler’e karşı işlenmiş bir suç değildir. Bu suç, Kürdistan’a karşı işlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın alacak ve borçlarını devralmış bir devlettir ve Ermeniler dâhil Kürdistan’a tazminatla yükümlüdür.
Kürdistan’daki otoritesizlikten faydalanarak Ermeni mallarına Türk devletinin izni ile konmuş Kürt aileleri de mevcuttur. Kürt siyaseti içinde de yer alan ve süreğen bir öngörüsüzlükle Ermeniler’den “Kürtler adına” özür dileyenler, bunun yerine dedelerinin el koydukları Ermeni ve Süryani topraklarını sahiplerine iade etmelidirler.
Kürtler katliama, tabi oldukları devletin emir ve fermanıyla ortak olmuşlardır ama Ermenileri ve diğer gayrimüslimleri korumayı kendi iradeleriyle yapmışlardır. Birçok bölgede Osmanlı’nın fermanına karşı ferman yayınlamış ve hem katliama hem tehcire karşı çıkan Kürtleri nereye koyacağız? Örneğin Mardin bölgesinden Şeyh Fethullah Hamidi, Şeyh Said, Rişvan aşireti reisi Besnili Yakup Ragıp, Dirêjan aşireti reisi Mustafa, Qerçikanlı Hacı Musa, Müküslü Mustafa Bey, Koçgirili Kürd Mustafa Paşa, Gevaşlı Kulîxan Bey, Kör Hüseyin Paşa, Nordezli Hecî Axa, Etmanekan aşireti reisi İsmail Ağa, Şeyh Ebdullahê Melekanî, Ermenilere evini açan Dersim Kürtleri, Gorandeşt şeyhleri, Nehri Şeyhleri, Antranik Paşa’ya silahlı 200 adamıyla birlikte yardıma giden Şeyh Ahmet Barzani ve Mele Mustafa Barzani. Bütün bu iyilik perilerini nereye koyacağız?
Ermeni ve Kürtler’in birbirlerine düşman edilmesinin önüne geçmek için Ermeniler’in ve Kürtler’in aynı kanı taşıdıklarını söyleyen ve Ermenilerle Kürtler arsında evlilik ilişkilerini artırmak için yasalar çıkaran Mir Bedirxan’ı (Nasturi Katliamı konusunda da çarpıtılmış bir yığın tarihi bilgiyle Hıristiyan katili sıfatına mahkum edilmiş olan Mir Bedirxan’ı) nereye koyacağız? Olası Ermeni katliamlarından Kürtler’i alıkoymak için ilk Kürt kurultayında Ermeni katliamından söz eden şeyhlere karşı çıkan Şeyh Ubeydullah Nehri’yi nereye koyacağız?
Kürtler’in millî penceresinden mesele şudur: Ermeniler, siyaseten oynadıkları kumarı kaybettiler. Batılı güçlere ve özellikle de Rusya ile kurdukları ittifak onların sonunu getirdi. Ermeni aydınları, komitacılar ve siyasi önderleri tıpkı Tigran ve kayınbabasının kapıldıkları egemenlik hırsıyla kendi toplumlarını uçuruma doğru sürüklediler. Rus mandası ya da bağımsız bir devlet kurmak hayaliyle kendi topraklarının dışındaki Kürdistan topraklarına da göz diktiler ve neticede mağlup oldular. Bolşeviklerin beklenmeyen ihtilali bu hevesi kursakta bıraktı. Kürtlere karşı giriştikleri etnik temizlik bir bumerang gibi onlara döndü ama neticede suçlusu ve suçsuzuyla bir halk, büyük oranda tarihe gömüldü. Her şeyden önce Ermeni aklı, Kürdistan’a karşı işlediği suçlarla perişan ettiği Kürtler’e bir özür borçludur.
Kesilmemek için, gördüğü her Müslüman karşısında kelime-i şehadet getirmek zorunda kalan bir Ermeni’nin endişesiyle Ermeniler’den özür dilemeyi bir marifet ve borç sayan Kürtler de hiç değilse Ermenilerin 1991’de Laçin ve Kelbajar’da neden Kürtler’i soykırımdan geçirdiğine dair biraz kafa yormalıdır. Tabii 15 bin Kürd’ün bir gecede neden öldürüldüğünü ve şehirlerin neden Kürtler’den temizlendiğini sormak için 100. yılı beklemeleri gerekmiyorsa. Diğer taraftan etnik kimliğini, yani Kürt olmayı reddetmeyenlerin göçe zorlandığı ve etnik kimliği açısından asimile edilmiş Ermenistan Êzidîlerini de hatırlamak da fayda vardır.
Ve Türkler’e…
Bitlis’teki Ermeni mezarlığının yerinde bugün bir stadyum, bir İmam-Hatip Lisesi, bir İlkokul ve bir cezaevi var. Kütahya’daki Ermeni yetimhanesinin yerinde bugün Kütahya Valiliği’nin binası var. Erzurum’daki iki Ermeni okulunun yerinde şu an Erzurum Valiliği’nin binası var. Antep’teki Ermeni Calusyan ailesinin ev ve bahçelerinin yerinde şu an Garnizon Komutanlığı var. Yine Ankara’daki Çankaya Köşkü’nün bulunduğu arazi, Ermeni Kasapyan Ermeni bir ailesine aittir. Bunların tümü bugün devlet daireleri olarak kullanılıyor.
Urfa’da Kürt sultanı Selahaddin-i Eyyübî adı verilmiş tek bir okul, üniversite, han, meydan ya da sokak yoktur. Bir tek mekâna; birkaç yıl önce camiye çevrilen ve 457’de imar edilmiş olan St. Yuhannes Ermeni Kilisesi’ne bu isim verilmiştir. Türk iradesinin kirli zihniyeti burada da ortaya çıkmış ve ibadethanelere dokunmamasıyla bilinen ve üç dinin Kudüs’te birlikte yaşamasının teminatı olan bir Kürt sultanının adı bu namussuzca işe verilmiştir. Caminin resmi sahibi Diyanet İşleri Başkanlığı adlı devlet kurumudur.
 Bundan utanılmalıdır.
 Ve son olarak katliamları halklar değil devletler işler. Katliamı yapan Kürtler olsa dahi buna engel olmayan Türk devlet idaresidir ve bu onu yine doğrudan suçlu kılar.
 Rûdaw

Yorumlar kapatıldı.